*Bu yazı, Ağustos 2022 Tarih Dergisi'nde Ömer Obuz imzası ile yayınlandı.
İnsanlığın, eski zamanlardan itibaren temel problemlerinden birini asayiş meselesi oluşturdu. Bu sorunların içerisinde yer alan yankesicilik de sayısız insanın mağduriyetine yol açan bir suç olageldi.
Yasaların ve dinlerin yasakladığı, çeşitli yaptırımlarla önlemeye çalıştığı bu suç, Osmanlı/Türk toplumunun da önde gelen dertlerinden birisiydi.
Nitekim bu topraklar nev’i şahsına münhasır ilginç dolandırıcı ve yankesicilere ev sahipliği yaptı. Kabul edelim ki onları efsaneleştirmeyi, dilden dite anlatmayı sevdik hatta bazıları onları rol modeller olarak bite gördü.
Peki ya dönemin yazılı basını, ünlü yankesici ve dolandırıcılar karşısında nasıl bir tutum takındı? Buna verilebilecek en kestirme yanıt, yazık ki pek de olumlu değil. Zira gazeteler dolandırma, insanları soyma yöntemlerine göre bu kişileri tasnif ediyor, onlarla ve hatta bazen suçlarıyla eğleniyor, şöhretlerinin artmasına yol açıyorlardı. Hatta bu yaklaşımlarıyla suçluların hatalarından ders almalarının önündeki engellerden birini oluşturdukları söylenebilir.
Bilhassa erken Cumhuriyet dönemi basını incelendiğinde yaptıkları yayınlar, tercih ettikleri üslup ite dolandırıcı ve yankesicilerin "sevimlileştirilmesinde”, belki kahraman mertebesine çıkarılmasında az ya da çok bir rolleri söz konusuydu. Tüm izlenimlerim doğrultusunda söylemeliyim ki dönemin basını, olaylar karşısındaki özensizliğiyle yaygın bir eğitim, kültür ve bilgilendirme kurumu olmaktan ziyade bazen yozlaşmanın içerisinde kalarak sınırları olağanca aşındırıyordu.
Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine iflah olmaz bir dolandırıcı olan, yüzlerce kadını evlilik vaadiyle dolandıran Eyüplü Halit ite ilgili yayınları, onun hatıralarını neşrederken kullanılmasına izin verilen yakıştırma ve anlatım biçimi dediğim hususu göstermesi bakımından çok karakteristik bir örnektir.* 1
Dolandırıcılar ya da yankesiciler, dönemlerinin hakim atmosferi ve içerisinde yaşadıkları kültürel kodlarla uyumluluk gösteren ifade ve yöntemlerle suç işleme tarzlarını şekillendiriyorlardı. Konumuz doğrudan o olmasa da Eyüplü Halit bunun güzel bir örneğiydi. Halit, gözüne evlilik çağındaki ve biraz da maddi gücü olan kadınları kestiriyordu.
Fındık Fatma
Şık ve güzel giyiniyor, onlarla tanışırken parasından, mal ve mülkünden, ayrıca statüsünden bahsediyordu. Evliliğin son derece kutsandığı, para ve sosyal mevkinin belirleyici olduğu bir atmosferde asıl yıkıcı hamlesini de romantik aşık rolüyle evlilikten bahsederek yapıyordu. Eyüplü Halit bu sayede yüzlerce kadını dolandırabildi.
Erken Cumhuriyet döneminde sayıları giderek artan bazı kadın yankesiciler de yine dönemin kodlarından, belki doğru ifadesiyle erkeklerin zaaflarından yararlanarak suç işliyorlardı.
Fındık Fatma, Muzaffer ya da diğerleri kurbanlarını güzellikleriyle büyülüyorlar ve sonra hırsızlıklarını gerçekleştiriyorlardı. İşte Fındık Fatma, dönemin haberlerine bakılırsa bu yöntemin en tanınan, hatta mucitlerinden biriydi. Zaten dönemin basınının katkısıyla da kolayca meşhur oldu.
Doğrusunu söylemek gerekirse ülkedeki ekonomik zorluklar ve kısa yoldan para kazanma arzusu bu tarz suçların artmasına neden olmuştu. Kadınların çalışma imkanlarının son derece düşük olması muhtemelen kadın yankesicilerin sayısındaki artışı da bir nebze açıklıyordu. Dönem gazetelerinde bu tarz haberlerin yoğunluğu bu yıllarda sorunun ayyuka çıktığını gösteriyordu. Böyle olduğu için Hikmet Feridun kaleme aldığı yazıda ilimde, fende, edebiyatta ilerleyemediklerini ancak şehrin sabıkalı hırsızlarının bu eksikliği kapattıklarını söyleme gereği hissetmişti.2
Temel sorunlardan birisiyse, daha önce belirttiğim gibi kadın erkek farketmeksizin hırsızlar ve yankesicilerin defalarca hapse girmelerine rağmen ıslah ol(a)mamalarıydı.
Ancak bunu sadece sabıkalının karakteriyle ilgili görmemek lazım. Belki bazıları bunu meslek edinmiş, insanları soymaktan keyif alıyordu ancak hatalarından ders çıkaran, bu yolun yolcusu olmak isteyemeyenler de olmalıydı.
Ne var ki bu insanların yanlışlarını telafi edebilmelerine imkân sağlayacak bir ortamdan bahsetmek kolay değildi. Hapishaneler kişilerin ıslahı için yeterince elverişli değildi, üstelik bu kişiler cezalarını çektikten sonra sabıkalı, suçlu olarak damgalanmaya devam ediyorlardı. Fotoğrafları, yaşları, fiziksel özellikleri, kimlikleri fütursuzca paylaşılıyor, işledikleri suçlardan ötürü ister-istemez başkalarının çizdiği alanın içerisinde mahkum kalıyorlardı.
Kanımca rehabilitasyon mekanizmasının işlememesi ya da olmayışı ve bahsettiğim hususlardan dolayı yankesiciler suç işliyor, yakalanıyor, hapse giriyor, çıkıyor, sonra tekrar suç işliyorlardı.
Yani makara hep başa sarıyor, döngü bir biçimde kendini tekrar ediyordu. Kötü haberse aynı suç defalarca tekrar edilmesine rağmen böylesine çifte sabıkalılara caydırıcı cezalar da verilmiyordu.
Misal “maruf kadın yankesicilerinden Hayriye” tramvayda bir kadının çarşafını keserek çantasını aşırırken yakalanmıştı ve ona sadece altı ay ceza verilmişti. Şevkiye ise benzer bir suçtan topu topu üç ay ceza almıştı. 60'dan fazla sabıkası olan Muzaffer ise diğerleriyle benzer şekilde yedi ay ceza almıştı.3
Maruf bir yankesici
Hırsızlık ve yankesicilik yaygınlığından olsa gerek dönemin yazar çizerlerinin zaman zaman değindiği bir konuydu. Sözgelimi Resimli Ay'da Türkiye’de Yan-kecilik ve Yankesiciler isimli iki makalede bu suç türleri ayrıntılı olarak ele alınarak kolları, yankesicilerin mahalleri, özetle onlara dair veriler paylaşılmıştı.
Hatta “enayi” olmamak için okuyuculara püf noktalar veriliyordu.[4] 1939 yılında ise Son Posta gazetesinde hırsızlık ansiklopedisi adı altında bu tarz suçlar yine ancak çok daha ayrıntılı biçimde ele alınmıştı. İnsanların kıymetli eşyalarını çalmak şeklinde nitelendirmenin mümkün olduğu yankesicilik, bu yazıya göre altı türlüydü.5
Erkekler oranında olmasa da o dönem azımsa-namaz ölçüde kadın yankesici vardı. Öyle ya şayet o dönemin gazetelerini kurcalarsanız Emine, Nazlı, Şerife, Vasfiye, Şevkiye, Muzaffer ve Fatma gibi bir sürü isme denk geleceğinizi; öte yandan bu haberler arasında çokça, “Maruf kadın yankesicilerden” falanca ile başlayan cümlelere tanık olacağınızı şimdiden söylemeliyim. Maruf kelimesiyle en çok yan yana getirilense Fındık Fatma idi. Nerede ve ne zaman doğduğunu maalesef öğrenemedim. Fakat Fatma’nın Çingene ve çok güzel olduğuna dair haberler söz konusu.
Sözgelimi 1924 yılında Dökmeci Agop’un parasını çaldıktan sonra yakalanınca bir habere “çingene taifesinden ve mahir yankesici Fındık Fatma” şeklinde konu edilmişti.6 Ona takılan Fındık lakabı ise muhtemelen kelimenin argosuyla alakalıydı. Zira Fındık argoda, “başkasının cinsel ilgisini çekecek davranışlar yapan, ama ilişkiye yanaşmayan kimse" olarak tanımlanıyor.7 Bilindiği gibi kimi edebi ürünlerde de bazı kadınların fındıkçılık ettiği, bu kelimeyle de kadının erkeklere yanaştığı, işve ve naz ettiği anlatılmak istenmekteydi. Yani Fatma’ya, kuvvetle muhtemel yankesicilik yöntemlerinden dolayı Fındık lakabı takılmıştı.
Neticede 18/19 Ağustos 1932 tarihli haberlere göre İstanbul’a gelen taşralı zenginlere oynadığı oyunlarla bilinen Fındık Fatma’nın öldüğü anlaşılır. Fatma, defalarca hapse girip çıktıktan sonra, eğer doğruysa Balat'ta kahvecilik yapan bir gençle yaşamağa başlamıştı ancak çok geçmeden bir hastalıktan ötürü ölmüştü.8
Yankesiciliğin de mevcut kültürel normlardan doğrudan etkilendiğini ve cinsiyet rollerinin etkili olduğunu göstermesi açısından karakteristik bir örnek olan Fındık Fatma, kurbanlarından bazılarını taşralılardan seçiyordu. Belirttiğim gibi yankesicilikte işve ve cilvesine güvenmesi ise tesadüf değildi. Nekadarında yakayı ele verdiğini bilmesek bile Fındık Fatma insanların sırtından uzun yıllar geçinebilmişti. Nitekim İstanbul sokaklarında pek çok kişiyi “avlayan" bu “güzel ve fettan” kadın öldükten sonra mirasçılarına Fatih taraflarında kâgir bir evle bir miktar da para bırakmıştı.9
Fındık Fatma yeri geldiğinde cilvesini gerektiğindeyse bedenini kullanılıyordu. Misal, günlerden bir gün, birinin dükkânına gitmiş, çorabını düzeltmek bahanesile bacağını pek yukarılara kadar açmış ve ardından dükkan sahibine adres sorarak bu suretle ahbap olduktan sonra hırsızlığını yapmıştı.10
Söylenene göre “balık etli, orta boylu, kara gözlü, dolgun göğüslü, şeytan bakışlı” bu kadın orta halli insanları zayıf noktalarından yakalayarak soyuyordu. Önce bakışıyla büyülüyor, sonra öpücüğüyle sarhoş ediyor ve nihayetinde kişinin cebini boşaltıyordu.11 Kadına yüzü yumuşak olması gereken çağdakileri, yani yaşını almışları gözüne kestiriyordu, yukarıda anlatılanlar dışında, konuşma esnasında yerine göre bazen muhatabı olduğu kişinin orasını burasını gıdıklar ve o hengamede cüzdanı aşırırdı.12
Bu noktada bir parantezi Fatma'nın her zaman erkekleri soymadığına açmak gerekir, örneğin 1930’da hapishaneden çıkar çıkmaz işe koyularak bir kadının çantasından parasını çalmak üzereyken yakalanır.13 Ancak bu tarz bir yöntem Fındık Fatma’nın nadiren başvurduğu bir usuldu. Çünkü söylediğim gibi o, gözlerinin simsiyah mıknatısıyla erkeklerin kalbini ve aynı zamanda mahir parmaklarıyla ceplerinden cüzdanlarını aşırmakla ünlenmişti. Bu hünerli yankesici fettanlığı, zekası ve işveleriyle sık sık vukuat işliyordu.14
1924 yılında Langa’da dükkanında iş gören bir Ermeniyi tam olarak böylesine yöntemle soymuştu. Bu işyerine giden Fındık Fatma, kırıta kırıta adamın yanma yaklaştı, gözlerini dükkan sahibinin gözlerine dikti ve bir süre sonra kireç almak istediğini söyledi. Dükkan sahibi tam yerinden kalkarken Fatma, ortamın sıcaklığından bahsederek çarşafının iğnesini çözdü, Toros efendiye biraz da bluzunun altından göğsünü gösterdi.
Bu sırada ne olduğunu anlayamayan adam derhal kalkıp istediği kireci vermeye koyuldu. Planını uygulamaya devam eden Fatma, Toros efendinin şaşkın bakışları arasında kollarını üzerine atıp kucağına zıpladı. Olayın sonu zaten malum, cüzdanı çalarak bir bahaneyle oradan sıvıştı.[15]
Bakırköy’deki bir Rum kömürcüyü de yine benzer şekilde soydu. Dükkan sahibinden kömür istedi, sonra da dikkatini dağıtmak adına kömür koymak için eğilen adama uyarak eğildi ve bir yolunu bularak cüzdanı çaldı.16
Dönemin yazılı basınında Fatma'nın işlediği suçlar, haliyle yer alıyordu ama genellikle meşhurluğuyla ön plandaydı. Evet, Fatma sürekli suç işliyordu ama aslına bakılırsa onu meşhur eden de gazetelerdi. Ne kadar çok suç o kadar ilgi ve alakaydı. Hapse girmesi, elbette haber niteliğinde olduğundan ilgiye değerdi ancak hapisten çıkmasının haberleştirilmesi, insanları uyarmak için olmayacağına göre onun
popülaritesinin giderek artığını açıkça gösteren bir durumdu. Milliyet gazetesi, 1929 yılında fındıkçığıyla meşhur olan Fatma’nın hapisten çıktığını duyurmuştu.17 Gelgelelim asıl şöhretini gösteren tuhaflıklar da yaşanıyordu.
Vakit gazetesinin 1 Nisan 1930 tarihli nüshasındaki bir habere göre “kadın avcısı" Eyüplü Halit ile “erkek avcısı" Fındık Fatma evlenmişlerdi. Haberde bir de Fatma’nın fotoğrafı verilmişse de ertesi gün haberin aslında 1 Nisan'a gönderme yapan bir “espri” olduğu belirtilmişti.18
Basının dilinden kolay kolay düşmeyen Fındık Fatma, sağken de öldükten sonra da hatırlanmaya devam etti. Zira son zamanlarını saymazsak uslanmadan hırsızlık yapması ve seçtiği yöntemlerle aykırı bir isimdi, hem de yankesiciliğin kendine has bir temsilcisi kabul ediliyordu.
Fındık Fatma, daha önce belirttiğim gibi silahı cinsi cazibe olan bu yöntemin kendine özgü mucidiydi. Hatırlanacağı üzere bu yöntemde daha çok yaşlıları gözüne kestirir, kurbanlarıyla konuşur, bu esnada öte-berilerini mıncıklar, gıdıklar gibi yaparak aşıracağını aşırırdı.19
Fatma, gazete haberlerine bakılırsa bütün namıyla başkalarına da ilham olmuştu. Ne var ki bazen rakipleri de çıkıyordu. Sözgelimi 1929 tarihli bir gazete haberinde ona Zülfiye isimli genç bir rakip çıktığından söz edilirken2 az evvel bahsettiğim ve yüzden fazla sabıkası olan Muzafferin de Fatma’yı taklit ettiği ifade ediliyordu. Muzaffer gözüne kestirdiği adamlara sokulup aşktan veya fakirlikten bahisle karşısındakini oyalıyor ve fırsatım bulup cüzdanları çalıyordu.21
Onun ardından giden Pandoflacı Muzaffer, yeri geldiğinde güzelliğini, kadınlığını kullanarak insanları soyuyordu: “genç ve esmer güzeli bir kadın olduğu için gözüne kestirdiği taşralı safdilleri çabucak elde etmekte ve bir fırsatını bularak cüzdanını aşırmağa muvaffak olmaktadır."[22] 1932 yılında genç ve güzel bir yankesici daha yakalanınca gazete, bunu “İstanbul zabıtası şehrimizde yeni bir Fındık Fatma türediğini haber almış" sözleriyle duyurmuştu.23
İstanbul’un öyle yaman yankesicileri vardı ki erkeklerin bildiği her ayrıntıyı, püf noktayı onlar da biliyorlardı. Kimileri daha kolay soyabilecekleri
düşüncesiyle kadınları hedefliyordu ama ağlarına savunmasız gördükleri erkekleri ekleyenler de az değildi: Zehra, Muzaffer, Reha, Cemile ve Fatma ilk akla gelenleri. Onlar, üzerlerine Anadolu çarşafı denilen kıyafeti giyerler, ardından güya İstanbul'a taşradan yeni gelmiş rolünü oynarlardı. Şaşkın bir vaziyet takınarak kabalık arasına girerler, şüphe uyandırmak-sızın emellerine ulaşırlardı. Bunlar arasında genelde erkeklere musallat olan Fatma, bir yabancı görmeye dursun derhal yanında biterdi. Her şey cüzdan içindi ve gerekirse ilan-ı aşk ederek kurbanının boynuna sarılır, cüzdanı aşırırdı.24
(EMK)
KAYNAKÇA
Süreli Yayınlar
Akbaba; Akşam; Cumhuriyet; Resimli Ay, Milliyet; Son Posta; Son Telgraf; Vakit; Yarın.
Kitap ve Makaleler
Aktunç H. Türkçenin Büyük Argo Sözlüğü, Yapı Kredi Yayınları, 1998, s. m.
Arif H. "Türkiye’de Yankesicilik ve Yankesiciler I”, Resimli Ay, Mart 1937, s. 74-80.
______, "Türkiye'de Yankesicilik ve Yankesiciler II", Resimli Ay, Nisan 1937, s. 73-80.
Hikmet Feridun. “Hırsızlar", Akşam, ı Kanunuevvel 1930, s. 3.
Obuz, Ö. "Bir Dolandırıcıya Biçilen Toplumsal Roller: Eyüplü Halit Portresi", Tezkire, Sayı: 74, Ekim-Kasım-Aralık 2020, s. 205-215.
Yusuz Ziya, “Bir yıldız söndü!", Cumhuriyet, 19 Ağustos 1932, s. 3.
DİPNOTLAR
- 1 Ayrıntılı ilgili bkz. Ömer Obuz, “Bir Dolandırıcıya Biçilen Toplumsal Roller: Eyüplü Halit Portresi", Tezkire, Sayı:74, Ekim-Kasım-Aralık 2020, s. 205-215.
- 2 Hikmet Feridun, “Hırsızlar”, Akşam, 1 Kanunuevvel 1930, s. 3.
- 3 Akşam, 23 Eylül 1932, s. 3; Akşam, 31 Mart 1933, s. 3; Vakit, 21 Bir. Teşrin 19323. s. 4.
- 4 Ayrıntılar için bkz. Hikmet Arif, “Türkiye’de Yankesicilik ve Yankesiciler I”, Resimli Ay, Mart 1937, s. 74-80; Arif, "Türkiye’de Yankesicilik ve Yankesiciler II", Resimli Ay, Nisan 1937, s. 73-80.
5 Son Posta, 9 Şubat 1939, s. 9.
6 Son Telgraf, 17 Haziran 1340, s. 1.
7 Hulki Aktunç, Türkçenin Büyük Argo Sözlüğü, Yapı Kredi Yayınları, 1998, s. 111.
8 Akşam, 19 Ağustos 1932, s. 2; Milliyet, 18 Ağustos 1932, s. 3.
9 Vakit, 18 Ağustos 1932, s. 3.
10 Akşam, 3 Kanunuevvel 1933, s. 10.
n Akbaba, 14 Mayıs 1928, s. 1.
12 Son Posta, 10 Şubat 1939, s. 9.
13 Yarın, 15 Şubat 1930, s. 4.
14 Yusuf Ziya, “Bir yıldız söndü!”, Cumhuriyet,
19 Ağustos 1932, s. 3.
15 Akşam, 3 Teşrinievvel 1340, s. 1.
16 Cumhuriyet, 7 Mayıs 1928, s. 1.
17 Milliyet, 20 Kanunisani 1929, s. 3.
18 Vakit, 1 Nisan 1930:3; Vakit, 1 Nisan 1930, s. 2.
19 Son Posta, 10 Şubat 1939, s. 9.
20 Akşam, 8 Mayıs 1929, s. 2.
21 Akşam, 18 Kânunusani 1933, s. 3.
22 Akşam, 23 Kanunuevvel 1940, s. 3.
23 Son Posta, 25 Mart 1932, s. 2.
24 Akşam, 22 Şubat 1932, s. 3.