Masumiyet, Masumiyet sonrası filmleri ve Zeki Demirkubuz’a olan net tavır köşelerse; bu üçgene göre konumlanan eleştirilerin ardından bakıldığında, Bulantı filmi bu üçgenin içinde yer alamıyor.
Filmin sınıf çelişkilerini, gelenekselliğinden koparken yaşanan sınıf intiharlarını tartıştığını, filmi izlerken ya da şu ana dek, hiç düşünmedim. Kanımca film, her kesimden insanın yaşadığı kendini kaybetmişliği tartıştırmaya davet edebilir; ancak bu davet, anılan üçgenin bir ya da birkaç köşesinin etkisinde olmayanlaradır.
Demirkubuz, bir söyleşisinde “Dünyada bir tek budalalar soru sormaz!” diyor. Bu cümleye “Sorusunun yanıtlanmamasına sessiz kalan da ya budala ya çaresiz ya da kötü niyetlidir” diye eklemede bulunmak istiyorum.
Film akarken Camus’nun, Mersault’unu böylesine kolay yansıtabilmesinin yaşattığı sakinlik, finale doğru beklenen akıştan sıyrılırken de devam ediyor. Demirkubuz, kamerasının ışığını karanlık alanımıza, daha doğrusu bu coğrafyanın karanlık alanına doğrultuyor ve yaşadığımız hengamede kamerasının ışığıyla göz kamaştırmayı deniyor; kameranın ardından bakan gözün kendi birikiminin içten kılavuzluğunda görebildiğini bildiği gibi tartışan bir zihin ve duygu örtüşmesiyle.
Herhangi bir zamanda ve coğrafyada, herhangi bir sosyal sınıfa tabi ya da ona yamanmaya çalışanların yaşayabileceği ve yaşadığının ne, nasıl, hangi karmaşada ve ne kadar sürecek olduğunu bilmeyenlere bir uyarı niteliğindeki film; sade mekanları, sade oyuncuları, sade kostümleri, basit replikleri ile tartışmayı sertçe ve müziksiz devam ettiriyor.
Bu film, yaşantısında kendisinin ve yanındakinin içindeki ve dışarıdaki müziği artık duymayanlara, müziksizliğinin farkına varamayanlara da belli belirsiz bir uyarıdır. Filmi mekandan, kostümlerden, zamandan soyutlayarak izlemek ve tartışmak belki yönetmen, senarist ve başrol oyuncusunun dilinden anlamımızı, onun dilini merak etmemizi kolaylaştırabilir.
Demirkubuz’un gerçekten iyi bir performans sergilediğini belirtmek gerekiyor. Yönetmenin başrolü oynamasının nedeni onun öne sürdüğü gibi bazı sahneleri yüzünden değil. Bu rolü Demirkubuz’dan başkası oynayamaz, belki de oynayabilir ama Demirkubuz bu rol uygunluğu tartışmasını yapmamıza izin vermeden sakince derdini anlatabilmiş.
Dert anlatma, dert tartışma, derdini tartışma çabasına giren insanların dürüstlüğünü anlamak zor değildir. Bulantı buna gayret ediyor. Kendini kaybetmiş bir insanın, kendine gelmesi yani bulantısının başlaması için gereken nedir, kimdir ve hangi zamandır? Kendini kaybeden bir erkekse, yine kendini kaybetmiş kadınlarla temasının nasıl olacağını da doğallıkla veriyor film.
Kendinde olmayan birine ne Elif, ne de Aslı ulaşabiliyor fakat Neslihan’lar ise ulaşmaya çalışmıyor. Ahmet faydacı, istismarcı, fırsatçı, zorlayıcı olmadığı gibi, altından girip üstünden çıkan biri de değil. Kapısını çalana açıyor ya da birinin kapısını çalmak isteyip istemediğini yoklayıp ona göre davranıyor. Bu haliyle tam bir kendini kaybetmişliği tanımlamıyor. Aynı anda birden fazla kadınla teması olmuyor, aslında aynı anda hiçbir kadınla teması olmuyor.
Aşık olsa o kadınların arkasından kapıyı o kadar kolay kapatamaz, ancak o aşık da olamıyor, sanki öyle bir yetisini kaybetmiş ya da öyle bir yetiye sahip olamamış gibi. Kendini kaybetmişlerin, belki de daha doğrusu kendini kaybeder halde yaşayanların arasında savrulup duruyor.
Ahmet sesinin diğer tonlarını yitirmiş, kendiliğindenliğini unutmuş bir tonla inliyor. O, bir nehirde kendini akışa bırakan ve kayadan kayaya esnekçe çarpan yani kayalardan etkilenmeyen bir halde. Ta ki; Neslihan’ın yörüngesizliğinin ve belki de daha doğrusu çocuklarına, işine, evine, karşısındakine, koşullarına olan samimiyetinin yarattığı yörüngesinin farkına varana dek.
Film Neriman’ı sadece bu görsellikte sunuyor, Ahmet’i etkilemesinin nedenini yarım yamalak bırakıyor ve dahası Neriman’ı tartışmıyor, Neriman’ı bir Meryem ana ikonu gibi işliyor, tıpkı Tolstoy’un Anna Karenina’sında, güya ikincil bir akışla, bir başkasının yaşantısını kutsadığı gibi. Bahsedilen yörünge cinsiyet içermiyor, çünkü Ahmet bütüncül bir bulantı geçiriyor ve belki de hayatında ilk kez bir çocuğa, çocuklara gözleri takılıyor. Bir çocuğa o gözle bakabilme eşiğini geçen biri, herkese aynı gözle bakmaya başlar.
Yönetmen kanımca bir dejenerasyona, ama kabullenilmişine, sıradanlaşmışına, ama farkına varılmayanına ama hakikatsileşmişine karşı bir iç tartışma yapıyor, direniyor. Repliklerde, susuşlarda, sahne kapanışlarında; değerleri, kavramları, algıları, olağanlaşmışlıkları ardı arkası kesilmeden somutlaştırıyor. Filmde tartışılanlar evrenseldir, mekandan, zamandan ve cinsiyetten soyutlarsanız, her sınıfa ya da tarihteki döneme uyarlayabilirsiniz. Bu nedenle olmayan metrobüs durağını vs umursayamadım.
Film, yaşantımıza Camus’dan yola çıkıp ardından bir Tolstoy, bir Dostoyevski gibi bakmaya çalışmış. Demirkubuz’un evrensel bulantısı’sını; yeryüzünde ve özellikle bu topraklarda literatürel tabanlı, gerçekçi, samimi ve çözümcü bir akışta; bulantıyı sergileme ve aşma derdindeki içten bir çığlık olarak değerlendirdim. Demirkubuz’un bulantısını göz ardı etmemek gerekiyor. (NV)