90’lı yılların Kürt çocuklarının, “Kürtçe biliyor musun?” sorusuna “Anlıyorum Ama Konuşamıyorum” diye verdikleri cevap bugün bir kitabın ismi.
Alev Karaduman’ın İletişim Yayınevinden Eylül 2015’te raflardaki yerini alan kitabı bugünlerde ikinci baskıya gidiyor.
Kitabında sekiz gencin Kürtçe ve Kürt kimliği ile ilgili ilişkisini ve hatıralarını anlatan Karaduman son bölümde de kendi hikayesini anlatmış.
Devletin baskılarından dolayı “konuşamıyorum” diyen ebeveynlerden, öğrenemedikleri için “konuşamıyorum” diyen çocuklara uzanan hikayeleri Alev Karaduman ile konuştuk.
Bu çalışmaya nasıl karar verdiniz? Hepsinden önce kimlerle konuştuğunuzu merak ediyorum.
Şehirlerde asimile olmuş, kimliği yarıda kalmış bir kesim vardı “anlıyorum ama konuşamıyorum” diyen.
Benim konuştuğum kişiler siyasi göçle gelenler ve daha çok orta sınıf aileler. Bu aileler, çocuklarını korumak için ekstra bir çaba harcıyor. Kendilerini var edebilmelerinin tek yolu çok iyi Türkçe konuşmak, derslerinde çok başarılı olmak, bir çizgi tutturup paçayı kurtarmak.
Bugün bu Kürtlerin barış için yaratacağı bir fark var mı?
Kesinlikle var. Kitaptaki söyleşide geçiyor. “Birine bir şey anlatmak istiyorsanız biz fikirlerimizi hemen şap şup söylemiyoruz. Yaftalanabilirsiniz, aranıza mesafe konulabilir. Fikirlerini söylemeden “iyi Kürt arkadaş” pozisyonuna gelip sonra fikirlerini söylediğin zaman insanlar size bir şey söyleyemiyor. Öyle ortamlar var ki, asimle olmamış bir Kürdün girip çıkabileceği kendini ifade edebileceği ortamlar değil belki ama ben o ortamlara girip çıkarım. Benim Türkçem onların beni dışlamaması için yeterli, benim Türkçem oralar için vize mahiyetinde, gerek varoluşum, giyinişim.”
Siz batıda büyüdüğünüz zaman öyle yerlere vize almış oluyorsunuz görüntünüzle ve konuşmanızla. O vizeyi iyi bir şekilde kullanabilen, akıllıca işler yapabilen, iyi söylemler üretebilen Kürt gençlerinin bu anlamda barış sürecine katkıda bulunabileceğini düşünüyorum.
Neden kimliklerini “şap şup” ortaya dökmüyorlar ya da yine kitapta geçen ev Kürtlüğü ne anlama geliyor?
Onu bir tezde duymuştum. Kürtlük sadece evde olan bir şeydi ya da akraba ortamında. Evde Kürtçe konuşulur, sokakta Türkçe. Kriminalize edilmekten korktukları için evde bırakıyorlardı Kürtçeyi. Süreç dediğimiz rahatlamaya kadar böyle devam etti.
Ahmet Kaya’ya yapılan protestodan TRT 6’e geldiğimiz bir süreçti.
TRT 6, tam ev Kürtlüğü gibi devlet kürtlüğü gibi bir şey oluyor. “Bu haberleri yayınlarsanız böyle olursanız. Bakın Kürtçe de konuşabilirsiniz” der gibi. Mevcut hükümetin siyasete, duruma, olaya bakışı bu şekilde yansıyor. Ahmet Kaya ise hem Türkçe şarkı söylüyor hem de Kürt olduğunu herkes biliyordu. Türkiye’nin ikiyüzlü tavrını Ahmet Kaya örneğinde çok net görebiliyoruz. Türkülerin öyle bir gücü, öyle bir duygusu var ki toplumun her kesimine hitap edebiliyor. Linç girişimi de kitaptaki söyleşilerin birçoğunda var, kırılma noktalarından birisi. Ben mesela kırk soruluk soru formu hazırlarken Ahmet Kaya’yı yazmamıştım. İnsanlarla konuştukça, insanların Ahmet Kaya’dan bahsetmek istediklerini gördüm.
Neden bu araştırmanın içerisinde yazarın kendi hikayesi var?
Kürt edebiyatçılarla mı konuşsam, hikayecilerle mi konuşsam, hiçbir fikrim yoktu. Oturdum, kendi kendime anlatayım dedim. Benim Kürtçe bilmemekle ilgili problemim ne? Hikayemi yazdım. Kronolojisi falan da güzel oldu. İnsanların aynı benmiş gibi bu izlek üzerinden hikayelerini yazmak istedim. Herhangi bir araştırmacı olarak değil de, “hadi kendi sorunumuzu anlatalım” diye.
Nasıl bir izlek bu? Genel hatlarıyla çizebilir misiniz?
Söyleşileri yaparken yaklaşık 50 soruluk bir soru metnim vardı. İlk başta göçten önceki hayatlarını, hatırladıklarını anlatmalarını istiyordum. Sonra göçü ve göçün nasıl gerçekleştiğini, siyasi olaylara ailelerin verdikleri tepkilere odaklanıyordum. Abdullah Öcalan yakalandığında evinizde nasıl bir ortam vardı. Kürt olduğunuzu ilk ne zaman söylemeye başladınız. Dördüncü bölüm ise daha çok Kürt siyasetine bakışları ile ilgili. En son bölümde de yarım kalmışlıklarını ve kendilerinden sonraki nesillere bu aktarımı nasıl yapacaklarını sordum.
Konuştuğunuz kişilerin anlattıklarını olduğu gibi yazmışsınız. Geçmişi ve o zamanların Kürdistanı’nı biraz otantik anlatmıyorlar mı? Sizin için de aynısını düşünüyorum.
Genelde çok küçük yaşlarda göç ettikleri için bir otantik kısmı da var. Ama otantik olmasının nedeni, oranın uzakta kalışı, medyanın orayı lanse ediş şekli, şehir ortamında başkalarından orayla ilgili duydukları. Hatıralar katmerleniyor.
Kitapta bahsi geçen kavramlardan biri de asimilasyon. Asimilasyon nasıl bir süreç genel olarak?
Bu aileler büyük şehre taşındıktan sonra kendi aralarında Kürtçe konuşmaya devam ediyorlar. Ne zaman ki İstanbul’da, büyük şehirde okula gidip gelmeye başlıyorlar, o zaman kendi kültürleri ile çok büyük ayrıma girip daha bir Türkleşme ve asimilasyon başlıyor.
Size hikayelerini anlatanlar “Ben asimile olmuş bir Kürdüm” diye kendilerinden bahsediyorlar mı?
Kitapla ilgili istediğiniz değişikler var mı, hoşlanmadığınız şeyler var mı diyordum. Onlardan bazıları “biz asimile olmuş Kürtleriz” kısmını yazılardan çıkartmamı istediler. Çünkü bu bir yandan ağır bir tabir, ağır bir kabul.
Son bölümdeki hikayeniz de “ağır kabullerden” oluşuyor. Zor olmadı mı o kısmı yazmak, kitaba eklemek?
Benim zaten son bölümü yazmam kendi pişmanlığım ve hesaplaşmam. Evet belki cesurcaydı ama gerçekten benim kendi kendime yapmam gereken bir hesaplaşmaydı. Yapmasaydım, insanlara soracak cesaretim olmayacaktı. Birçok kişi belki de benim kendi hikayemi de kitaba koyduğumu bildikleri için bu kadar rahatça anlattılar.
Kürtçeyi öğrenmek bir dil kursuna giderek mümkün olur mu?
Benim konuştuğum Kürtlerin asimilasyon anlamında kendilerini en üzgün, en ezik hissettikleri, en yarım kalmış hissettikleri dil konusuydu. O yüzden dil konusu ağırlıklı tutmam gerekti. Ben kendimi Kürt olarak kabul etmiş de olsam, Kürtçeyi daha iyi kullanmaya çalışsam da belki ileride çeviri bile yapabilecek olsam da ben bunu kendi çocuğumu aktarabilecek miyim? Bir aktarım olarak devam ettirebilecek miyim?