Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden ihraç edilen Arş. Gör. Hülya Dinçer'in Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Başkan, Değerli Üyeler,
Bugün huzurunuzda, 11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuyla paylaşılan “Bu suça ortak olmayacağız’’ başlıklı metne desteğimi açıkladığım için bulunuyorum. Yani 2212 akademisyenin arkasında durduğu bir düşünceyi desteklemekten dolayı terör örgütü propagandası yapmakla suçlanıyorum.
Bugün burada bulunmamın sebebi olan savcılık iddianamesine dair birkaç tespitle söze başlamak istiyorum.
İddianame, beni ve yüzlerce meslektaşımı, “terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru göstermek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmak’’la suçluyor ve bunu yaparken de birbiriyle hiç bir bağlantısı olmayan, sadece rastlantısal biçimde ard arda gelen birtakım olaylar arasında nedensellik bağı kurulabileceğini iddia ediyor.
Cumhuriyet savcısı, bildirinin içeriğinin terör örgütü propagandası oluşturduğunu kanıtlamak için, imzacı akademisyenlere bir dizi eylem isnat ediyor.
Bunların bazılarını heyetinizin dikkatine sunmak istiyorum: “Türkiye cumhuriyeti devleti aleyhine karalama kampanyaları düzenlemek; Devleti suçlu gibi, gayri meşru yıkıcı bir güç’’ olarak lanse ederek hedef haline getirmek; Ülkeyi karışıklığa sürüklemek, halkın maneviyatını kırmak, ülkede kaos yaratmayı amaçlayan mesajlar taşımak; devletleri Türkiye’nin iç işlerine müdahale ettirmeyi amaçlamak; ters algı operasyonları yapmak; devlet otoritesini zaafa uğratmak’’..
CMK md. 174’e göre, hakkımızda düzenlenen iddianamenin, bize isnat ettiği ‘terör örgütü propagandası’ suçlamasını, maddi delillerle ilişkilendirerek temellendirmesi gerekir.
Bunun için Cumhuriyet savcısının bildiriye imza atan akademisyenlerin hangi fiilleriyle, hangi somut araçları kullanarak, “terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterdiklerini ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yaptıklarını’’,şüpheden uzak delillerle ortaya koyması gerekir.
Oysa iddianame, bunu ortaya koyacak tek bir maddi delil içermiyor. Bunun yerine iddianame tümüyle, hiç biri TCK’da, TMK’da ya da herhangi bir ceza mevzuatında suç olarak düzenlenmemiş birtakım yeni isnatlar üzerine kurulmuş.
Ceza mevzuatında, ülkeyi karışıklığa sürüklemek, halkın maneviyatını kırmak, ülkede kaos yaratmayı amaçlayan mesajlar taşımak; devletleri Türkiye’nin iç işlerine müdahale ettirmeyi amaçlamak; ters algı operasyonları yapmak’’ gibi suçların olmadığını çok iyi biliyoruz. Bu suçlamalardan hayal gücünü zorlayan bir tanesini özellikle vurgulamak istiyorum: “Egemen bir devlete iç sorunlarını çözmek maksadıyla uluslararası bağımsız gözlemci davet etmek “. Bu suçlamaya sebep olan ise bildirideki şu ifadeler: “ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz”.
Eğer bilinçli bir çarpıtma söz konusu değilse, savcının uluslararası gözlemcinin tanımı ve görevine dair bir bilgi eksikliği içinde olduğu anlaşılıyor. Çünkü ulusal ve uluslararası gözlemcilerin ülkede gözlem ve raporlama yapması, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler uyarınca ve yetkisini bizzat devletin tanıdığı kuruluşlarca gerçekleştirilen, olağan bir insan hakları denetim mekanizmasıdır.
Pek çok kuruluş yıllardır Türkiye’nin onay ve bilgisi dahilinde, periyodik olarak Türkiye’deki insan hakları durumunu inceliyor. Örneğin Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi, en son 2015 yılında işkence iddialarını araştırmak üzere Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulundu.
Birleşmiş Milletler Zorla Kaybetmeler Çalışma Grubu çok yakın bir tarihte Mart 2016’da Türkiye’ye resmi ziyarette bulundu ve Türkiye makamlarına tavsiyelerini içeren bir rapor yayınladı.
Hatta hükümete Güneydoğu’da son güvenlik operasyonları sırasında, cenazelere erişilemediği yönündeki iddiaların kapsamlı ve bağımsız bir şekilde araştırılması gerektiğini iletti. Bu gözlem ve ziyaretler devletin rızası ve izni dahilinde gerçekleşir.
Herhalde devlet bu ziyaretlere izin verirken, savcının ifadesiyle egemen bir devlet olma vasfından vazgeçmiş olmuyor. Demek ki egemen bir devlet de pekala kendisini hukukla ve insan haklarıyla bağlayabilir!
İddianamenin bu şekilde büyük bir gayretkeşlik içinde yeni suçlar yaratma çabası, aslında bildirinin içeriğinin suç oluşturmadığının en açık delili olarak okunabilir.
Bildirinin içeriğinin cebir veya şiddet içeren yöntemleri övdüğü iddiası öylesine hayali, öylesine gerçek dışı ki; kanıtlama çabası baştan anlamsız; dolayısıyla iddianame savcısı, kendisini kanun yerine koyarak yeni suç ihdas etme yoluna gitmiş.
Savcı kendisi suç ihdas ederek, bizden “suçta ve cezada kanunilik’’ ilkesini, “kanunsuz suç olmaz’’ prensibini çöpe atmamızı istiyor. Oysa bu ilkeler bir hukuk devletinde yurttaşları keyfi cezalandırmadan koruyan temel hukuki güvencelerdir.
Savcının CMK’nın kendisine yüklediği görev uyarınca, isnat ettiği propaganda suçunu temellendirmek için ortaya hiç bir somut delil koymamasına rağmen ben burada, Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözüme kavuşturulması talebini içeren bu bildirinin neden suç oluşturmadığını ve tümüyle ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu açıklamaya çalışacağım.
Aslında normal şartlarda bunun için sadece iki cümle kurmam yeterli olurdu:
1. Bildirinin içeriğinde herhangi bir örgütün adının anılması ya da herhangi bir örgüte atıfta bulunulması söz konusu değildir;
2. Bildiride bir terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerinin övüldüğüne ya da bu yöntemlere başvurmanın teşvik edildiğine dair tek bir ifade yoktur.
Çünkü hepimizin bildiği gibi, 2013’te “İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hk. Kanun’’la değiştirildiği haliyle, TMK’nın 7/2 maddesine göre propaganda suçunun oluşması için, 1) propaganda niteliğinde bir fiilin bulunması, 2) propagandanın konusunu terör örgütünün oluşturması ve 3) bu propagandanın terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek nitelikte olması gerekir.
Fakat iddianame mahkemeniz tarafından kabul edildiğine ve terör örgütü propagandası suçlamasıyla bugün karşınızda olduğuma göre; bildirinin içeriğinin neden suç oluşturmadığına dair daha kapsamlı bir açıklama yapmak zorundayım.
Yargılamaya konu olan bildiri, barış içinde yaşama hakkının devlet tarafından tesis edilmesi talebini içeriyor.
Ayrıca sokağa çıkma yasakları sırasında işlenen hak ihlallerinin ortadan kaldırılmasını, ihlale neden olan sorumluların tespit edilmesini ve yargılanarak cezalandırılmalarını, vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tazmin edilmesini talep ediyor.
Biraz önce bahsettiğim, TMK md. 7/2’de yapılan değişikliğin, yasakoyucu tarafından dile getirilen amacı, değişiklik gerekçesinde şöyle dile getirilmiş: “suçun kapsamını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi standartlarıyla uyumlu hale getirmek’’.
Yani esasen yasakoyucunun değişiklikle amaçladığı, TMK madde 7/2’nin muhalif fikirler üzerinde bir baskı ve cezalandırma aracı olarak kullanılmasının önüne geçmek.
Ben de, kanunda geçen bu “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi standartları’’ ışığında, yani tümüyle suçlandığım kanunun değişiklik gerekçesindeki atıf temelinde, bildirinin içeriğinin neden suç oluşturmadığını size açıklamaya çalışacağım.
Savcılık, isnadlarını temellendirmek amacıyla tırnak içinde verdiği bazı ifadeleri AİHM’e atfetmiş ama bu ifadelerin AİHM’in hangi kararlarında geçtiğini, hangi somut bağlamla ve başvuruyla ilişkili olduğuna dair hiç bir kaynak göstermemiş.
Bense size, kanun gerekçesinde esas alınan AİHM standartlarını kaynak göstererek, bildirinin içeriğinin neden suç oluşturmadığını anlatacağım.
AİHM standartları uyarınca, ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun esas temellerinden birini oluşturur ve ifade özgürlüğü sadece olumlu karşılanan veya zararsız ya da kayıtsız kalınabilecek görülen “bilgileri” veya “fikirleri” değil; asıl olarak rencide eden, şoke eden veya rahatsız eden fikirleri de korur.
Kamu yararını ilgilendiren konular söz konusu olduğunda, ifade özgürlüğüne yönelik sınırlamanın alanı çok dardır. Hoşgörülebilir eleştirinin sınırları, özel bir kişi veya bir siyasetçiyle karşılaştırıldığında, hükümet açısından çok daha geniştir.
Hükümetin elinde, kendisine yöneltilen suçlama ve eleştirilere cevap verebileceği çok sayıda araç bulunduğu göz önüne alındığında, bu tür ifadeler karşısında ceza hukuku araçlarına son çare olarak başvurması gerekir. AİHM’e göre, ulusal mahkemeler devlet otoritelerine yönelik eleştirileri cezalandırmaktan kaçınmalıdır.[1]
Barış Bildirisi, Türkiye’de çatışmaların çok yoğunlaştığı, sivil yerleşim yerlerinde ağır silahların kullanıldığı ve bizzat resmi makamların açıklamalarına göre yüzlerce kişinin öldüğü bir dönemde yayımlandı. Bu özelliğiyle bildiri, devletin ve hükümetin ülkedeki bu en ağır siyasi soruna ilişkin aldığı önlemleri eleştirdiği için en geniş siyasi ifade özgürlüğünden yararlanmalıdır.
Anayasa Mahkemesi’nin Bekir Coşkun kararında bununla ilgili çok önemli bir tespitini sizinle paylaşmak istiyorum: “sağlıklı bir demokrasi, bir hükümetin yalnızca yasama organı veya yargı organları tarafından denetlenmesini değil, aynı zamanda sivil toplum örgütleri, medya, basın veya siyasi partiler gibi siyasal alanda yer alan diğer aktörlerce de denetlenmesini gerektirir.”[2]
Yani demokratik bir hukuk devletinde hükümetin eylem ve tasarrufları, sadece yasama ve yargının değil; kamunun da yakın denetimine tâbidir. İşte bildiri, siyasi iktidar üzerindeki bu kamusal denetimin bir aracı niteliğindedir.
AİHM’in ifade özgürlüğünün sınırlarına ilişkin belirlediği standart ise; şiddete tahrik koşuludur.
Bir ifade, ancak dile getirilen görüşün, şiddete veya kanlı intikama yönelik bir çağrı içermesi, terör suçlarının işlenmesini meşrulaştırması veya belirli kişilere karşı köklü ve irrasyonel bir nefreti teşvik etmesi halinde sınırlandırılabilir.
Ayrıca bir ifadenin sadece ağır olması, hükümeti eleştirmesi ve hatta tek taraflı olması, yani sadece tek bir tarafı eleştirmesi şiddete tahrik ettiği anlamına gelmez.
Bildiride yer alan ‘kasıtlı ve planlı kıyım’, ‘sürgün’ gibi sözcükler, her ne kadar iddianame savcısına ağır gelse de, bunların şiddet içeren yöntemleri meşru gösteren, öven veya bu yöntemlere başvurulmasını teşvik eden; bu yöntemi benimseyen yapıları destekleyen ifadeler olduğunu söylemek mümkün değildir.
AİHM daha önce bu ifadelerden çok çok daha ağır ifadelerin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna karar verdi. Mahkeme’nin Türkiye aleyhine verdiği kararlardaki ifade örneklerini yazılı savunmamda bulabilirsiniz.
AİHM’in ifade özgürlüğü konusunda verdiği ihlal kararları sadece Türkiye’yle ilgili değil elbette. Bildirinin içeriğine benzer bir makalenin cezai yaptırıma konu olduğu çok yakın tarihli Dimitriyevski v. Rusya kararında AİHM, ‘Çeçenlerin soykırıma uğradığını iddia eden, kanlı Kremlin rejiminin canice çılgınlığından söz eden, Rus terörü ve terörist yöntemler gibi ifadeler kullanan; Rus işgalcilerin, amaçsız kitlesel katliamlar, yargısız infazlar gerçekleştirdiğini’ ileri süren bir makalenin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna karar verdi.
Çünkü siyasi söylemlerin doğasında tartışma yaratmak ve iğneleyici, rahatsız edici olmak vardır. Burada kullanılan ifadelerin resmi devlet politikasına yönelik doğrudan ve sert eleştiriler içermesi ve tartışmaya açılan durumun nedenine ve sorumluluğuna dair tek taraflı bir bakış açısını yansıtması, -tek başına- ifade özgürlüğüne yönelik müdahaleyi meşru hale getirmez.
Devleti, bildiride geçen ifadelerden çok daha ağır ifade ve sıfatlarla suçlayan eleştiriler şiddete tahrik ya da “cebir ve şiddet içeren yöntemleri övmek’’ olarak nitelenmezken, bildirideki ifadelerin terör propagandası ile suçlanması abesle iştigaldir.
Tıpkı Dimitriyevski başvurusunda olduğu gibi, bildiride hükümete yöneltilen eleştiriler, silah ya da terör yöntemleri kullanılmasına dair bir çağrı içermiyor; tam aksine “müzakere koşullarının hazırlanmasnıı ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını” öneriyor; yani Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülmesi için devlet yetkililerine yönelik bir çağrı yapıyor.
Geçen ay, 25 Eylül’de AİHM, bir günde tam 6 başvuruda[3] Türkiye’nin ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine karar verdi. Bu başvuruların tamamında yurttaşlar devlet politikalarını eleştiren basın açıklamalarına, yürüşlere katıldıkları, slogan attıkları için propaganda suçundan cezalandırılmıştı.
Mahkeme bu eylemlerin kendiliğinden şiddete, silahlı ayaklanmaya ya da direnişe teşvik etmediğine ve kendiliğinden şiddete başvurulmasına yol açmadığına karar vererek, Türkiye’nin başvurucuları terör örgütü propagandası suçundan cezalandırmasının ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine karar verdi.
Sadece AİHM değil, ülkenin en yüksek yargı mercii olan Anayasa Mahkemesi de aynı ilkeleri kabul etmiştir. Yine, incelemek isterseniz bu kararların ayrıntılarını yazılı olarak sunduğum savunmamda bulabilirsiniz.
Özetle, AİHM ve Anayasa Mahkemesi içtihadında ortaya çıkan çok açık bir şey var: bir ifade açıklaması, eğer şiddete, silahlı ayaklanmaya ya da direnişe çağrı içermiyorsa ve kendiliğinden şiddete başvurulmasına yol açmıyorsa, bu ifade terör örgütü propagandası oluşturamaz!
Bir yurttaş olarak AİHM’in veya Anayasa Mahkemesi’nin bu kararlarını tasvip etmeyebilirsiniz ama bir ağır ceza mahkemesi heyeti olarak, diğer tüm idari ve yargısal merciler gibi, siz de bu kararlarla bağlısınız; ifade özgürlüğüne ilişkin ilke ve normları uygulamakla yükümlüsünüz.
Bahsettiğim kararları yargılama faaliyetinizde dayanak alma yükümlülüğü, hem Anayasa’nın TC’nin insan haklarına saygılı bir hukuk devleti olduğunu düzenleyen 2. maddesinden, hem Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını ve idari makamları bağladığını düzenleyen 153. maddesinden, hem de uluslararası insan hakları sözleşmelerinin iç hukukta doğrudan etki doğurduğunu ve kanunların üzerinde olduğunu düzenleyen 90. maddesinden kaynaklanır.
Devletin egemen iradesiyle kendini bağlı kıldığı hukuka riayet etmesi, mahkemeler ve idari makamlar eliyle insan hakları yükümlülüklerini yerine getirmesi, insan haklarına bağlı hukuk devletinin bir gereğidir; bu kuralları hiçe sayması ise bir hukuk devleti olmadığının ilânıdır.
Bu doğrultuda yargının temel görevi de, ifade özgürlüğünün kullanımını cezalandırmak değil; onu mümkün olan en geniş biçimde korumaktır.
Buraya kadar, bildirinin neden terör propagandası olarak değerlendirilemeyeceğini izah etmeye çalıştım. Peki bildiri ne içeriyor? Bildirinin ne olmadığını daha açık izah edebilmek için, kısaca bildirinin ne olduğundan bahsetmem gerek.
Birincisi bildiri, devletin sokağa çıkma yasakları sırasında benimsediği politikalara yönelik sert bir eleştiri içeriyor.
Bunu yaparken de bir varsayıma, savcının ileri sürdüğü gibi “tamamen gerçek dışı, güvenilir temelden yoksun’’ bir iddiaya ya da “gerçekdışı bir yakıştırmaya’’ dayanmıyor; bildirinin kamuoyuyla paylaşılmasından önce, sokağa çıkma yasakları sırasındaki çatışmalar esnasında ağır insan hakları ihlallerinin işlendiğine dair pek çok saygın ulusal ve uluslararası insan hakları örgütünün; ayrıca BM, Avrupa Konseyi gibi devletlerarası kuruşların hazırladığı çok sayıda rapora dayanıyor.
Bu raporlardan mahkemeniz önünde sıkça bahsedildi; bu yüzden raporların içeriğine ayrıntılı olarak girmeyeceğim. Sunduğum ekli listede ilgili raporların Türkçe ve İngilizce linklerini bulabilirsiniz.
Fakat en azından iddianamede yer alan, “tamamen gerçek dışı, güvenilir temelden yoksun” ifadelerinin doğru olup olmadığının tespit edilmesi için bu raporların dosyaya girmesi gerekir.
Bu raporları düzenleyen kuruluşlar arasında, İnsan Hakları İzleme Örgütü, Uluslararası Af Örgütü, Venedik Komisyonu (Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu), Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu gibi alanında en yetkin uluslararası insan hakları örgütleri ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri ve BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği gibi en yetkili kişiler de var.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, 1 Şubat 2017 tarihli 25 sayfalık raporunda, sivillere yönelik şiddeti kabul edilemez olarak niteliyor ve “Anayasa’ya ve uluslararası yükümlülüklere aykırı olarak tek bir soruşturmanın başlatılmamış” olduğuna dikkat çekiyor.
Bu rapor ve beyanların yanı sıra, AİHM sokağa çıkma yasakları sırasında yapılan tedbir başvurularının bir kısmını kabul etti ve devletin, acilen yaşama hakkını korumaya alacak tedbirleri hayata geçirmesine hükmetti.
Mahkeme, sokağa çıkma yasakları sırasında işlendiği iddia edilen yaşama hakkı ihlallerini, hakkın önemine binaen, öncelikle incelemeye karar verdi. Nitekim yakın bir tarihte, önümüzdeki ay, 13 Kasım’da AİHM önünde bu iddialar hakkında bir duruşma gerçekleştirilecek.
Şimdi, uluslararası kuruluşların güvenilir raporlarla tespit ettiği, uluslararası insan hakları mahkemelerinin öncelikle, ivedilikle ele almaya karar verdiği bu ihlal iddiaları, en azından devlet tarafından çürütülünceye kadar, hiç yokmuş gibi, hiç yaşanmamış gibi yapmak mümkün müdür?
Elbette heyetiniz şu soruyu sorabilir. Nitekim Sayın Başkan diğer imzacı akademisyenlerin duruşmalarında bu soruyu birkaç kez yöneltti: “Tamam insan hakları ihlalleri var ama devletin de orada güvenliği sağlama yükümlülüğü var; devlet ne yapsaydı yani?’’
Devlet ulusal güvenliği sağlamak ya da suçu bastırmak için güce başvurabilir evet ama AİHS’e ve Anayasa md. 17’ye göre, bu güç kullanımı mutlaka zorunlu olması, amaçla orantılı olması ve güce gerçekten son çare olarak başvurulması gerekir.
Bir defa sivillerin kasten hedef alınarak öldürülmesi, güç kullanımının zorunlu olduğunu söyleyemeyeceğimiz için kesin biçimde yaşama hakkını ihlal eder.
Diğer yandan, devletin yürüttüğü bir operasyon sırasında gerçekleşen bir ölümün faili belli olmasa dahi yaşam hakkı ihlalinden bahsedilebilir.
AİHM’in Ergi/Türkiye[4]kararında belirttiği üzere, Devlet, güvenlik operasyonunu, çevrede bulunan sivillere yönelik tehdidi en aza indirecek şekilde planlanmak ve yürütmek; operasyon sırasında yaşama yönelik her tür riski en aza indirmek için gerekli özeni göstermek zorundadır. Eğer bunu yapmadıysa devlet, kendi görevlileri öldürmemiş olsa bile, sivil ölümlerinden yine sorumludur.
Gördüğünüz gibi devlet, güvenliği sağlamak, suçu bastırmak gibi meşru bir amaç gütse dahi, yaşama hakkını ihlal etmeme yükümlülüğü devam eder.
Yani terör olaylarını bastırmak her tür insan hakları ihlalini mübah kılar ya da meşru kılar diye bir denklem olamaz.
Bildiri, devletin biraz önce bahsettiğim, adli delillerle ve tanıklıklarla desteklenen raporların tespit ettiği ağır insan hakları ihlallerine son vermesini ve etkili bir soruşturma yürütme yükümlülüğünü yerine getirerek, failleri tespit etmesini ve mağdurların zararlarını tazmin etmesini talep etmiştir. Devletin etkili bir soruşturma yürüterek failleri tespit etme yükümlülüğü nereden kaynaklanıyor?
Türkiye’nin taraf olduğu AİHS’in 2. maddesi ve Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslarararası Sözleşme’nin 6. maddesinde güvenceye alınan yaşama hakkı, kimsenin keyfi olarak yaşama hakkından mahrum bırakılamayacağını düzenler.
Bu hak devlete, sadece bireylerin yaşamına hukuka aykırı bir biçimde son vermeme, yani öldürmeme yükümlülüğü yüklemez; aynı zamanda yaşamı koruma ve yaşama hakkına yönelik ihlalleri ortadan kaldırma yükümlülüğü de yükler. Bunlar devletin pozitif yükümlülükleridir.
Devlet, -ister bir devlet görevlisi eliyle isterse 3. Kişi eliyle olsun-, fail kim olursa olsun, kendi sınırları içerisinde insan yaşamına karşı işlenen tüm suçların sorumlularını ortaya çıkarma, failleri yargı önüne getirme ve ölüm olayına ilişkin maddi olguları aydınlatma yükümlülüğü altındadır.
Devlet yaşama hakkını hedef alan suçları karanlıkta bırakamaz; bunları cezasız bırakamaz! Aksi takdirde yaşama hakkını ihlal etmiş olur.
Bildiride yer verilen ağır insan hakları ihlali iddiaları devlet tarafından etkili bir soruşturma sonucunda çürütülmüş müdür? En azından bugüne kadar, kamuoyuna bu konuda tatmin edici bir açıklama yapılmadı.
Devlet pekala elindeki sayısız araçla bildirideki eleştiri ve iddialara cevap verebilirdi. Bu araçlardan en güçlüsü de şüphesiz ihlaller hakkında etkili bir ceza soruşturması yürütmek olurdu.
Devletin görevi, böylesi ağır ve endişe verici iddialar karşısında, maddi gerçeği açığa çıkarmak ve kamu gücünü hukuka aykırı biçimde kullanarak ihlalleri gerçekleştiren sorumluları tespit etmektir. Hak ihlali iddialarını, ceza hukuku araçlarıyla bastırmak ve bu iddiaları ileri sürenleri terör destekçisi ya da propagandacısı olarak yaftalamak değildir.
AİHM Yavuz ve Yaylalı/Türkiye kararında açıkça şunu söyler: bir düşünce açıklaması, eğer yaşama hakkıyla ilgili ise, demokratik bir devletin makamları, devlet görevlilerince işlenen eylemlere yönelik eleştirilere hoşgörü göstermelidirler.
Yüzlerce akademisyenin yargılanmasına sebep olan bu bildiri de, sayın savcının da mütalaasında vurguladığı gibi, en temel insan hakkı olan yaşama hakkının korunması ve ona haksız, keyfi bir biçimde son verenlerin sorumluluğunun ortaya çıkarılması amacıyla kaleme alınmıştır.
Bildiride, devlete yaşama hakkını korumaya yönelik çağrının dışında başka ne var? Bildiri bu talebin yanı sıra, aynı zamanda devleti barış içinde yaşama hakkını tesis etmeye, kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması için inisiyatif almaya da çağırıyor.
Devlet, hak ve özgürlüklerden özgürce ve tam olarak yararlanmayı güvenceye alması gereken yapıdır. Temel haklardan özgürce yararlanmanın ilk koşulu ise kalıcı bir barış ortamının sağlanmasıdır. Bu yönde adım atılması çağrısı elbette devlete yönelecektir.
Bildirinin muhatabının devlet olmasından daha doğal bir şey yoktur çünkü yurttaşlık bağı ile bağlı olduğumuz, egemenlik yetkisini yurttaşları adına kullanması gereken özne devlettir.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bir akademisyen ve hukukçu olarak, son yıllarda yaptığım çalışmalar, geçmişle yüzleşme ve toplumsal barışın inşası üzerine yoğunlaştı.
Bu çalışmalar sırasında şunu gördüm: kalıcı bir barışın tesis edilebilmesi için, hakikati açığa çıkaracak ve adaleti gerçekleştirecek etkili hukuk mekanizmalarının hayata geçirilmesi çok önemli. İncelediğim farklı tarihsel deneyimler bana, dünyanın pek çok bölgesinde, çatışmalı dönemlerin ardından barış içinde birlikte yaşamın yeniden inşa edilebilmesi için, geçmişte yaşanan suçlara, ağır hak ihlallerine dair hakikatin açığa çıkarılmasının ne kadar vazgeçilmez önemde olduğunu gösterdi.
Bu anlamda hakikat olmadan barışın mümkün olmayacağını öğrendim. Hakikatlerin üstünün örtüldüğü, tahrif ve inkâr edildiği, faillerin cezasız bırakılarak ödüllendirildiği, hayatta kalanların acılarının ve kayıplarının tanınmadığı, yok sayıldığı bir toplumda, açılan yaraları onarmak ve barışı inşa etmek mümkün değil.
Tarih bize, geçmişte yaşanan ağır hak ihlalleriyle kurumsal ve toplumsal düzeyde yüzleşilmediği koşullarda barışın tesis edilemeyeceğini gösteriyor.
Barış bildirisini bir insan hakları hukukçusu ve bir akademisyen olarak hissettiğim ahlaki ve mesleki sorumluluğun yanı sıra, yaşadığımız çatışmalı dönemde işlenen ağır hak ihlallerinin sona erdirilmesinin ve bunlarla hesaplaşmanın, bu topraklarda barış umudunu yaşatmanın temel koşulu olduğunu düşündüğüm için imzaladım.
Şahsıma yöneltilen suçlamaları kabul etmiyorum, beraatimi talep ediyorum. (HD/TP)
[1] AİHM, Castells/İspanya, no. 11798/85, 23.4.1992, para. 42.
[2] AYM, Bekir Coşkun Başvurusu, B. no. 2014/12151, 4/6/2015, para. 66.
[3] AİHM, Polat ve Tali/Türkiye, B. no. 5782/10, 25.09.2018; Ayaydın/Türkiye, B. no. 20509/10, 25.09.2018; Yüksel/Türkiye, B. no. 30682/11, 25.09.2018; Kınık/Türkiye, B. no. 39047/11, 25.09.2018; Yıldırım/Türkiye, B. no. 74054/11, 25.09.2018; Varhan/Türkiye, B. no. 2433/12;
[4] AİHM, Ergi/Türkiye, B. no. 23818/94, 28.7.1998.