Kadir Has Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku Anabilim Dalından Yrd. Doç. Dr. Gülşah Kurt'un Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuna açıklanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalamaktan dolayı, yüzlerce meslektaşıma yapıldığı gibi 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2. maddesinde yazılı “terör örgütü propagandası yapma” suçu temelinde hakkımda İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2017/5648 sayılı İddianame hazırlanmış ve mahkemenizde açılan davaya dayanak olarak kabul edilmiştir.
Bu dava kapsamındaki savunmama öncelikle iddianemeye ilişkin bir takım tespitlerle başlamak istiyorum.
İddianameye İlişkin Değerlendirme
En başta iddianamenin sistematiğinde bir gariplik göze çarpmaktadır. Savcılık daha ilk sayfada barış bildirisine yer vererek, derhal, bildirinin “PKK/KCK terör örgütüne destek bildirisi olduğu” kanaatini paylaşmıştır.
Bu amaçla aynen şu ifade kullanılmıştır:
“Yayınlanan bildiri içeriğinden de açıkça anlaşıldığı üzere, sözde barış bildirisinin PKK/KCK Terör örgütünün alenen propagandası mahiyetinde olduğu sabittir”.
Savcılığın iddianameye almış olduğu bildiriyi okumamış olma ihtimalini düşünmek mümkün değildir. Bununla birlikte, hiçbir yerinde PKK / KCK adının anılmadığı, örgütün herhangi bir eylemine atıfta bulunulmadığı halde nasıl böyle bir hükme varıldığı anlaşılamamaktadır.
Bildiri, yalnızca bu niyeti tespit edebilmek için birçok kez okunsa dahi, bu sonuca ulaşılması mümkün değildir.
Bildirinin içeriği son derece açık ve nettir: Söz konusu bildiri ile sokağa çıkma yasağı bulunan ve çatışmaların olduğu yerlerde yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere hukuk ile koruma altına alınmış tüm hak ve özgürlüklere yönelik ihlallerin ortadan kaldırılması, ihlale neden olan sorumluların tespit edilmesi ve yargılanarak cezalandırılmaları, vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesi, kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması talep edilmiş, bu talepler yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temasların sürdürüleceği ifade edilmiştir.
Burada açıkça “mevcut olmayan” husus ise “herhangi bir örgütün açık propagandasının yapılması” hususudur.
Olmayan bir içeriği bulan Savcının, en azından bu sonuca nasıl ulaştığını anlatması hem sizlere hem de savunma yapan bizlere yol göstermesi açısından çok yararlı olurdu. Ancak ne yazık ki buna hiçbir dayanak gösterilmemiştir.
Belli ki buna gerek de duyulmamıştır. Kaldı ki iddianameyi okudukça bu üslubun genele yayıldığı görülmektedir.
Örneğin hemen devamında şu ifadelere yer verildiğini görüyoruz:
“Bildirinin esas amacının, PKK /KCK Terör Örgütü tarafından sözde “öz yönetim” ilan edilen bölgelerde, güvenlik güçleri tarafından bölgelerin teröristlerden temizlenmesi ve bölge halkının huzur ve refahının sağlanması için yürütülen operasyonların durdurulması için kamuoyu oluşturmak olduğu anlaşılmış, bunun üzerine Cumhuriyet Başsavcılığımızca konuya ilişkin 2016/5734 sayılı “terör örgütü propagandasını yapmak” suçundan soruşturma başlatılmıştır. “
Bu paragrafla Savcılığın bu iddianame vasıtasıyla, Devletin, bu süreçte bölgede yürütmüş olduğu politikayı onaylamak ve belki de kendi deyimiyle bölgede gerçekleştirilen ve burada yaşayan halka yönelik ağır hak ihlalleri ile sonuçlanan operasyonların meşrulaştırılması için “kamuoyu oluşturmak” çabası açık bir şekilde hissedilmektedir.
Sayın Savcının amacı, belli ki, bir suç işlendiği şüphesi üzerine harekete geçerek bu suçla ilgili delilleri toplamak ve suçun kovuşturulması için bir iddianame hazırlayarak mahkemenizde dava açmaktan ziyade alenen “devlete destek bildirisi” yayınlamak, hatta “bölgede gerçekleştirilen operasyonların alenen propagandasını yapmak”tır.
İddianamenin devamında; şüpheliler Esra Mungan, Kıvanç Ersoy, Muzaffer Kaya ve Meral Camcı tarafından yapılan 10 Mart 2016 tarihli basın açıklamasına yer verilerek, bu basın açıklamasının amacının “diğer şüphelilerin bildiri altındaki imzalarından vazgeçmelerini engellemek ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne halen meydan okuyabildiklerini göstermek” olduğu ileri sürülmüş ve söz konusu basın açıklamasına yer verilmiştir.
Öncelikle, bu dört kişi hakkında Istanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılmış olan davaya dayanak oluşturan iddianamede yer verilmiş olan “T.C. Devletine meydan okumak” biçimindeki absürt ve ne gibi bir suçlamayı ifade ettiği belli olmayan bu tespitin bu davaya dayanak olan iddianameye de taşındığı, aynı hukuk garabetinin sürdürüldüğü görülmektedir.
Ceza hukuku mevzuatı içinde hiçbir yere oturtulamayacak kadar tuhaf olan ve Anayasa’nın 38. maddesi ile TCK’nın 2. maddesinde de açıkça yer verilen yasallık ilkesinin nasıl ihlal edilebileceğine örnek olarak derslerde öğrencilere anlatılacak ölçüde ciddi bir hukuk garabetinin bir başka Savcı tarafından hiçbir sorun yokmuşçasına benimsenip tekrar edilmesini hukuk eğitimimizin geldiği nokta bakımından gerçekten üzücü buluyorum.
Diğer taraftan şunu da belirtmek isterim ki; bahsedilen arkadaşlarımız hakkında 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan davaya dayanak oluşturan iddianame ile diğer birçok başka imzacıya ve tarafıma açılmış olan davalara dayanak oluşturan bu iddianame arasındaki benzerlik düşünüldüğünde, bu alıntı aslında beni o kadar da şaşırtmamaktadır.
Birazdan vereceğim örnekler ile birlikte daha da iyi anlaşılacağı üzere; bu iddianame de diğeri gibi ilgisiz olay ve metinleri sıralayarak, bunlar arasında yapay bir bağ oluşturma gayreti ile hazırlanmış, isnat edilen suçu oluşturan eylemin dahi belirtilmediği ve hiçbir somut delile dayanmayan bir kişisel kanaatler toplamıdır.
Gerçekten de buraya kadarki kısım dahi, bu davanın açılmasına temel oluşturan iddianamenin ne tür bir niyet ve sistematik içinde yazıldığını ortaya koymaktadır.
Savcılığın, daha olayların gelişimini anlattığı kısma başlamadan, bir çırpıda bildiriyi “PKK /KCK terör örgütünün propagandası” olarak nitelendirmiş ve geri kalan kısımda da mevcut olmayan bir eylemden bir suç tanımı yaratabilmek için müthiş bir çabaya girişmiştir.
Ancak bu çaba çerçevesinde TMK’nun 7/2. maddesinde yer alan tanıma uyacak herhangi bir eylemin iddianamede belirtildiğini görebilmek mümkün değildir.
TMK Madde 7/2’ye Dayandırılan Suç İsnadının Değerlendirilmesi
İddianamede “11 Ocak 2016 tarihinde ve 10 Mart 2016 tarihinde Yayınlanan Bildirilere İlişkin Genel Değerlendirme” başlıklı bölümde Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi’nin PKK/KCK liderlerinin direniş ve ayaklanma çağrıları ile eşzamanlı olarak bir bildiri hazırlamak üzere harekete geçtikleri, hazırlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri metni ile basın ve yayın yolu ile yurt içinde ve yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hükümeti, yargı, ordu ve emniyet güçleri aleyhine karalama kampanyaları düzenledikleri belirtilmiştir.
Bu suçlamaları hiçbir şekilde kabul etmemekle birlikte, “karalama kampanyası” adı altında bildiri imzacılarına hangi suçun isnat edildiği hususunun da son derece belirsiz olduğunun altını çizmek isterim.
Buna ek olarak, son derece belirsiz olan bu isnadın içeriğini daha da şişirmek amacıyla “PKK / KCK silahlı terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde” propaganda yapıldığı ileri sürülmüştür.
Bu cümlenin, şahsıma ve bildiriye imza atan diğer sanıklara isnat edilen suçun yasal dayanağı olarak gösterilen 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 7/2.maddesinden aynen alındığı görülmektedir.
Ancak ortada bu kapsamda değerlendirilebilecek bir eylem yoktur.
TMK’nın 7. maddesinin 2. Fıkrası 2013 yılında 6459 sayılı Kanunla değiştirilmiştir. Maddenin bu değişiklikten önceki halinde propaganda ile ilgili hüküm şu şekildeydi:
“Terör örgütünün propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Değişiklikten sonra ise 7. maddenin 2. fıkrası şu şekli almıştır:
“Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın veya yayın yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır.”
6459 sayılı Kanunla maddede yapılan değişiklikten sonraki düzenleme uyarınca, suçun işlenmiş sayılması için propaganda teşkil eden hareketlerin belirli şekilde gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Değişiklik yapan madde gerekçesinde ise aynen şu ifadeler kullanılmıştır:
AİHM, “şiddeti teşvik edici nitelikte olmayan açıklamaların ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu belirterek, içeriğinde şiddete başvurmayı cesaretlendirici ifadeler yer almayan ya da kişileri silahlı isyana teşvik edici nitelikte olmayan açıklamalar” nedeniyle bireylerin Terörle Mücadele Kanununun 7. maddesinin ikinci fıkrası çerçevesinde cezalandırılmasını ifade özgürlüğüne aykırı bulmaktadır.
Yapılan düzenlemeyle, maddenin ikinci fıkrasında yer alan suçun unsurları yeniden belirlenmekte, maddeye "cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde" ibaresi eklenerek suçun kapsamı AİHM standartlarına uyumlu hale getirilmektedir.”
Görüldüğü gibi, yasa hükmünde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları doğrultusunda yapılan değişiklikle, “terör örgütünün propagandasını yapma suçu”; her türlü ifadeyi kapsayacak şekilde geniş yorumlanabilecek bir fiil olmaktan çıkarılmış ve suçun oluşma koşulları zorlaştırılmıştır.
Madde metni incelendiğinde, propaganda suçunun, ancak “cebir, şiddet ve tehdit yöntemlerinin meşru gösterilmesi” veya “övülmesi” veya “bu yöntemlere başvurmanın teşvik edilmesi” koşuluyla gerçekleştirilebileceği hüküm altına alınmıştır.
Dolayısıyla TMK’nın 7. maddesinin 2. fıkrasının AİHM kararları çerçevesinde yorumlanması gerekir. Bu, hem Anayasa’nın 90. maddesinin hem de yasa koyucunun değişiklik gerekçesinin zorunlu sonucudur.
Buna ek olarak altı çizilmesi gereken bir başka husus; ceza hukukunda yorumun, diğer hukuk dalları ile kıyaslandığında, kanunilik ilkesinin taşıdığı ağırlık nedeniyle bir takım özellikler içerdiğidir.
Ceza hukuku kurallarının uygulanması temel hak ve özgürlüklere ağır müdahaleler gerçekleştirilmesi ile sonuçlanabileceği için, prensip ceza yasalarının dar yorumlanmasıdır.
Ancak iddianameye baktığımızda, dar yorum bir kenara, maddeye bugünkü halini veren değişiklik gerekçesi ile tamamen çelişen bir şekilde kaleme alındığı görülmektedir.
TMK’nın 7. maddesinin 2. fıkrasının mevcut hali bakımından Yargıtay uygulamasının geldiği nokta incelendiğinde; Yargıtay Ceza Genel Kurulu ve Ceza Dairelerinin kararlarında, propaganda suçunun oluşması için şu üç koşulun bir arada bulunması gerektiğinin vurgulandığı görülmektedir:
- Propaganda niteliğinde bir fiil söz konusu olmalı.
- Propagandanın konusunu terör örgütü oluşturmalı.
- Terör örgütü ile ilgili bu propaganda, cebir, şiddet veya tehdit yöntemlerine başvurmayı teşvik edecek özellikte olmalıdır.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin çok yakın tarihli iki kararı bu dava açısından önem taşımaktadır:
16. Ceza Dairesi 08.04.2015 tarihli kararında,
“suçun oluşumu için terör örgütü ile ilgili bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtma benimsetme ya da yayma amacıyla yapılmasının yanında, terör örgütünün cebir, şiddet ve tehdit içeren yöntemlerini meşru göstermeli veya bu yöntemleri övmeli ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde yapılması gerekmektedir” sonucuna ulaşmıştır.
Yine aynı Daire, 17 Temmuz 2015 tarihinde verdiği kararda ise:
“...somut olay değerlendirildiğinde, sanığın nevruz etkinlikleri sırasında bulunduğu araç camından dışarıya sarkarak terör örgütü lehine sloganlar attığı, daha sonra içinde bulunduğu topluluğun cebir ve şiddete başvurmadan kendiliğinden dağıldığı olayda propaganda suçunun oluştuğu gerekçesiyle mahkumiyet hükmü kurulmuş ise de atılan sloganların terör örgütlerinin cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek, övecek ya da teşvik edecek nitelikte olmadığı bu sözlerin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği halde, yasal olmayan gerekçeyle propaganda suçundan mahkumiyet hükmü kurulması(...)”
şeklinde hüküm tesis ederek, bir örgüt lehine slogan atılmasının tek başına suçun oluşması için yeterli olmadığı, bu eylemin ancak “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemleri meşru gösterecek, övecek ya da teşvik edecek nitelikte” olması halinde madde kapsamında değerlendirilebileceğini açık ve kesin bir şekilde ortaya koymuştur.
Yukarıdaki kararlardaki tespitleri somut olaya uygulayacak olursak; 11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuna açıklanan bildiri herhangi bir örgüt propagandası içermemesinin yanısıra, hiçbir örgütü övmediği ve hiçbir örgütün yöntemlerini meşru göstermediği için, TMK’nın 7. maddesinin 2. fıkrasındaki suçun oluşmadığı sonucuna varılması gerekecektir.
Suçun maddi unsuru, terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmak olarak düzenlendiğinden, barış talebi içeren bildiri metnini imzalamaktan ibaret eylemi buradaki suç tanımına oturtmanın imkânı olmadığı görülecektir.
Bildiri içeriğinde, herhangi bir örgütün adının anılması ya da herhangi bir örgüte referansta bulunulması söz konusu olmadığı gibi; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerin övülmesine ya da bu yöntemlere başvurmanın teşvik edilmesine dair tek bir ifade dahi yer almamaktadır.
Dolayısıyla suçun unsurlarına dair bir inceleme yaparken, öncelikle kanundaki suç kalıbına uygun bir fiilin bulunmadığından söz etmek gerekecektir.
Diğer bir ifadeyle burada, kanundaki tipe uygun bir fiilin gerçekleşmediği bir durumla karşı karşıyayız. Yani esasen burada tipe uygun bir fiil bulunmamakla, CMK’nın 223. maddesinin 2. fıkrasının (a) bendine göre beraat kararı verilmesi gereken bir durum olduğu son derece açıktır.
Bu noktaya kadarki açıklamalarımı yapmaktaki amacım aslında ortada savunmayı gerektirecek bir fiil daha bulunmadığını hukuken ortaya koymaktı.
Bundan sonrasında şahsen hukuken söylenebilecek başka bir şey olduğunu düşünmemekle birlikte, mesleki açıdan bulunduğum yer itibariyle başka bir takım değerlendirmelerde bulunmak isterim.
Ben yıllardan beri ceza hukuku alanında araştırma yapar, ders verir ve yaşadığım ülkede olan biteni bu çerçevede anlamlandırmaya çalışırım.
Bir bilim insanı olarak benim işim, kayıtsız şartsız devletin her türlü eylem ve politikasını desteklemek değildir, olamaz.
Böyle hareket ettiğim takdirde işimin gereklerini yerine getirmemiş sayılırım. Bugün burada hangi koşullarda bulunduğum düşünüldüğünde, hukukun siyasi iktidarın elinde nasıl politik bir aygıt haline dönüşebildiği gerçeği de açık bir şekilde görülecektir.
Bu gerçeğin de bilincinde olarak mesleğimin bana her zaman “sorgulamak” ve “şüphe etmek” sorumluluğunu yüklediğini düşünüyorum. Altını çizmek isterim ki, bu, kişisel olarak sahip olduğum siyasi görüşten de bağımsız bir sonuçtur.
Terörle Mücadele Kanunu’nda yer alan “terör” tanımının muğlaklığı ve terör suçu kapsamında sayılan eylemlerin belirsizliği karşısında ben nasıl kendimi hiç öngöremediğim bir durumun içinde bulduysam, yarın herkes bu sanık sandalyesine oturabilir ve içini tamamen siyasi iktidarın belirlediği “terör” ile bağlantılı bir suçlama ile karşı karşıya kalabilir.
Tek bir delile dayanmayan hayali bir talimat iddiası üzerinden, şahsım da dahil olmak üzere imzacı akademisyenleri “öz yönetim” ilanına meşruiyet kazandırmaya çalışmakla suçlamak, “tarihi perspektif ve konjonktürel bir yaklaşıma” dayanılarak bildiri metnini, bir terör örgütünün yürüttüğü şiddet eylemlerinin teorik düzeyde tamamlayıcısı olarak tanımlamak gibi hiçbir gerçekliğe ya da somut bir temele dayanmayan bir dizi kanaatin “iddianame” içeriği olarak hazırlanmış olması bunun apaçık bir göstergesidir.
Yine de burada tam da altı çizilmesi gereken mesele, kanımca “devlet yetkililerinin endişe etme” ihtimalleri üzerinden kurulan süreçtir.
Dikkat edilecek olursa ortada herhangi bir soyut ya da somut tehlike bulunulduğuna değinme gereği dahi duyulmamaktadır.
Bugün özellikle “terörle mücadele” argümanına dayanılarak, ceza hukukunun büyük bir dönüşüm geçirdiği, klasik ceza hukuku ya da “liberal” ceza hukuku anlayışının ortadan kalktığı ceza hukuku doktrininde giderek daha fazla kabul edilmektedir.
Örneğin, devletin “terör” söz konusu olduğunda düşman ve vatandaş ayırımı yaparak, topluma karşı “özel bir tehlike” hali içinde bulunmasından hareketle bazı kişileri “düşman” kabul ettiği, hatta bu kategoride yer alanları “kişi” olarak dahi tanımadığı; onları yaşam hakkı, güvenlik hakkı ve adil yargılama hakkı başta olmak üzere en temel insan haklarından yoksun kılmakta hiçbir beis görmediği uzun yıllardır “düşman ceza hukuku” teorisi adı altında dile getirilmektedir.
Bu durum kuşkusuz Türkiye’ye has değildir. Hatta düşman ceza hukuku teorisi ilk olarak Almanya’da 1980’lerde ortaya atılmış, sonrasında Kamerun’dan Güney Amerika’ya kadar birçok farklı sistem ve gelenek içinde liberal ceza hukuku anlayışından uzaklaşan uygulamaları temellendirmek için tartışılmış ve giderek kanıksanmıştır.
Türkiye’de de özellikle 2000’lerden itibaren “Düşman ceza hukuku” çok duyduğumuz bir kavramdı. 2006 sonrası terörle mücadele kanunu uygulamasının belirgin bir yön değiştirmesi, özellikle devletin çok sık başvurduğu bir aygıt haline gelmesi üzerinden bu kavram sıkça tartışıldı.
Belki isim seçimindeki yakıcılık ve modelin oldukça ayrıntılı bir bicimde kurgulanmış olması ya da zamanlaması itibariyle düşman ceza hukuku sadece ceza hukukçuları tarafından bilinen bir kavram olmaktan çıkıp siyasi gündeme de konu olduğundan büyük bir popülerlik kazandı.
Ancak, ceza hukukunda yaşanan değişimi teorik bir çerçeveye oturtmaya çalışırken başka birçok model ve isimlendirme de konuşuldu. Örneğin, bu kapsamda ceza hukukunun belirli somut toplumsal olaylarla “mücadele”nin bir aracı olarak görülmesi olgusu üzerinden “mücadele ceza hukuku” da tartışıldı.
Bir Kanuna “Terörle Mücadele Kanunu” adını vermek buna gösterilecek en tipik örnektir. Adından da anlaşılabileceği gibi, burada esasen devlet görevlilerinden yargı makamlarına varacak ölçüde bir “mücadele” ruhu yaratma çabası bizimki gibi sistemlerde bir tehlikeye dönüşebilmektedir.
Örnek olarak bu yargılamaya konu olan iddianameye bakılabilir. Bu model üzerinden düşünüldüğünde, Savcılığın devleti koruma refleksinin de ötesine geçen, kendini devlete yönelmiş en ufak bir eleştiriye karşı adeta siper etmeye hazır bir ruh hali ile bu iddianameyi kaleme alması belli ölçüde anlaşılır bir hal almaktadır.
Gerçek bir mücadele ruhuyla, mücadele ettiği hedefe karşı adeta bir zafer kazanma motivasyonu ile hareket edilmektedir. Kuşkusuz buradaki tehlike sadece iddia makamı değil, aynı zamanda mahkeme nezdinde de artık bir “tarafsızlığı” ummanın mümkün olmamasıdır.
Yine buna ek olarak “tehlikelilik ceza hukuku”ndan bahsedebiliriz. Bu kavramsallaştırma, son yıllarda “güvenlik paradigmalarının” ceza hukukunda gittikçe önemli bir rol alması, giderek artan biçimde toplumdaki tehlike ya da risk algısını yönetmek amacıyla ceza hukukuna başvurulması sonucu ortaya çıkmıştır.
Ceza hukuku teorisi içinde ortaya çıkan bu kavramların ya da açıklama çabalarının daha da çoğaltılması mümkündür. Burada niyetim bu teorileri tek tek anlatmak ve Türkiye’de hukukun geldiği noktayı bu teoriler bağlamında tartışmak değildir.
Hatta niyetim bunun tam tersini yapmaktır. Bu olan bitenin, “düşman ceza hukuku”, “mücadele ceza hukuku” ya da “risk ceza hukuku” gibi farklı isimler alması doktrindeki tartışmaları zenginleştirmek bakımından çok yararlı olabilir.
Ama bir ceza hukukçusu olarak benim şu an burada sanık olarak bulunduğum noktada esasında hiçbir faydası yoktur.
Kişisel olarak belki bana profesyonel ve entelektüel yönden bir rahatlama getirebilir ama ne yazık ki, sizlere “savunma” bağlamında sunabileceğim bütün argümanları yetersiz ya da gereksiz kılacak bir etkisi de bulunmaktadır. Altını çizmek istediğim husus tam da budur.
Yukarıda saydığım isimler ve daha birçokları altında teorik olarak temellendirilmeye çalışılan uygulamalar, siyasi iktidarın, genelde hukuku ve özelde de ceza hukukunu araçsallaştırması, geçersizleştirmesi ve bugüne kadar hukukçular olarak “ısrarla” tutunduğumuz kurumların içini boşaltması olgusunu halen “hukuk içinde kalarak” açıklamaya çalışma şeklindeki beyhude ve zaman zaman da meşrulaştırıcı çabaların sonucudur.
Bunun anlamı elbette hukuki araçlardan vazgeçmek değildir. Ancak hukuki olarak kendimi savunmak adına göstereceğim çabaların ulaşacağı bir nokta olduğuna dair bir inanç taşımadığımı da vurgulamak isterim.
Diğer bir ifadeyle, aslında bir rejim sorunu olarak tartışılması gereken konuların, hukukun “soyutlama” tekniği içinde görünmez kılınması ya da başka bir ifadeyle tartışmanın yönünün şaşırtılmasından yana hiç değilim.
Gerçekten böyle bir çabanın etkisi olacağına inansaydım, burada bana verilen süreyi sadece kanunilik ilkesinin tarihi temellerini anlatmaya ayırmam gerekirdi.
Çünkü 2016 Ocak ayında imza atmış olduğum bir bildiriyi bugün burada bir yargılama konusu haline getiren iddianame alt alta sıralanmış şu yöndeki tespitlere dayanmaktadır: “söz konusu bildiri ile yürütülen propaganda faaliyetleri, ülkeyi karışıklığa sürüklemeyi, bilhassa sahada muhatap olarak görülen kitleyi etkileyerek bunların düşüncelerinin denetimini elde etmeyi, fikirsel ve eylemsel anlamda harekete geçirmeyi ve genel olarak halkın maneviyatını kırmayı da hedeflemektedir”.
Bu ve yukarıda örneklerini verdiğim benzer birçok başka pasajın, bugün klasik ceza hukuku kavramları içinde ve haliyle yürürlükteki mevzuatta hiçbir karşılığı bulunmamaktadır ve bunun bir önemi de yoktur.
Çünkü iddianameyi hazırlayan savcılık tarafından burada suç olması gerektiğine kanaat getirilen bir eylem vardır: sessiz kalınması beklenen bir yerde ses çıkarmış olmak.
Hepimizin bildiği gibi bu eylemi yargılamak için de esasen ne belirli bir ceza kanununa ne de terörle kanununa ihtiyaç vardır. (GK/TP)