Bilgi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden Arş. Gör. Kudret Çobanlı'nın "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 23. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
İddianameye konu edilen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri, bir barış talebi ve müzakerelere dönme çağrısıdır.
Bu çağrı suç unsuru taşımadığı gibi hak ihlallerini dile getirmek, devlet aktörlerini evrensel normlara ve hukuka uygun davranmaya çağırmak da anayasal güvence altında olan ifade özgürlüğüm kapsamındadır. Suçlamaları kabul etmiyor, beraatimi talep ediyorum.
Savunmama, mevcut tablo içerisinde adil yargılanma hakkımın halihazırda ihlal edilmiş olduğunun altını çizerek başlamak isterim.
Aynı fiile isnaden, isimler değiştirilerek çoğaltılmış bir iddianameyle fakat ayrı ayrı yargılandığımız bu davalar silsilesinin bir kısmında karar açıklanmış durumdadır.
Öte yandan bu süreç bizleri yargılandığımız iddianamenin gayriciddiliğini de tekrar tekrar dile getirmek zorunda bırakıyor. Akademik uğraşın temel taşı olan analitik düşünce, ikna edici gerekçeler göstererek neden-sonuç ilişkileri kurmayı gerektirir.
Bu neden-sonuç ilişkisi hukukun da dayanağı olması gerekirken, iddianame bir takım olayları art arda sıralayıp bunlar arasında hiçbir kanıt göstermeden, gösterme çabasına dahi girmeden, bir ilişki olduğunu iddia ediyor.
Benzer şekilde, bildirinin suç unsuru taşıdığına dair iddialar da, bildirinin yazıldığı bağlama dair tespitler de yine somut gerekçelere değil, “Neden?”, “Nasıl?” sorularına yanıt vermeyen kanaatlerden türetiliyor.
Dahası, bildiri içerisinde neyin olduğuna değil neyin olmadığına bakılıyor, hatta metnin çevirisini tekrar çevirerek olmayanı yaratmak gibi yöntemlere başvuruluyor.
Dolayısıyla, bir nevi “söyledim, oldu” mantığıyla yazılmış, hukuki muhakemenin en temel şartlarını yerine getirmeyen bir iddianame karşısında suçsuzluğumu ispatla yükümlü olmayı birçok açıdan sorunlu buluyorum.
11 Ocak 2016 tarihli barış bildirisine imza atmakta insani ve vicdani gerekçelerim önceliklidir. Öte yandan, ben bu bildiriye bir sosyal bilimci adayı olarak, akademik sorumluğumu da dikkate alarak imza verdim.
Sosyal bilimlerin çeşitli disiplinleri, insanlık tarihindeki sayısız adaletsizliğin, toplumsal eşitsizlik ve kitlesel şiddetin nasıl mümkün olabildiği sorusuna da yanıtlar arar.
Dolayısıyla, yaşadığım ülkenin artık neredeyse asırlık meselelerinden biri olan, Kürt kimliğine ilişkin talepler etrafındaki sorunu görmezden gelmeyi, üzerine bilgi edinme arayışına girmeme ve söz söylememeyi imkânsız buluyorum.
Bu doğrultuda, 11 Ocak 2016 tarihli barış bildirisine, çatışma ve çatışma çözümüne dair dünyadaki farklı örnekleri analiz eden çalışmaların ortak vurgularını önemsediğim için de imzaladım.
Yalnızca bu çalışmalar değil, bizzat ortak toplumsal deneyimimiz bize apaçık şunu söylüyor: Siyasi çözümlerin önünün ısrarla kapatılması, hukuk dışı yollara başvurulması ve sivillerin temel haklarının yok sayılması şiddeti bitirmek bir yana, daha da katmerlenmesine ve içinden çıkılması giderek zorlaşan bir şekilde sürmesine yol açtı ve açmaya devam ediyor.
Bu bağlamda, özellikle sivillerin temel haklarına ilişkin olarak, bildirinin yayınlandığı tarihlerde, Türkiye’nin doğu ve güneydoğu illerinde devam eden sokağa çıkma yasağı ve çatışmalara dair tabloyu hatırlatmak gerekiyor.
Temmuz 2015’ten itibaren bazı il ve ilçe merkezlerinde ilan edilen süresiz, kesintisiz sokağa çıkma yasağı, burada yaşayan sivillerin başta yaşam hakkı olmak üzere temel haklarını ihlal etti; bazı güvenlik görevlilerin orantısız şiddet ve hukuka aykırı davranışları kimi zaman kendilerine ait sosyal medya hesaplarından paylaşıldı.
Her ne kadar iddianame, yine hiçbir kanıt göstermeksizin “Bildiride Türkiye'nin doğu ve güneydoğusundaki yerleşim alanları için betimlenen tablonun tamamen gerçek dışı olduğu(nu)” iddia etse de, gerek Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin tespitleri gerekse Avrupa Konseyi İnsan Hakları Yüksek Komiseri’nin Kasım 2015 tarihli raporu ve daha sonra Venedik Komisyonu’nun Haziran 2016, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin ise Şubat 2017 tarihli raporları, barış bildirisinde dile getirilen endişe ve eleştirilerin haklılığını ortaya koyar niteliktedir.
Bu tabloyu akılda tutarak yeniden şiddet, çatışma, çatışma çözümü ve barış üzerine olan literatürün söylediklerine dönmek istiyorum.
Bu literatürün, ısrarla altını çizdikleri arasından birkaç noktayı çok önemsiyorum. Bunlardan ilki, şiddetin doğasına dair bir hatırlatma. Birçok çalışma, fiziksel ve doğrudan şiddetin, ona eşlik eden simgesel şiddetle birlikte ve ancak onunla var olduğunu aktarır.
Bir yerin tehlikeli ilan edilip abluka altına alınması, orada yaşayan insanların “şüpheli” ilan edilerek temel haklarından mahrum bırakılmasının haklı sebepleri olduğu iddiası da, doğrudan şiddetin sürmesini mümkün kılan yahut kolaylaştıran bir simgesel şiddet örneğidir.
Üzerinde duracağım ikinci nokta ise, dünyanın farklı coğrafyalarındaki çatışma sonrası süreçleri inceleyen araştırmaların, müzakere süreci başlatıldığı halde şiddetin yeniden devreye girmesi halinde, bu sefer çok daha yıkıcı ve uzun vadeli bir şiddet sarmalına dönülebileceği yönündeki uyarılarıdır.
Ben, barış bildirisine, sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği, gözlemcilerin, siyasi temsilcilerin ve sağlık görevlilerinin dahi girmesine izin verilmediği bölgede bir abluka yaratılması ve burada yaşayan insanların “şiddeti hak eden, cezalandırılması meşru kitleler” olarak gösterilmesine kuvvetli bir şekilde itiraz etmeye ihtiyaç duyduğum, bunu asgari bir sorumluluk olarak gördüğüm için imza verdim.
Temmuz 2015’ten bu yana gelişen süreçte yaşanan can kayıpları ve hak ihlallerine dikkat çeken her ses, bir şiddet döngüsüne dönülmesini engellemeye çalışmıştır.
“Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı akademisyenler bildirisinin, yaşam hakkını korumaya çalışarak mesleklerinin gereğini yapan hekimlerin, toplumun başka kesimlerinde gelen barış çağrılarının bugün yargılanıyor olmasının esas sebebi, şu veya bu kelimenin kullanılması ya da kullanılmaması değil; doğrudan şiddeti uygulanmasını kolaylaştıracak sembolik şiddetin kırılmasına izin verilmek istenmemesidir.
Siyaset felsefeci Hannah Arendt, şiddeti şiddet yapanın bir ihtimal olarak hep var olması olduğunu ve bunun muhatabının zihninde ve dünyasında, kimi zaman fiziksel düzlemde gerçekleşmiş olmasından daha derin izler bırakacağını söylemişti.
Siyasal ve barışçıl çözümden yana olanlardan sürekli kendilerini açıklamaları, söylediklerini bırakın söylemedikleri hakkında bile bıkıp usanmadan izahat vermeleri beklenirken, çatışma bölgesinde görevli kolluk güçlerinin hukuk dışı eylemlerinin sorumsuzluk güvencesi altına alınması; “kanlarında duş alacağız” gibi açık ölüm tehditlerinin cezasız bırakılması şiddetin bir ihtimal olarak hep orada olmasını sağlayan, sadece muhataplarını değil tüm toplumu sağlıksızlaştıran bir durumdur.
Binlerce ölüme, ağır insan hakları ihlallerine sebep olmuş ve tüm toplumsal düzenimizi hastalıklı hale getirmiş bir meselenin, müzakereler aracılığıyla kalıcı bir çözüme kavuşturulması ve barışın sağlanması halen talebimdir.
Bu talebin muhatabı da benim vatandaşlık bağıyla bağlı olduğum, hukuka riayet etmesi beklenebilir olan devlettir. Dolayısıyla bu çağrının muhatabının devlet olması sadece doğal değil, olması gerekendir.
Bu noktada, iddianamenin seçici şekilde atıf yaptığı, hangi davanın hangi kararı olduğu dahi belirtilmeyen AİHM kararlarına dair, AİHM’in de şiddete teşvik etmediği sürece devletin ve devlet görevlilerin sert bir dille eleştirilmesini ifade özgürlüğü içerisinde saydığını; bunları eleştirmenin makul sınırının şahısları eleştirmenin sınırından daha geniş tuttuğunu hatırlatmak isterim.
Devleti hukuka uymaya, yaşam hakkını korumaya, meselenin çözümüne ilişkin siyasi yollara ve bizzat iddianemede övülmüş olan müzakere sürecine dönmeye yönelik bir çağrının suç unsuru barındırdığını düşünmüyorum. Tüm bu gerekçelere istinaden beraatimi talep ediyorum. (KÇ/TP)