*Fotoğraflar: http://sunayakin.com.tr/
1980'lerin sonundan bu yana edebiyatçı, müzeci ve hikâye anlatıcısı sıfatlarıyla kitlelere adını duyuran Sunay Akın'la pandeminin kendi düşün dünyasına etkisini, dijital-sözlü kültür dönüşümünü ve hikâyenin kendisini konuştuk.
"Genç olan her zaman devrimcidir" diyen Akın, bugünden yazılan yarının hikâyelerinin kahramanlarının kimler olacağına cevap verirken, "Adaletsizliğe, bağnazlığa, zorbalığa karşı direnen, dürüstlükten ve doğruluktan ödün vermeyen insanlardan doğacaktır, geleceğe taşınacak olan hikâyeler" diyor.
Özellikle geçtiğimiz yüzyılın ilk yarılarındaki hikayelerde çokça rastladığımız olgulardan bir tanesi salgın hastalıklar. Sizin de anlatımlarınızda vurgu yaptığınız salgınlardan bir tanesini, Mart 2020'den bu yana yaşıyoruz. Küresel salgın, yazın ve düşün dünyanızı etkiledi mi? Etkilediyse nasıl etkiledi?
Salgın hastalıklar insanlık tarihi boyunca en büyük, en can alıcı yıkımlar olmuştur.
Savaşlardan daha çok salgın hastalıklar neden olmuştur katliamlara. Biz ne yazık ki bu konuyu uygarlığın hafızasından sildik, çıkardık. "Tarih" denilince akıllara hep güç, iktidar, saray gelir oldu!.. Oysa tarihi "Tarih" yapan insandır.
Tıp eğitimi veren ilk okul 14 Mart 1827'de eğitime başlamıştır. Bunun da nedeni 1812 yılında İstanbul'da görülen salgın hastalıktır.
2. Mahmut dönemindeki bu salgında 150 bin insanın hayatını kaybettiği söylenir ki, İstanbul'un nüfusunun o dönemlerde 600 bin olduğunu düşünürsek bunun çok büyük bir bedel olduğunu görebiliriz.
Bunun üzerine gerçek anlamıyla, bilimsel eğitim veren bir tıp okulu açılması gündeme gelir. Yani, bir "Tıp Fakültesi"tabelası gördüğümüzde, salgın hastalıklarla mücadele tarihi gelmeli aklımıza.
Keza, İstanbul'un tarihi yarım adasındaki Ayasofya ve Sultanahmet camilerini görünce de aynı mücadeleyi anımsamalıyız.
"Cumhuriyetin ilk zaferi salgınlara karşı"
Doktor ve belediye başkanı olan Cemil Topuzlu, 1913 yılındaki kolera salgınını yenmek için bu iki camiyi hastaneye dönüştürmüştür.
Nüfus cüzdanımızda yazan "Türkiye Cumhuriyeti" adı da salgın hastalıklara karşı kazanılan zaferdir. Evet, 1920 yılında kurulan TBMM işgal güçlerini defetmek için çalışmaya başladığında kazandığı ilk zafer salgın hastalıklara karşı olmuştur.
Çünkü o yıllarda Anadolu'da salgın hastalık oranı yüzde 50 idi!.. Bu, her iki kişiden biri hasta demektir.
Kolera'dan sıtmaya, veremden tifoya kadar nerdeyse tüm hastalıklardan kırılıyordu Anadolu. İşgal güçlerine gerek yoktu anlayacağınız, biz zaten ölüyorduk.
TBMM'nin aldığı ilk kararlardan biri salgın hastalıkarla mücadeledir. Ankara, Cebeci'de kurulan laboratuvarda İstanbul'dan gizli gizli getirilen bakterilerle aşılar üretilmiş ve aşılanan insanlardan düzenli bir ordu kurulabilmiştir.
Bunun gibi daha nice bilgiye hâkim olduğum için yaşadığımız salgın hastalık yazın ve düşün dünyamı etkilemesi söz konusu olamaz.
Ama elbette herkes gibi günlük hayatım olumsuz yönde etkilendi. En çok da İstanbul Oyuncak Müzesi'ni ayakta tutmakta zorlandım.
Müzeyi destek almadan, hatta kösteğe rağmen yaşatmaya çalışırken, kapanma sürecinde çok yalnız kaldık. Bereket versin ki bir köşeye koyduğumuz kefen paramız vardı...
"Ölümsüz olan hikayedir"
Hikâyeanlatıcılığı, sözlükültürün bir taşıyıcısı-enstrümanı. Oysa biz, 90'ların başından beri katmerlenen bir şekilde dijital kültürün etkisindeyiz. Sizin de bir YouTube kanalınız var. Bu çağda, hikayelerin önemi nedir? İnsanlar neden hikâye dinler? Siz, bu dijitalleşmesüre-cini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hikayeler yüz yıllar boyunca dilden dile anlatılarak aktarıldı... Sonra matbaa bulundu ve hikayeler kitaba dönüştü... Derken radyo çıktı ortaya... Hikayeler bu kez daha geniş kitleler tarafından dinlenir oldu... Ve çizgi filmlerle beyaz perdeye taşındılar...
Hikâye plakları çıktı ardından... Televizyonlarda gösterildiler, anlatıldılar... Sırada dijital dönem var...
Farkında mısın, araçlar çağdan çağa değişse, farklılaşsa da değişmeyen bir şey var; o da hikâyenin kendisi! Gelecekte kim bilir ne yenilikler olacak... Ama aslolan hikayedir. Evet, ölümsüz olan odur!
"Genç olan sorgulayıcıdır, ilericidir"
Oldukça uzun bir süredir gündemi meşgul eden Z Kuşağı, hikâye anlatıcılığına nasıl, hangi gözle bakıyor? Hikâyeyi nasıl algılıyor?
Ben gençleri "y kuşağı" ya da "z kuşağı" olarak adlandırmıyorum. Genç olan her zaman devrimcidir, umut doludur, gözü ufuklardadır. Genç insanın sistemle göbek bağı olmadığı için sorgulayıcıdır, ilericidir.
Uygarlık tarihi boyunca bu hep böyle olmuştur. Hikâyenin içeriğinde adalet varsa, bilim varsa, insan ve doğa sevgisi, barış, sevgi varsa genç insan onun ışığı altında yürümüştür, yürüyecektir de...
"Ne zaman 'kral çıplak' diye haykırırsak..."
Siyasetçilerin kürsülerden anlattıkları hikayeler, bizim "hikayelerimiz" mi?
Ne zaman ki bir siyasetçi kürsüden ''Kral çıplak'' diye haykırır, işte o zaman anlattığı bizim hikayemiz olur. Ancak o zaman!..
"Gezi Parkı gençlerinin hikayeleri var"
Bugün yaşadıklarımız, geleceğe nasıl birer hikâye olarak intikal edecek? Bu bağlamda, unutulmayacak hikâye olarak değerlendirdiğiniz örnekler var mıdır?
Adaletsizliğe, bağnazlığa, zorbalığa karşı direnen, dürüstlükten ve doğruluktan ödün ver-meyen insanlardan doğacaktır, geleceğe taşınacak olan hikayeler.
Soruları yanıtladığım şu günlerde, kadın voleybolcularımız gericilerin saldırılarına rağmen başarıdan başarıya koşuyorlar.
Onların hayatlarından damıtılacak günümüzün hikayeleri.
Gezi parkını rantiyeye, betona teslim etmek istemeyen gençlerin hikayeleri var... Kaz Dağları'nda çadır kuranların hikayeleri var... Orman yangınlarını söndürmek isteyen gönüllülerin hikayeleri... İtfaiyecilere su taşırken canından olan Şahin Akdemir'in hikayesi var... Metin Lokumcu var, Artvin'de derelerin "ıslah" edilmesine karşı direnen, doğa tahrip edilmesin diye canından olan...
O'nun dinlenmeyen haykırışının ıslah edilmiş dere yatağına kurulan Kastamonu'nun Bozkurt ilçesindeki selle ağıtlara dönüşünün hikayesi var...
Müzik öğretmeni Aybüke Yalçın'ın hikayesi var, çocuklara sanatı sevdirmek için Anadolu'nun bir beldesine koşan ve orada teröristler tarafından canına kıyılan... Hep acılardan mı bahsettim?
Hikâye denilen de zaten, istiridyenin içine giren kum tanesinden rahatsız olarak onu inciye dönüştürmesi değil midir?
"Sanatla Oyun Müzesi" geliyor"!
*Oyuncak Müzesi'nden.
Hikayeler de birer somut olmayan müze unsuru. Siz de hem bir edebiyatçı hem de müzeci olarak bu unsurun taşıyıcısı ve aktarıcısısınız. Biraz da müzeci Sunay Akın'a sorular sormak isterim. İleride kurulabilecek "Oyuncak Müze"lerine, bugünlerden neler kalabilir?
Günümüzde çocuklar ne yazık ki oyuncaktan daha çok bilgisavar oyunlarıyla oynuyorlar. Aman ha, az önceki tümcede yazım hatası yok! Bilerek bilgisayar yerine "bilgisavar oyunları" dedim.
Oyuncakla oynayan bir çocuk kendine baş rolü verir, senaristte kendisidir, yönetmen de...
Bilgisavar oyunlarıyla oynayan bir çocuk ise labirentin koridorlarında peynir arayan fareden farksızdır. Fare sonunda peyniri bulur ve sevinir. Oysa farenin bulduğu hiçbir şey yoktur; labirentte peynire giden bir tek yol vardır ve onu da oraya labirenti kuran koymuştur!
Bu olumsuzluğa rağmen elbette gelecekte müzeye taşınan oyuncaklar olacaktır.
Örneğin bizim ülkemizde bilinmeyen ama çok ses getiren LittleThinkers'ın ünlü sanatçı ve bilim insanlarının bez bebeklerini içeren oyuncakları var. 90'lı yılların sevgilisi Hugo'nun oyuncakları var...
Hayalet Avcıları filminin kahramanlarının oyuncakları var... Elbette Star Trek, Star Wars... Mattel'in ürettiği Frida bebek var...
Çoğaltabileceğimiz bu örnekleri İstanbul Oyuncak Müzesinin arşivine koydum bile... Ama yeni kurulacak bir oyuncak müzesi denildiğinde, sanat ve oyuncak ilişkisini anlatan bir müze geliyor aklıma.
On yılı aşkın süredir, oyuncağın tarihinde sanat konusunu ele alan bir müze tasarlıyorum. Tarih boyunca çocukların oyunlarına sanat oyuncak olarak nasıl sunulmuş, büyükler tarafından? Kuracağım "Sanatla Oyun Müzesi" bu sorunun yanıtını verecek.
Bruegel'in tablosunu canlı görünce titremek
Dijitalleşmeyi konuşmuşken sorayım. Müzeler de dijital çağa ayak uydurarak, birer yazılım ve dijital arşive mi dönüşecek?
Müzeler teknolojiden yararlanacak, çalışmalarında dijital kültürü kullanacak... Ama müze denildiğinde aslolan eserdir.
Ne yaparsanız yapın, bir Van Gogh tablosu, bir Sümer tableti ya da bir Lehmann oyuncağının karşısında durup, onunla göz göze gelmenin ayrıcalığını ve farkındalığını "yazılım" ya da "dijital" karşılayamaz.
Bruegel'in çocuk oyunları tablosunu belgesellerde, kitaplarda görmüştüm... ama Viyana'da sergilendiği müzede karşısında durup, bir metre mesafeden onu incelerken heyecandan nasıl titrediğimi unutamam.
"Şiirli Yastık"tan sonra?
Son kitabınız "Şiirli Yastık" (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Temmuz 2021) çıkalı iki ay kadar oluyor. Ama ben yine de sorayım. Bizi yeni bir proje veya yeni bir kitap bekliyor mu?
Kedi Müzesi var, yakın tarihte açılacak olan. Doğa ve hayvan sevgisini, korumacılığını gelecek kuşaklara aktarmak için tasarlıyorum bu müzeyi.
Masal, oyun, oyuncak ve çizgi roman tarihindeki kediler ilk kez bir müzenin çatısı altında toplanacaklar. Kardan Adam Müzesi var bir de... Küresel ısınma ve iklim sorununu çocuklara ürkütmeden, korkuya fırsat vermeden anlatacak olan...
Sanatla Oyun Müzesi'ni anlatmıştım... Kitap olarak da ressamların bilinme-yen, derinlerde kalmış, yıllardır araştırdığım hayatlarından damıttığım hikayelerini kaleme alıyorum.
(AÜ/PT)