Edward Said kendisiyle birlikte oluşturduğumuz, edebiyat ve beşeri bilimler üzerine makalelerini bir araya getiren KIŞ RUHU adlı seçkisinde yer alan aynı adlı yazısına şöyle başlıyor:
"Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. ... Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır..."
Edward Said'le tanıştığınız zaman, Princeton ve Harvard üniversitelerinde eğitim görmüş, mükemmel piyano çalan, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) en iyi üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalışmış bir akademisyenin kendine güvenli bakışının ardında bu hüznü seziyorsunuz.
Nitekim 1996'da yayın kurulunda olduğu Grand Street'in sahibi Jean Stein'la birlikte Türkiye'ye geldiklerinde kendisiyle tanıştığımız akşam, yayıncıyla yazarın kibar ve mesafeli, bol teori göndermeli konuşmaları birkaç saat içinde yerini doğduğumuz ülkelerin ortak tarihine, derken aramızdaki yaş farkına rağmen ne kadar çok benzer yanı olduğunu şaşırarak keşfettiğimiz çocukluk anılarına bırakmıştı.
Filistin davasının yılmaz savunucusu olmasını sağlayan şeyin altında da bence bu hüzünden bir pay var. Geçmiş özlemi değil bu, ama Paul A. Bové'nin söylediği gibi, "Walter Benjamin'de de olduğu gibi, tarihin çiğnenerek yok edilmiş değerlerine sıradanın üzerinde bir bağlılık", öyle ki Said "bu ayaklar altına alınmış tarihi doğru zamanlarda hatırlayabilir ve ondan doğru şekillerde bahsedebilirsek, kendi olgunluktan uzak, hatta acımasız uygarlıklarımızı da kurtarma imkanımız olacağına" inanıyor sanki.
Nitekim İstanbul'a geldiğinde kendisiyle Defter dergisi için yaptığımız söyleşide "Benjamin'in tarihin muzafferlerin tarihi olduğu yolunda harika bir cümlesi vardı; tarihçinin görevi, bu muzaffer resmi geçidin daima kurbanların çökertilmiş gövdeleri üzerinde yapıldığını hatırlamaktır. Bu duyarlığa sahip olmanız gerekir. Bu yüzden anlatı ve kimlik, hiç değilse benim için, hiçbir zaman istikrarlı bir şey olmadı; çünkü bunların içine kısılıp kalabilirsiniz, aygıtın bir yaratığı haline dönebilirsiniz. Çünkü kimlik ve anlatı tabii ki, hükümet için, toplumsal yetke için, devletin siyasal iktidarı için merkezi bir rol oynuyor," demişti.
Kimlik politikalarının sınırlılığını çok iyi bilen Said, söyleşimizde üzerine basa basa "Sorun olan evrensel ilkelerin yokluğu..." diyordu. Barış ve Hoşnutsuzlukları adlı yapıtında, "Kültürlerarası diyalog ve insanların bir arada yaşamasından yanayım: yazdığım ve uğruna mücadele ettiğim her şey bu amaca hizmet eder. Ama gerçek bir diyalog olabilmesi için önce gerçek ilkelerin ve gerçek adaletin yerleştirilmesi gerekir," diye yazıyordu.
Bu yüzden Şarkiyatçılık adlı yapıtının Batı düşmanlığı olarak algılanmasından büyük rahatsızlık duyuyordu, hatta yeni basımlarına özel bir bölüm eklemiş, Türkiye'deki çevirisinin yanlı ve eksik olduğunu düşündüğünden bizden kitabını yeniden çevirtip basmamızı istemişti. Biz de istediğini gerçekleştirerek 1999'da Berna Ülner'in çevirisiyle bastık Şarkiyatçılık'ı.
Dünyanın kötülüklerine gözlerini kapamadığı halde umudunu hiç yitirmemesi, bizlere bıraktığı en önemli derslerden biri bence. Bunu yapmak için gereken gücü kuramla uğraşırken pratikten ve güncel politikadan hiç kopmamasıyla, kitaplar ve müzikle ilişkisi sayesinde yeryüzünden geçen nice değerli zihinle bağlantı kurmasıyla bulduğunu düşünüyorum. Ve dünyayı bizler için daha yaşanılası kılmış olan Edward Said'in anısını yaşatmanın görevimiz olduğuna inanıyorum...(MS/NM)
* Metis Yayınları, Edward Said'in Şarkiyatçılık (çev. Berna Ülner, ilk basım Mart1999, üçüncü basım Eylül 2003) ve Kış Ruhu (çev. Tuncay Birkan, Eylül 2003) kitaplarını yayınladı.