"Aydın Girişimi" (sivil inisiyatif) ve Başbakanın açıkladığı görüşlere, "Kürt sorunu" ve "Demokratik Cumhuriyet" kavramları kullanımına, devletçi muhafazakar kesimin, ANAP, DYP, MHP ve CHP'li "Milliyetçi-Cephe"nin tepkileri, "Yeni milliyetçi akım" ideologlarının AKP değerlendirmeleri (bk. Ü. Özdağ, Yeni Türk Milliyetçiliği, Üç Ok, 05), mahfuz alanda beklenen çatışma / uzlaşmazlıkların ilk belirtileri.
Milli Güvenlik Kurulu'nun 23 Ağustos Salı günü yapılan kritik toplantısı ertesinde açıklanan bildiride de, hükümetin öncelik ve tercihlerinin genel kabul görmediği okunuyor.
Her iki söylem farklı. Farklı yaklaşımlar önce "Cumhuriyet" tanımında görülüyor. MGK'nın kullandığı formül, "Demokratik Cumhuriyet" yerine, nitelikleri Anayasada belirlenmiş (ulusun tümlüğü, ülkenin bölünmezliği) "Anayasal Cumhuriyet". Bildiride "demokratikleşme süreci" yer almazken, etkin savaşım kararlılığı ve "güvenlikleştirme" öncelik kazanıyor.
MGK'da, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi çizgisinde, "etnomilliyetçilik"e tepki olarak "Kürt sorunu"terimi de kullanılmıyor.
Ancak not etmek gerekir ki, Erdoğan Ankara konuşmasından farklı olarak Diyarbakır'da, sorunun "tek bayrak, tek millet, tek devlet" çerçevesinde çözüleceğini, üç kırmızı çizgi çizerek, etnik, bölgesel, dini milliyetçiliğe karşı olduklarını ve etnik aidiyetin "alt-kimlik" olduğunu vurgulamıştı.
Başbakan, geçmişte hataların yapıldığını kabul eder, "pozitif ayrımcılık" sözü verirken, terör eylemlerinden ayırdığı "Kürt sorunu"nun çözümü için daha çok demokrasi ve "vatandaşlık hukuku" üretilmesi gerektiğini söylüyor.
"Demokratik Cumhuriyet" ise, Cumhuriyetin demokratikleştirilmesini, rejim değişikliğini düşündürüyor. Bu nedenle yönetsel, siyasal katılma hakları tanıma olasılığı tepki doğuruyor.
"Kürt sorunu" tartışılırken, Güneydoğu "cephe örgütleri" denetimi dışında, Diyarbakır'da yüz dolayında sivil toplum örgütünün Başbakanın 12 Ağustos konuşmasına destek verdiği, çözümü demokraside aradığı görüldü.
Amerika Birleşik Devletleri'nin 28 Şubat 2005 tarihli İnsan Hakları Raporu'nda, Türkiye'de son dönemde görülen iyileştirmelere rağmen insan hakları ihlallerinin sürdüğü, Güneydoğu'nun bu konuda daha kritik durumda olduğu iddia edilmişti.
"Kürt sorunu'na ilişkin belirlemelerini "Milliyet / Irk / Etnik köken - azınlıklar" başlığı altında yapan rapor, DEHAP'a yönelik taciz girişimleri, sosyal ya da siyasal olarak Kürt kimliklerini açıklamada, kamusal alanda Kürtçe'yi kullanmada, karşılaşılan zorluklar üzerinde durmuştu.
Başbakanın "Kürt sorunu"nun çözümü için daha çok demokratikleşme istemesi ertesinde, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTUK) yerel televizyonlarda Kürtçe yayın için gerekli girişimleri ve ilgili yönetmelik değişikliği çalışmalarını başlattı. Bu, "daha çok demokrasi"nin içi nasıl doldurulacak sorusuna verilen ilk cevaptı.
"Kürt sorunu" tartışmalarında öncelikli sorunlardan biri "Kürt sorunu" dosyasını karartma arayışı. Bir başkası, güvenlikleştirme ve demokratikleştirme, terörle mücadelede hak ve hürriyetleri koruma problemi.
Bu konu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün 5 Ağustos'ta "kısıtlanmış yetkiler" rahatsızlığını açıklamasından sonra yeniden canlandı.
Bazı köşe yazarları hukuk devletinde açılan kara deliğin Türkiye'ye ithalini! önerdi...
"Terörizmle mücadelede salt insan hakları hukuku, salt savaş hukuku veya ikisi birden uygulanabilir. Biz, 1984-1999 arasında sadece insan hakları hukukunu uyguladık, bu bir hataydı. Tüm mücadele İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Mahkemesi'nin denetimine bağlandı... Oysa iç çatışmalar için savaş yerine 'uluslararası olmayan çatışma' kavramını kullanan Cenevre Sözleşmeleri'nin ortak 3. maddesi, terörle mücadelede çok daha geçerli bir hukuki zemin oluşturuyor... Fazladan Amerika, teröristin savaş hukukunu ihlal etmesinden hareketle 'hukuk dışı savaşçı' kavramım ortaya atarak, teröristlerin haklarını da sınırlıyor. Türkiye de bu yola gidebilir..." (G. Aktan, Radikal 2" Ağustos 05).
Amerika Birleşik Devletleri'nde yargı yerleri ve hukukçuların mahkum ettiği "hukukun sıfır noktası" Türkiye'de hâlâ savunulabiliyor. Hukukta terörün bir başka adı...
Meclis içi ve dışı muhalefet partilerinin "Kürt sorunu"nu karartma yaklaşımı ortak. Bu partiler, etnisite, bölgenin sosyo-ekonomik sorunlarının "Kürt sorunu" dosyası içinde düşünülmesinin bölücü teröre ortam ve olanak hazırladığı görüşünü paylaşıyor.
Oysa karartma, emekli Orgeneral Aytaç Yalman'ın Cumhuriyet'teki makalesinde yazdığı gibi, hareketin köklerinin 70'li yıllarda görülmesini engellemiş, 1970 yılı kongresinde gündeme getirdiği "Kürt sorunu" nedeniyle Türkiye İşçi Partisi'nin kapatılmasını hazırlamış, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri müdahalelerinin Marksist-Leninist söylem kullanan etno-nasyonalizmin yükselişindeki rolünün düşünülmesini geciktirmişti.
Yalman'nın değerlendirmesine göre: "1971-1973 yıllarında Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı'nda Apocular, DDKO (Doğu Devrimci Kültür Ocakları) adı altında görülen davalar, bölgesel Marksist-Leninist davalar olarak değerlendirilmiş, olaylar adli bir vak'a olarak görülmüş, bu oluşumun sosyal ve siyasal sebepleri ve tabii ki sonuçları dikkate alınmamıştı."
"Kürt sorunu"nu karatma arayışı, bugün de benzer sorunları beraberinde getirmekte. (BÇ/TK)