Kararla ilgili eleştiriler (bold harflerle) yazılmış 13 maddedir.
Yargıtay ilamı
Taraflar arasındaki davadan dolayı Beyoğlu 3. Asliye Hukuk Hakimliğinden verilen 19.12.2000 gün ve 715/747 sayılı hükmün onanmasına ilişkin olan 19.4.2001 gün ve 4681/4911 sayılı kararın düzeltilmesi süresinde davalı vekili tarafından istenilmiş olmakla, dosya incelendi gereği görüşülüp düşünüldü:
Karar
Davada ileri sürülen iddianın ve davalı tarafın savunmasının içeriğine göre, yanlar arasındaki uyuşmazlık, Osmanlı İmparatorluğu döneminde kurulmuş "gayrimüslim cemaat vakfı tüzel kişiliği" niteliğini taşıyan vakfın ya da vakıfların taşınmaz mal veya malları kayden edinip edinemeyecekleri noktasında toplanmaktadır. Öznelikle ve önemle belirtilmelidir ki; uyuşmazlığın çözümlenmesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminin temel müesseselerinden olan vakıflara, vakıfları tanımlayan ve onlara hukuki sonuç izafe eden hükümlere özet şekilde değinilmesini; bunun yanı sıra, o dönemde ortaya çıkan tüzel kişilerin mal edinmelerini sağlamış olan padişah fermanı (buyruğu) niteliğindeki emri mahsusaların belirtilmesini, Lozan Antlaşmasının ve 43. maddesinin değerlendirilmesini; ayrıca Türkiye Cumhuriyeti kurulmasından kısa bir süre sonra yürürlüğe giren Medeni Kanun hükümlerinin ve özellikle bu tür olaylara doğrudan uygulanan 2762 sayılı Vakıflar Kanununda öngörülen düzenlemelerin açıklanmasını zorunlu kılmaktadır.
Bilindiği üzere vakıf, çok eski devirlerde bir din kurumu olarak ortaya çıkmış ve geliştirilmiştir. İnsanların vakıf yoluyla sonraki nesillere iyi bir ad bırakmaları her devirde takdirle anılmıştır. Toplum yararına kullanıldığı sürece vakıf, insanlığa büyük yararlar sağlamıştır. Hıristiyanlıkta da vakıf yoluyla hizmetlerin kamu yararına getirilmesi benimsenmiş ve dini esaslara dayanılarak insanlığa yararlı kurumlar meydana getirilmiştir. (Dr. Suat Bertan, Ayni Haklar, Cilt 1. Sh.75) Esasen, Osmanlı döneminde Müslüman kişinin veya kişilerin Müslüman olmayan ihtiyaç sahibi ya da sahiplerine, Müslüman olmayan kişi veya kişilerin de muhtaç durumdaki Müslüman kişi ya da kişilere mallarını vakfetmeleri muteber sayılmıştır (Ömer Hilmi, Ahkamül Evkaf, Mesele 57).
Müslüman olmayan kişilerce de özel mülklerinden hastane, imaret, çeşme, şifahane, kütüphane gibi yerler için sahih vakıflar kurulmuştur. Mülk araziden vakfı sahih olarak oluşan vakıflara ait taşınmaz mallar sonradan değişik tarihlerden tapuya kaydedilmişlerdir.
1.-Azınlık vakıflarının toplum yararına kullanılmadığı ileri sürülemediğine -hastane, yetimhane, okul ve kilisenin zararlı olduğu iddia edilemeyeceğine- göre bu vakıfların insanlığa yarar sağladığı kabul edilmektedir.
2.- "Mülk araziden vakfı sahih olarak oluşan vakıflara ait taşınmaz mallar sonradan değişik tarihlerde tapuya kaydedilmişlerdir" dendiğine göre, bu taşınmaz malların sonradan tapuya kaydedilmesinde Osmanlı döneminde de Cumhuriyet döneminde de yasal bir sakınca görülmemiştir.
Davaya konu ve benzeri cemaat vakıflarının, padişah fermanı (buyruğu) olarak emri mahsusa ile kuruldukları, vakfiyelerinin bulunmadığı gerek öğretide gerek yargısal uygulamadan ortaklaşa ifade edilmiştir.
Anılan vakıf türlerinin iki yoldan geliştiği, ilk olarak bağımsız bir vakıf kurulduğu, daha sonra da kurulmuş bulunan ana vakfa mal tahsis edildiği; böylece, ana vakfın mal varlığının çoğaltıldığı bilinen bir olgudur. Genellikle İstanbul'un belli semtlerinde ana vakıf niteliğinde büyük bir hayri ya da dini vakıf kurulmuş, o semtlerde aynı cemaat hizmetlerinin görülmesine tahsis edilen diğer kurumlarda ana vakfın tüzel kişiliğine bağlanmışlardır. Örneğin bir semtte sinagog veya kilise mevcutsa, sonradan aynı semtte tesis edilen diğer sinagog ya da kiliselerde ana sinagog ya da kiliseye "merbutatı" olarak bağlanmışlardır. Böylece sinagoglar ve kiliseler; ayrıca, bunlara gelir sağlayan akarlar; o semtteki tek bir cemaat vakfı tüzel kişiliğinin mal varlığını teşkil etmişlerdir. Ana vakfı emri mahsusa olarak ortaya çıkaran padişah fermanları, genel bir içerik taşımamış; belli ve muayyen yer ya da yerlere hasredilmiştir.
Başka bir anlatımla, cemaat vakıfları "iradesi mahsusa" ile kurulmuştur. Söz konusu iradenin, cemaatlerin kuruluş zamanları itibariyle, dini ve hayri işlevlerini özgürce yerine getirmelerine olanak tanımak şeklinde anlaşılması ve bu sınırlar içerisinde düşünülmesi gerekeceği kuşkusuzdur. İrade-i mahsusanın genişletilmesi günümüzün meri hukukuna göre mümkün değildir. Öyle ise 1924 tarihli Lozan Sözleşmesinin 42. maddesinde öngörülen vakıflar ile dini ve hayri müesseselerin işlevlerinin, değinilen sınırlar gözetilerek güvence altına alındığı kabul edilmelidir.
Öte yandan, Osmanlı döneminde (önceki hukukta); tüzel kişilik müessesesi kabul edilmemiştir. İlk olarak 1870 tarihli Ticaret Kanunuyla ticari şirketler için tüzel kişilik tanınmış, daha sonra taşınmaz mallar hakkında "eşhası hükmüyenin gayri menkullere tasarruflarına mahsus" 16.Şubat.1328 (1912) tarihli kanun kabul edilmiştir.
Tüzel kişilik tanınması üzerine cemaat ve hayır müesseselerine ait malların adlarına kayıt edilmesi bakımından kanunla bir süre tayin edilmiştir. Bu süre 11.Eylül.1329 (1913) tarihli kanun gereği 6 ay uzatılmış, bunu takiben 25.Şubat.1329 (1913) tarihli kanun ile tekrar 6 ay süre tanınmış; en son olarak da "Emvali Gayri Menkulenin Tasarrufu" Hakkındaki 30.Mart.1329 (1913) tarihli kanunun 4. maddesiyle iki sene süre verilmiş; süre son bulunca bir daha uzatılmamıştır. Bu bağlamda ifade edilmelidir ki; 30.Ağustos.1325 (1909) tarihli
Kanundan yararlanılarak Osmanlı tüzel kişiliği hukuku durumunu kazananlara, 1328 (1912) senesinden evvel ister gerçek kişiler, ister hakikatte yok olan kişiler adlarına "namı müstear" şeklinde tapuya kaydedilen taşınmazlarına ait kayıtların tüzel kişilik (cemaat vakfı) namına tashihi (düzeltilmesi) olanağı da tanınmıştır. (Dr. Suat Bestan, a.g.e. sh.99, 99)
3.- Öncelikle dini ve hayri bir müessesenin işlevini özgürce yerine getirebilmesi yeterince gelir sahibi olmasına bağlıdır. Bu gelirin sağlanması ve giderek gelişebilmesi vakfa yapılan menkul ya da gayrimenkul bağışların devamına bağlıdır. Sonuç olarak vakıfların işlevlerini yerine getirebilmeleri için gayrimenkul edinebilmesi gereklidir.
4.- Kararda da belirtildiği gibi bu vakıfların taşınmaz malları, Müslüman vakıflarında da olduğu gibi, muhtelif tarihlerde tapuya kaydedilmiştir. Eğer azınlık vakıflarının taşınmaz mal edinmeleri irade-i seniyenin genişletilmesi ise, bu nasıl mümkün olabilir. Hem 1912 yılında ilk kez vakıfların tüzel kişi olarak taşınmaz mal edinmelerine izin veren yasa döneminde, hem de daha sonra , Cumhuriyet döneminde 1970 yılına kadar, hem 1936 öncesi hem de 1936 sonrası vakıfların taşınmaz mal edinmelerine izin verilmesi ciddi bir çelişki değil midir ?
5.- İrade i seniye ile kurulan Müslüman vakıflarının taşınmaz mal edinmesini önleyen bir düzenleme bulunmaması da bu çelişkinin açık bir göstergesidir.
6.- Cemaat vakıflarının tüzel kişiliğe sahip olduğu kabul edildiğine göre, 'Vakıflar kanununun 42. maddesinin ikinci cümlesine göre: 'Bu kanunun hükümleri yürümeye başladıktan sonra hadiselerde bu kanun ve sarahat olmayan ahvalde meri kanunların hükümleri tatbik olunur'. Kanun-ı Medeninin Suret-i Meriyyet ve Şekl-i Tatbiki Hakkındaki kanunun 7. maddesinin 2. fıkrasına göre de: 'Hükmi şahısların ehliyetlerinin derecesi herhalde, yeni kanunun meriyyeti tarihinden itibaren işbu kanuna tabidir'. İmdi, Medeni kanunun 46. (Yeni Medeni Kanunun 48.maddesi M.B.) maddesi gereğince, " Tüzel kişiler, cins, yaş, hısımlık gibi yaradılış gereği insana özgü niteliklere bağlı olanlar dışında bütün haklara ve borçlara ehildirler." (Prof. İsmet Sungurbey Eski Vakıflar Yeni Sorunlar, Sayfa 355) Yani tüzel kişiler taşınmaz mal edinebilir ve tasarruf edebilirler. Bu hak ehliyetinin kaldırılması için ise yasal bir düzenleme gerekir. Azınlık vakıflar için ise, Yargıtay Hukuk Kururlunun sadece belli bir konuyla ilgili kararı ve bu karara dayanılarak alınan diğer Yargıtay kararları dışında herhangi bir yasal düzenleme ve yargısal içtihat yoktur.
Osmanlı İmparatorluğunun da bulunduğu devletler grubu, birinci dünya savaşında yenik duruma düşünce Türk Milleti İstiklal savaşını başlatmış, savaş sonrasında da Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Lozan Antlaşmasının eldeki davayı etkileyen 42/son maddesinde (... Türkiye Hükümeti gayrimüslim Türk tebaasına ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve müessesatı hususiyeye temin edilmiş olan teshilatı lazımeden "lüzümlu kolaylıklardan" hiç birini beriğ etmeyecektir. "Lüzumlu kolaylıklarda engelleme yapmayacaktır"...) ifadeleri yer alınmıştır. (Madde metnini içeren Lozan adlı eser Hukuku Düvel Profesörü M.Cemil Bilsel tarafından 1933 yılında yazılmış ve aynı yıl neşredilmiştir.)
Lozan Antlaşması ve özellikle 42.maddesinin öngördüğü hükümler batı devletlerinin birinde yürürlükte bulunan bir Medeni Kanunun gecikilmeksizin alınması düşüncesini de o günün şartlarında geçerli kılmış ve İsviçre Medeni Kanununun alınması isabetli bir sonuç olarak görülmüştür. (Bkz. Suat Bertan, a.g.e Sh.2, 8, 4)
Medeni Kanunla birlikte 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe giren Kanunu Medeninin Sureti Mer'iyet Ve Şekli Tatkiki Hakkındaki 864 Sayılı Kanunun 8.maddesinin birinci fıkrası "Kanunu Medeninin mer'iyete vaz'ından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur" hükmünü getirmiştir.
Sözü geçen hükümde işaret olunan 4.Ekim.1926 tarihinden önce mevcut vakıflara ilişkin Tatbikat Kanunu, 2762 sayılı ve 5.6.1935 tarihli Vakıflar Kanunu adı altında yürürlüğe konulmuştur. Gerçekten Vakıflar Kanunu "4.Teşrini Evvel 1926 tarihinden önce mevcut olan vakıflar hakkında tatbikat kanunu layihası" adıyla hükümet tarafından TBMM'ne sevk edilmiş, 1929 yılında tanınmış İsviçre Hukukçularından Prof.Hane Lemann Türkiye'ye davet edilip; konu hakkında sunduğu projeden de yararlanılarak uzun görüşmeler sonunda "Vakıflar Kanunu" adını alan kanun kabul edilmiştir. (Bkz. TBMM.Tutanak Dergisi, Devre 5. Cilt 4-5 sayısı 124-2; İ.Özmen, H.Çorbalı, Kadastro Kanun Şerhi Sh.484)
Anılan 2762 Sayılı Kanunun hükümet gerekçesinde ve gerekçesine uygun olarak TBMM tarafından kabul edilip yürürlüğe giren birinci maddesinin cemaatlerce idare olunan vakıfların "mülhak vakıf" olduğu açıklanmış, idare ediliş yöntemleri belirtilmiştir. Kanunun muvakkat maddesiyle de, mevcut cemaat vakıfları için, onları idare edenlere, Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne beyanname verme yükümlülüğü getirilmiştir. Somut olarak konu cemaat vakıfları yönünden önem taşıyan 44.maddesinde ise (...16.Şubat.1328 tarihli kanunun yayınlanmasından sonra tapuya verilmiş defterler ve buna benzer belgelerle anlaşılacak olan yerlerin o yolda vakıflar kütüğüne geçeceği...) hükmü yer almıştır.
Hukukun üstünlüğünü benimsemiş çağdaş bir hukuk devletinde sorunların, yasaların öngördüğü biçimde çözüme kavuşturulması asıldır. Bunun yanında ahde sadakat ilkesi gereği sorun hakkında varsa uluslararası sözleşme hükümleri elbette uygulanacaktır. Ne var ki, Osmanlı döneminde kabul edilmiş kanun hükümleri, Lozan Antlaşması ve Cumhuriyeti ilan eden TBMM'nde görüşülüp kanunlaşan cumhuriyet sonrası düzenlemeler tüm olarak ele alınıp değerlendirildiğinde; Osmanlı İmparatorluğunun ilk dönemlerinden itibaren ve padişah fermanı (emri mahsusa) ile kurulmuş, sonraki tahsislerde genişletilmiş, akarlarıyla da desteklenmiş ve vakfiyesi olmayan cemaat vakıflarının 1936 yılında verilmiş beyannamelerinin, taşınmaz mal varlıklarını belli etme ve sonradan taşınmaz mal edinme bakımından "vakıf name" niteliğiyle kabul edilmesi bir zaruret olarak ortaya çıkmıştır. Yargısal uygulama; sapma göstermeksizin beyannameleri "mal bildirim belgesi" olarak değil ilgili düzenlemeleri (mevzuatı) bir bütünlük içerisinde değerlendirip vakfiye niteliği ile uyuşmazlıkların çözümünde dikkate alınmıştır.
7.- 1328 tarihli kanunda da, 2762 sayılı Vakıflar kanunun da istenen beyannamelerin, vakıfname (vakfiye) olmadığı kesindir.
Bu durum her iki kanunun gerekçesinde de açıkça belirtilmiştir.
16 Şubat 1328 tarihli Kanunun Esbab-ı Mucibe Mazbatasında (gerekçe tutanağı) şöyledir: "... Bir de işbu kanunun hükmü suret-i mutlakada (kesinlikle) kaldığı halde, makable şamil (geçmişe etkili) olmayacağından ve halbuki müessesat-ı mezkure (söz konusu kurumların ) namına şimdiye kadar nam-ı müstear (takma ad) ile tasarruf oluna gelen gayr-i menkulatın (taşınmaz malların) gerek tasarruf ve gerek mahluliyyeti nokta-i nazarından (açısından) bir takım ihtilafat tahaddüs (meydana çıkan uyuşmazlıklar) etmiş ve bunlardan devlet için hiçbir faide-i iktisadiyye istihsal (ekonomik yarar elde edilmediğinden) edilmediği halde tarafeynce (taraflarca) ardı arkası kesilmez münazaat (çekişme) meydana gelmiş olduğundan işbu ihtilafat (anlaşmazlık) ve münazaatın (çekişmelerin) bilkülliyye (tamamen) ref (kaldırma) ve izalesi (giderilmesi) için anların dahi bir müddet-i muvakkate (geçici bir süre) zarfında müracaatı şartıyle müesseseler namına tashihi (düzeltme) hakkında bir fıkra dercolunmuştur (eklenmiştir). (Bkz.Emval-i Gayri Menkule Kavanin-i Muvakkatesi, Müdevvenat-ı Kanuniye Müdiri Karakoç Serkis Efendi'nin nazar-ı tedıyk ve tashihinden geçirilmiş, Sahib ve Naşiri: Matbaa ve Kütüphane-i Cihan sahibi Mihran, İstanbul 1338-1355, Sayfa 56/57)"
... Osmanlı Cemaat ve müessesat-ı hayriyyesi (hayır müesseseleri) namlarına şimdiye kadar nam-ı müstear ile kasabat ve kura ( köy) dahilinde tasarruf olunagelen emval-i gayri menkule (taşınmaz mal varlıkları) işbu kanunun tarik-i neşr ve ilanından (yayınlanmasından) itibaren altı ay zarfında müracaat olunduğu surette fıkra-yı sabıkada muharrer şerite tevfikan (şartlara uyularak) müesseseler namlarına tashih olunur.
(Prof.Dr. İsmet Sungurbey'in "Eski Vakıflar Yeni Sorunlar" isimli kitabında Sayfa 354)
Vakıflar Kanununun gerekçesinde ise "Vakıfları ve bilhassa akalliyet (azınlık) vakıflarının alelıtlak mütevelliler elinden alınması esasını Şurayı Devletin terviç etmemiş olması ve bu vakıfların bir kısmı ile bir sınıf sanat ashabına mahsus bazı vakıfların müntehap (seçilmiş) heyetler tarafından idare edilmekte olması hasebile bunların aynı surette devam etmeleri zaruri görülerek mezkur maddelerde bu cihetler tasrih edilmiştir... Bu kanunun meriyete vazı ile beraber şimdiye kadar devlet teşekkülleri ile hiçte alakadar olmamış bir çok vakıflar ve bu meyanda akaliyet vakıflarında da Devlet murakabesi teessüs edecek demektir. Murakabe edilmek için, murakabe edilecek şeyin mahiyetinin bilinmesi zaruridir. Halbuki bu vakıflar hakkında umum müdürlükçe hiçbir kayıt ve malumat yoktur. Bunun için bu kabil vakıfları idare edenlerden derhal bir beyanname istenmesi ve badema vakıfta tasarruflarının bu beyannamenin tasdikine taliki ve beyannameler muhteviyatının sıhhat ve selametini temin için de bunların istinad edeceği vesaikin bu kanunun neşrinden evvel mevcut ve meri bulunduğunun sabit olması esasının şart ittihazı muvafık mütalea edilmiş, 1-5. maddeler bu esaslar dairesinde tedvin edilmiştir."
"......Görülüyor ki, gerek 16 Şubat 1328 tarihli Kanunun esbabı Mucibe Mazbatasındaki açıklamalar, gerekse bu Kanunun 3.ek "Fıkra-i muvakkate"si de, bu kanunun yayımlanmasından sonra tapuya verilmiş beyannamelerin, yalnızca cemaat vakıflarının öteden beri tasarruf ede geldikleri taşınmazların tapuya tescili için bildirimden ibaret olup, yoksa hiçbir suretle vakfiye (vakıfname) niteliğinde olmadığı tam bir açıklıkla ortaya koymaktadır.
... Bunun gibi 2762 sayılı Vakıflar kanunun Muvakkat Maddesinin (A) bendine göre 'vakıfların mahiyetlerini, varidat membalarını ve bunların sarf ve tahsis mahallerini , geçmiş son senenin varidat ve masraflarının miktar ve nevilerini... gösterir beyannamelerin de, çok eskiden kurulmuş olup zaten tüzel kişiliğe sahip bulunan cemaat vakıflarının kuruluş belgesi demek olan vakıfnameleri niteliğinde olmadığı meydandadır. Bundan dolayıdır ki, gerek 16 Şubat 1328 tarihli kanunun 3. maddesinde ek 'Fıkra-i Muvakkate'sinde, gerekse 2762 sayılı Vakıflar Kanununun muvakkat maddesinin (A) bendinde , bu beyannamelerde cemaat vakıflarının satış, bağış ya da vasiyet yoluyla taşınmaz mal edinebilip edinemeyeceği hususunun açıkça belirtilmesi hiçbir suretle gerekli görülmemiştir. Bu yüzden, bu beyannamelerde vakfın bağış ya da vasiyet yoluyla taşınmaz mal edinebileceği yolunda bir hükme yer verilmiş olmasına kural olarak ihtimal dahi verilmez. Bu gerçek karşısında, cemaat vakıflarının hak ehliyetinin böyle muhal bir şarta bağlanmasının , 'Hiç kimse muhal ile mükellef tutulamaz' ilkesine açıkça ters düştüğü, amiyane tabirle 'Olmayacak duaya amin' demek kabilinden olduğu gibi , cemaat vakıflarını Medeni Kanunun 46. maddesi (Yeni 48) uyarınca yasadan ötürü sahip oldukları genel hak ehliyetinden yoksun bırakmaktan başka bir şey olmadığı meydandadır". (A.g.e. 356).
8.- "Beyanname hukukta kabul edildiği şekliyle "AÇIKLAYICI" bir işlemdir. Oysa bir vakfın kuruluşunda aranan vakfiye "KURUCU" bir işlemdir. Açıklayıcı bir işlemi vakfiye olarak adlandırmak ve ona kurucu işlem anlamını yüklemek hukuken mümkün değildir. Nitekim cemaat vakıfları 1936 yılından 1970 yılına kadar satın alma, bağış ve vasiyet gibi yollarla taşınmaz iktisap etmiş ve tapuya kaydetmişlerdir. Ancak 1974 tarihli Yargıtay Hukuk Kurulu kararı ile bu beyannameler vakfiye olarak kabule edilmeğe başlanmış ve bu tarihten sonra cemaat vakıflarının yeni mal iktisapları engellendiği gibi , eski taşınmazları da ellerinden alınmıştır. Tartışmaların kaynağında, hukukun en temel ilkelerine aykırı olan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun bu yorumu yatmaktadır. (İstanbul Barosu, İnsan Hakları Merkezi Azınlık Hakları Çalışma Grubu Basın Açıklaması, 2002 Ocak)
9.- Bu konuda yargısal uygulamanın sapma göstermediği de bir yanılgıdır. Yine Prof.Dr. İsmet Sungurbey'in aynı eserinin 357.sayfasında,
"Nitekim, Danıştay, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun yukarıda anılan kararının tersine olarak, cemaat vakıflarının Vakıflar Kanununun yürürlüğe girmesinden sonra da , taşınmaz edinmeye ehil olduğunu emsal niteliğindeki kararıyla pek haklı ve isabetli olarak kabul edilmektedir.
Gerçekten de, Danıştay Başkanlığının resmi yayınları arasında Danıştay Tasnif ve yayın Bürosu'nun 22 sayılı yayını olarak yayınlanan 'Danıştay 12. Daire Kararları' adlı kitapta (Birinci Kitap,cilt II, Ankara 1976 , sayfa 358, No.3233) yer alan emsal kararda aynen şöyle denmektedir. 'Medeni Kanunun 46. maddesine (Yeni 48) göre, tüzel kişiler insana has olanlardan başka bütün hakları iktisap ve borçları iltizam edebilecekleri cihetle, davacı (Surp) Agop Hastanesi Vakfının kanun tarafından men edilmemiş bulunan bütün tasarrufları yapmaya yetkili olduğunu kabul etmek gerekeceğine ve gerek Vakıflar Kanununda, gerek diğer mevzuata cemaat vakıflarının yeni akar inşa edemeyecekleri hususunda bir hüküm de bulunmadığından, (Surp) Agop Hastanesinin maliki olduğu Mulenruj adı ile anılan binanın satışından ve diğer kaynaklardan elde ettiği gelirlerle büro inşa etmesine izin verilmemesine
İlişkin tasarrufun iptaline karar verilmiştir. (Danıştay 12 Dairesinin 2.3.1970 tarihli ve esas 1966/337, Karar 1970/391 sayılı kararı).
Danıştay 12. Dairesinin 28.2.1972 tarihli ve Esas 1970/1121, Karar 1972/622 sayılı emsal içtihadında da gene bu gerçek tam bir açıklık ve kesinlikle belirtilmektedir:
'Uyuşmazlık konusu taşınmaz malın satın alınmasının ve tapuya gidilmesinin Vakıflar idaresinin denetimi altında yapılması gerekmekte ise de,ortada bir yapı, fiili ve hukuki bir durum bulunması karşısında, Vakıflar idaresinden başlangıçta izin alınmadığından bahisle taşınmaz malın tescil edilemeyeceği yolunda yapılan işlemde hizmet gereklerine uyarlık görülmediğinden iptaline karar verilmiştir'.
10.- (Prof.Dr. İsmet Sungurbey, sayfa 359) " Bu beyannamede, cemaat vakfının edebileceği bağışlar hiçbir suretle para gibi taşınır mallara hasredilmiş olmayıp mutlak olarak bağışlardan söz edilmiş olduğundan, "Mutlak, ıtlakı üzere cari olur" yolundaki akıl ve mantık ilkesince, davalı cemaat vakfının kabul edebileceği bağışların kapsamına taşınmaz mal bağışlarının da girdiğinden hiç kuşku yoktur.
Nitekim, doktrinde, tam bir görüş birliğiyle,bağışlamanın konusunun başkasına geçirilebilen her türlü şey ya da hak olabileceği belirtilmiş olduğu gibi, 'Bir gayrimenkul yahut gayrimenkul üzerindeki hak' da olabileceği Borçlar kanununun 238.maddesinin 2.fıkrasından da tam bir açıklıkla anlaşılmaktadır.
( Bkz. Prof.Dr.Haluk Tandoğan, Borçlar Hukuku- Özel Bor İlişkileri, (Akdin Muhtelif Nevileri), Cilt I, 2. Basım Ankara 1974, Sayfa 264; Prof. Dr. Kenan Tunçomağ, Türk Borçlar Hukuku, Cilt II, Özel Borç İlişkileri,3. Basım, İstanbul 1977 , sayfa 381; Prof.Dr. Feyzi N. Feyzioğlu, Borçlar Hukuku, İkinci Kısım, Akdin Muhtelif Neviler, Özel Borç İlişkileri, cilt I, 4.Basım,İstanbul 1980,sayfa 320-323)".
Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte devletin, modernleşme süreci içerisine girdiği, bir yandan yepyeni yasal düzenlemelerle çağdaş hukuk devleti olma çabalarını sürdürürken, diğer yandan Osmanlı döneminden kalma bir kısım kurumları, benimsenen hukuk düzenine uyumlu hale getirdiği işlevini yitiren bazılarını da tasfiye cihetine gittiği bilinmektedir.
Bu cümleden olarak, 1926 tarih 743 sayılı Medeni Kanunla yeni Vakıf ve Derneklerin kuruluş ve işleyişleri düzenlenirken, 2762 sayılı Vakıflar Kanunuyla da eski vakıfların tasfiye ve yeni bir düzene sokulması düşünülmüştür. Esasen Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra anılan yasada öngörülen vakıf (tesis) lar ile eski vakıflar arasında oluşan ikilem belirtilen tasfiye ve düzenlemeyi zorunlu hale getirmiştir.
Nitekim, mülk araziden oluşan sahih vakıfları ile tahsisat ve irsadat kabilinden olan, gayri sahih vakıfların, ekonomik ve sosyal zorunluluklar nedeniyle icareteyn ve mukataaya bağlanması usulüne 2762 sayılı yasa hükümleri uyarınca son verilmiş, yasanın 27, 29 ve 30. maddeleri ile de vakıflara ait mukatalı toprakların ve icareteynli taşınmazların taviz bedeli karşılığı mutasarrıflarına geçirilmesi öngörülmüştür.
11.- Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte devletin modernleşmesi ve çağdaş bir hukuk devletine dönüşmesi için, Osmanlı döneminden kalan ve işlevini yitiren bazı kurumların tasfiye edildiği doğrudur. Kanun koyucu bu nedenle bazı vakıfları tasfiye ederken, diğerlerinin varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli koşulları getirmiştir.Kilise, okul, yetimhane ve hastanelerin işlevini yitirdiğini iddia etmek mümkün değildir. O halde, bu hayır müesseselerinin taşınmaz mal edinmesini yasaklayarak, bu vakıfların tasfiye edilmesine yol açmak kanun koyucunun amacını aşan bir zorlamadır. Diğer taraftan vakıfların kiralama yöntemlerinden olan ve muvazaaya yol açtığı için kaldırılan icareteyn ve mukataa usullerinin, cemaat vakıflarıyla yakından ya da uzaktan bir ilgisi yoktur. Her halükarda cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmelerinin engellenmesinin amacının, bunların tasfiyesi amacını taşıdığı iması da hukuki bir yaklaşım olamaz.
Diğer taraftan yine aynı yasanın 1.maddesi ile bazı vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğünün yönetimine (mazbuteye) alınırken; bir kısmı adı geçen genel müdürlük denetiminde kalmak üzere mülhak vakıf olarak mütevellilerinin yönetimine bırakılmıştır.
Yine 2762 sayılı yasanın 44.maddesi, yasanın yürürlük tarihi olan 1935 yılı itibarıyla vakıf mallarının belirlenip tapu siciline tescilinin sağlanması için düzenleme getirmiş; bununla yetinilmeyerek anılan yasanın muvakkat maddesinde cemaat vakıflarına da vakfa ait taşınmazları bildirme ve bu süratle adlarına tescil olanağı sağlanmıştır.
Bütün bu düzenlemeler incelendiğinde görüleceği üzere Medeni Kanun öncesi mevcut vakıflar arasında herhangi bir ayrım yapılmadığı anlaşılmaktadır. Bunun yanında, düzenlemelerin temel amacının eski vakıfların yeni bir düzene sokulması onların vakıflarının tesis tarihlerindeki amaçları doğrultusunda korunması olduğu açıktır.
Kuşkusuz Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra kurulmuş bir cemaat vakfının belgelenmesi durumunda, taşınmaz mal edinme ehliyeti (hak ehliyeti) yönünden anılan kanun hükümleriyle, Vakıflar Kanunu hükümleri birlikte değerlendirilecek; uyuşmazlığın çözümü buna göre yapılacaktır. Ancak, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra kurulmuş gayri Müslim bir cemaat vakfıyla ilgili çekişmeye ilişkin dosya daire kayıtlarına geçmemiştir.
12.- 29 Mayıs 1926 tarih ve 864 sayılı, Kanunu Medeni'nin Sureti Meriyeti ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesinde açıkça "Kanunu Medeninin meriyete vazından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunun neşrolunur.
Kanunu Medeninin meriyete vazından sonra vücuda getirilecek vakıflar, Kanunu Medeni ahkamına tabidir" denmektedir. Yani Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra kurulacak vakıfların Medeni Kanun hükümlerine uyması gerektiği belirtilmektedir. Diğer taraftan Medeni Kanunun 74.maddesinin ikinci fıkrasında "Kanuna, ahlaka ve adaba veya milli menfaatlere aykırı olan veya siyasi düşünce veya belli bir ırk veya cemaat mensuplarını desteklemek gayesi ile kurulmuş olan vakıfların tesciline karar verilemez" denmektedir. Demek ki, istense de 1926 yılından sonra cemaat vakfı kurulması mümkün değildir.Bu nedenle de Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra kurulmuş bir cemaat vakfından söz edilemez.
Bu itibarla vakfiyesi olmayan, vakfiye niteliği ile değerlendirilen 1936 tarihli beyannamesinde de taşınmaz mal edinebileceği belirtilmeyen cemaat vakıflarının bu tarihten sonra sebebi ne olursa olsun taşınmaz mal edinemeyecekleri gözetilmeli ve sonucuna göre bir hüküm kurulmalıdır.
13.-Yukarıda anlatılan nedenlerle, 1936 yılında verilen beyannameler vakfiye yerine geçemez. Kanun koyucunun amacı bu vakıflardan vakfiye istemek olsaydı, bu husus kanunda açıkça belirtilir ve düzenleme de bir beyanname şeklinde değil, vakfiye şeklinde yapılırdı. Temel kural yasaların açık ve kesin olmasıdır.
Hal böyle olunca; davanın kabul edilmesi ve hükmün onanması belirtilen gerekçelerden ötürü sonuçları bakımından doğrudur. Bu nedenle davalı vakıf vekilinin HUMK.nun 440.maddesinde yazılı hallerden hiçbirisine uygun düşmeyen karar düzeltme isteğinin REDDİNE, davalından usulün 442/3. maddesi ve 4421 sayılı yasa gereğince takdiren 35.592.000 lira para cezası ile 6.610.000 lira ret harcının alınarak Hazineye gelir kaydına 25.9.2001 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
E.Özkaya Başkan, C.Çetiner, A:U.Turan, M.E.Seçkin, Y.Öztürk (üyeler)