Öncelikle şunu vurgulamak yerinde olacak: Bir ülkenin hukukunda azınlık statüsüne sahip olmak, söz konusu azınlıklara devletin tanımak ve korumakla yükümlü olduğu haklar getirir.
Bu azınlıklara ait bireylerin kendilerine tanınmış haklardan yararlanması ve bu hakların ihlali durumunda yaptırım talep etmesi, vatan hainliği değil, yasalarca güvence altına alınmış hakların meşru talebi olarak görülmeli.
Ayrıca, resmi azınlık statüleri olmayan diğer azınlıkların devletten hak istemesi, vatandaş-devlet ilişkisi çerçevesinde yapılan meşru ve demokratik bir talepten öteye gitmez. Söz konusu talebin yapılıp yapılmayacağına dair karar devlet tarafından değil, azınlıkların kendilerince verilir.
Nihayetinde azınlık olmak, sayı hesabına dayalı bir nicelik meselesi değil, toplumun geri kalanından farklı dil, din ve/ya etnik özellikler taşıyan, bu farklılıkları kimliğinin ayrılmaz parçası sayan ve yaşatmak isteyen bireylerin tercihine dayalı öznel bir durum.
Kürtler ve Aleviler
Kürtler ve Alevilerin azınlık olarak betimlenmesini onlara yapılan bir 'hakaret' olarak değerlendirmek, demokratik hukuk devletinin prensiplerine ters düşen, bilimsellikten yoksun ve Lozan'dan beri azınlık olarak tanınan gayrimüslim Türkiye vatandaşlarını rencide eden son derece tehlikeli bir yaklaşım.
Bu tavır ile, hem yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan ve vergisini ödeyerek, askerliğini yaparak, okuyarak, üreterek ülkeye bağlılığını tartışmasız göstermiş olan on binlerce Türkiye vatandaşı 'azınlık' oldukları için aşağılanmış oluyor, hem de diğer azınlıklara hak talep etmemeleri için gözdağı veriliyor.
Üstelik bu yaklaşım, daha sağduyulu olması beklenen kesimlerden Kürtler ve Alevilerin bu kendini bilmez Avrupalılara haddini bildireceği öngörülerek destek görüyor. Azınlıklara kendilerini doğrudan ilgilendiren bir konuda tartışma hakkı tanımayan, olası farklı görüşleri ve alternatif çözüm önerilerini baştan sindirmeye çalışan ve gayrimüslim vatandaşlar örneği üzerinden azınlık statüsünün küçümsenecek bir şey olduğunu iddia eden bu yaklaşım son derece anti-demokratik.
81 senedir hukuk sistemimizin parçası olan Lozan'ı içimize sindiremeyişimiz, gayrimüslim Türkiye vatandaşları hakkında yapılan düpedüz ırkçı ifadelerin adalet süzgecimize takılmadan gözümüzün önünden geçmesinden belli değil mi?
Lozan yanlışları
Bu noktada, Lozan hakkındaki yanlış kanılara bir kez daha işaret etmek gerekiyor. Birincisi, Lozan'daki azınlık tanımı o zamanın uluslararası hukuk standartlarının da gerisinde.
1. Dünya Savaşı'nın diğer yenik devletleriyle imzalanan benzer anlaşmalarda yer alan 'etnik, dilsel ve dinsel azınlıklar' kavramı Lozan'a 'gayrimüslim azınlıklar' olarak yansıdı. Böylece, İslam'ın içindeki Alevi azınlık ve Kürt, Arap, Çerkez, Boşnak, Roman gibi etnik ve/ya dilsel azınlıklar, azınlık tanımının dışına alınıverdi.
Yani, bize dayatıldığı için öfke duyduğumuz Lozan'daki azınlık tanımı aslında Türkiye'nin Türk-İslam politikasının ürünü.
İkincisi, sadece Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler'e azınlık statüsü verildiği yolundaki kanının aksine, Lozan 'gayrimüslim azınlıklar' arasında ayırım yapmaz. Dolayısıyla, dini, eğitim ve sosyal kurumlarını kurmaya Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler kadar hakları olan Süryaniler, Bahailer ve Keldaniler gibi diğer gayrimüslim azınlıkların Türkiye yasalarınca güvence altına alınmış olan hakları ihlal ediliyor.
İhlal noktaları
Üçüncüsü, Türkiye'nin pratikte azınlık olarak tek tanıdığı Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler bile Lozan'da kazandıkları haklarını bütünüyle ve özgürce kullanamıyor. Örneğin, gayrimüslim azınlıkların dini ve eğitim kurumlarının Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne bağlı olması üzerinden sağlanan devlet denetimi, Lozan'ın azınlıklara kendi kurumlarını idare hakkı tanıyan 40. maddesini ihlal eder.
Dördüncüsü, Lozan'da verilen haklar gayrimüslim vatandaşlar ile sınırlı değil. Antlaşmanın 39. Maddesi, Türkçeden başka dil konuşan Türkiye vatandaşlarına 'mahkemelerde kendi dillerinin sözlü kullanımı için yeterli olanakların sağlanması' hakkı tanır (fıkra 5). Hatta Lozan, bütün Türkiye vatandaşlarına 'özel ilişkilerde, ticarette, dinde, basında, her türlü yayında veya kamusal toplantılarda' istedikleri dili kullanma hakkı (fıkra 4) tanır. Ayrıca, 'Türkiye'de oturan herkes(e) din ayırımı gözetilmeksizin kanun önünde eşit(lik)' hakkı verir (fıkra 2).
Sonuçta Türkiye, bir yandan kendine has azınlık politikalarına meşruiyet sağlamak için yasal dayanak olarak kullandığı Lozan'ı, diğer yandan sistematik olarak ihlal ediyor.
Bu noktada şunu vurgulamakta fayda var: Lozan ve benzeri anlaşmalardaki cemaat esaslı azınlık tanımı, Milletler Cemiyeti azınlık rejiminin ürünü olarak evrensel insan hakları hukukundan önce gelişti.
Avrupa Komisyonu raporunda yer alan azınlık kavramını 1920'lerin anlayışı ile ele almak, 1945'ten sonra Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında oluşan insan hakları hukukunun azınlık hakları üzerindeki etkisini göz ardı etmek olur.
Soğuk Savaş'ın ardından hız kazanan bu etkileşimin ortaya çıkardığı yeni yaklaşım, hem bireyler arasında dil, din ve ırk ayrımcılığı yapılmamasını, hem de azınlık kültürlerinin korunması ve azınlıkların kamu hayatına aktif katılımları için devlete pozitif yükümlülükler verilmesini öngörür.
İşte Komisyon raporunda sözü geçen azınlık kavramı da bu iki ayaklı felsefeye dayanır: Bütün vatandaşların insan haklarından yararlanabilmesi öncelikle bireyler arasında gerçek eşitlik sağlanması ile olur, ve bu da azınlıklara yasal ayrıcalıklar verilmesini gerektirebilir. İlk bakışta birbirleriyle çelişkili görünebilen eşitlik ve pozitif ayrımcılık kavramları birbirini tamamlar; ilki diğerini haklı kılar, ikincisi de ilkinin sağlanması için gerekli görülebilir.
'İkinci sınıf'a ret'
İçinde bulunduğumuz durumu bu çerçevede değerlendirmek hem Aleviler ve Kürtlerin neden 'azınlık statüsü' istemediklerini anlamamıza, hem de bu kesimlerin taleplerini karşılamak için çözüm üretmemize yardımcı olur. Azınlık statüsünün ikinci sınıf vatandaş olmayla eş tutulduğu bir ortamda 'azınlık' olarak adlandırılmaya gösterilen tepki doğal -ama gayrimüslim vatandaşlar açısından üzücü.
Öte yandan, Aleviler ve Kürtlerin kimlik ve kültürlerinin tanınması ve yaşatılması için devlete yönelik haklı yasal talepleri olduğu da bir gerçek. Kürtlerin talep ettiği dil hakları, çoğunluktan etnik ve/ya dilsel olarak ayrışan bireylerin toplumsal yaşama eşit ölçüde katılımını ve kültürlerinin devamını amaçlar.
Alevilerin zorunlu din derslerinin kaldırılması gibi talepleri ise, herkese tanınan anayasal din özgürlüğü hakkını kullanma isteğinden ibaret. Dolayısıyla Aleviler ve Kürtler, kendilerine azınlık 'hakları' verilmesini değil, Türkiye'de algılandığı anlamda 'azınlık' olarak adlandırılmayı reddediyor.
'Cemaat' yerine 'yurttaşlık'
İlk bakışta çelişkili görünen bu durumu siyah-beyaz değerlendirmek yerine daha nüanslı bir yaklaşım mümkün. Toplumsal taleplere, cemaat esaslı azınlık kavramı yerine, anayasal yurttaşlık esaslı insan hakları hukuku çerçevesinde çözüm aramak bize gereken esnekliği sağlayabilir. Bunu yaparken, benzer sorunlar yaşayan ülkelerin ne tür anayasal çözümler ürettiğine bakmak gerekebilir.
Birçok Batı Avrupa ülkesi, Milletler Cemiyeti dönemi azınlık rejimini benimsememiş olmasına rağmen, ulusal azınlıklarına insan hakları üzerinden geniş anayasal güvenceler verir. İspanya Anayasası, 'azınlık' terimini kullanmasa bile 'özerk toplulukların' dil haklarını tanır; Belçika Anayasası ülkeyi dört dil bölgesine böler; İtalya Anayasası 'dilsel azınlıkların' özel yasal güvenceler ile korunmasını öngörür. Anadilde eğitimi de içeren bu güvenceler, anayasal vatandaşlık ilkesi içinde bütün yurttaşlara tanınan eşitlik hakkına ek olarak, sadece azınlıklara verilir.
Sonuçta, azınlıklara ayrı bir yasal rejim ile 'azınlık statüsü' verilmese de yurttaşlık esası altında anayasal tanınma ve korunma sağlanır.
Mutsuz toplum
Toplumun büyük bir kesiminin neden mutsuz olduğunu anlamak için, hak ve hukukun toplumdan uzak ve soyut kavramlar değil, bireylerin günlük hayatlarını doğrudan etkileyen olgular olduğunu görmeliyiz.
Dışarıdan dayatılmış olmasına, bu dayatmayı yapan ülkelerin hukukunda azınlık haklarının adı geçmemesine, ve gayrimüslimleri ikinci sınıf vatandaş olarak gören anlayışa bir anlamda çanak tutmasına rağmen Lozan, Türkiye'nin gayrimüslim kültürlerinin ayakta kalması açısından son derece önemli oldu.
Lozan'da tanınan azınlık hakları sayesinde bu topraklarda hâlâ Ermenice ve Rumca konuşuluyor, kiliseler ve sinagoglar iyi-kötü ayakta duruyor. Ve Kürtler de işte bu nedenle istiyor azınlık haklarını. Tek kelime Türkçe bilmeden ilkokula başlayan Kürt çocukları beş seneyi Türkçe öğrenmekle geçirmek yerine, bir yandan anadillerinde ilk öğretim eğitimi görürken diğer yandan zorunlu Türkçe dersi alarak ülkenin batısındaki yaşıtlarıyla eşit eğitim hakkına sahip olsunlar diye.
Aleviler de gerçek din özgürlüğüne kavuşmak için istiyor azınlık haklarını; ölülerini camide değil cemevinde yıkamak ve imamın değil dedelerinin okuduğu dualar eşliğinde gömebilmek için.
Evrensel esaslı insan hakları hukuku ile cemaat esaslı azınlık hakları hukukunun son on beş yılda giderek örtüşmesi sonucu azınlıkların korunmasına yönelik yeni bir yasal anlayış gelişiyor. Sınırları tam olarak belirlenmemiş ve belirgin bir azınlık kavramı üretmemiş olsa da bu anlayış, dil, din ve etnik açıdan toplumun gerisinden farklı olan ve bu farklılığı korumak isteyen azınlıkların anayasal eşitlik ilkesi çerçevesinde korunmasını öngörür.
Azınlık haklarının işlevi, anayasal eşitlik ilkesinin usulde eşitlik ile sınırlı kalmamasını, vatandaşların, dil, din, etnisite ayrımı olmaksızın toplumun her alanında özde eşit olmalarını sağlamaktan öteye gitmez.
Azınlık haklarına bu çerçeveden bakmak ve onları siyasi araç olarak görmek yerine meşru yasal haklar olarak ciddiye almak, tartışmayı çok daha sağlıklı, akılcı ve bilimsel bir zemine oturtur. (DK/BB)
* Dilek Kurban: Columbia Üniversitesi Hukuk Fakültesi.
Yazarın Türkiye'deki azınlıkların anayasal korunmasına yönelik görüşleri için: Dilek Kurban, Confronting Equality: The Need for Constitutional Protection of Minorities on Turkey's Path to the European Union, Columbia Human Rights Law Review, Vol.151, No. 35, pp. 151-214.