Şeker yemenin sağlığa ne kadar zarar verdiği üzerine öyle çok şey yazıldı ve söylendi ki şekerin gıda güvencesi açısından önemini, şeker üretiminin gerekliliğini savunmak hakikaten çok zor.
Ülkemizde gıda ve beslenme ile ilgili meselelerin medyada ele alınış ya da sunuluş biçimi politik bir bağlam taşımadığı için şeker yemenin sağlığa olan zararları hakkında söylenenler konunun küçük bir kısmını oluşturuyor. Oysa dile getirilmeyen pek çok konu var.
Söylemek istediklerime çok güncel bir örnek üzerinden açıklık getirmeye çalışacağım. Yanıtını arayacağım basit soru şu: Şeker yemek mi şeker fabrikalarını özelleştirmek mi daha zararlı?
Şeker içeriği yüksek gıdaları çok tüketmek obezite ve diyabet sorununa yol açıyor. Özellikle çocukluk çağı obezitesi ve diyabeti çok ciddi bir sorun ülkemizde. Piyasada satılan ve çocukların severek yediği pek çok yiyecek ve içecek maddesi ilave şeker içeriyor. Gıdanın doğal bileşiminde yer almayan sonradan ilave edilen bu şeker gereksiz bir kalori alımına yol açıyor ve bu da zaman içinde obezite ve diyabet hastalığına zemin hazırlıyor.
Gerek sağlık kurumları ve gerekse konu ile ilgili uzmanların en çok söylediği şey bu tip ürünlerin az tüketilmesi gerektiği. Gıdaları satın alırken bireysel tercihlerimizi rasyonel kararlara göre oluşturmalı ve böyle ürünleri çok yememeliyiz; ya da hareketsiz bir hayat sürmemeli, ara sıra spor yaparak kilomuzu kontrol etmeliyiz. Obezite konusunda genel olarak söylenenler bunlar.
Obezite ya da diyabet gibi bir sağlık sorununa bireysel tercihlerimizin yol açtığını söylemek ülkede mevcut siyasal atmosferin ve hükümet politikalarının bu sorunların oluşumundaki payını görmezlikten gelmek sorunları çözmekten ziyade pekiştiren bir işlev görüyor.
Önümüzdeki Nisan ayında ülkemizde elde kalan son kamu kurumlarından biri olan Türkiye Şeker Fabrikaları kurumuna ait 15 şeker fabrikası özelleştirilecek. Çocukluk çağı obezitesi sorunu ile şeker fabrikalarının özelleştirilmesine yönelik hükümet politikaları arasında bir bağlantı kurulabilir mi? Her konuda olduğu gibi gıdalar ve beslenme ile ilgili konularda da çeşitli bakış açılarından yola çıkarak konuya bakmak ele aldığımız konu üzerine düşünme kapasitemizi genişletecektir.
Önce özelleştirmenin gerekçelerine bakalım.
Şeker fabrikaları neden özelleştiriliyor?
AKP iktidarının temsilcileri “şeker fabrikaları zarar ediyor ve milletin sırtına yük oluyor” gerekçesini öne sürüyor. Daha açık bir dille, pancardan şeker üretmenin şeker kamışından ya da nişastadan şeker üretmeye kıyasla daha pahalıya mal olduğu, fabrikaları işletmenin kamu zararına yol açtığı ve açığa çıkan zararın da milletin sırtına vergi olarak yüklendiği söyleniyor.
Bu kamu zararının hükümet yetkililerince nasıl ölçüldüğünü bilmiyoruz. Bir kamu zararı gerçekten var mı onu da bilmiyoruz. Kanaatimce yok. Hatta tam aksine özelleştirme uygulamalarının bizatihi kendisinin çok büyük kamu zararlarına neden olduğunu söylemek olanaklı. Bazı tespitler yaparak bunu gösterebilmeyi ve böylece şeker fabrikalarının neden özelleştirilmemesi gerektiğini de anlatabilmeyi umuyorum.
Gerçek kamu zararları nerede aranmalı?
Mülksüzleştirme: Geçmişte yapılan özelleştirme uygulamaları özelleştirilen kurumların çoğunun zaman içinde kapandığını, yok olduğunu gösteriyor. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi demek bu fabrikaların kapanmasına giden yolun da açılmış olması anlamına gelir. Özelleştirme ile şeker fabrikalarının Cargill, Amylum gibi nişasta bazlı şeker (NBŞ) üreten dev gıda şirketlerine satılmaması için hiçbir neden yok. Bu uluslararası şirketler sadece nişasta bazlı şekerin üretim miktarını artırmak için bile bu fabrikaları satın alabilir. Nişasta bazlı şekerin pancar şekerine kıyasla yüzde12 oranında daha ucuz olması şu an bile ciddi bir avantaj doğuruyor bu firmalar lehine.
İstihdam ve Gelir Kaybı: Pancar şekeri üretimi pancar tarımında, şeker sanayisinde ve gıda sektöründe yarattığı istihdam açısından milyonlarca insanın geçimine katkı sağlıyor. Şeker üretiminin ülke ekonomisine her yıl 500 milyon dolar tutarında bir katma değer sağladığı belirtiliyor. Bu kurumların tasfiyesi ile istihdam daralacak ve bu katma değer de azalacak ya da bütünüyle yok olacak.
Dış Ticaret Açığı: Şeker kamışından şeker elde etmek için şeker kamışı ithalatı yapmak; nişasta bazlı şeker için ise ucuz olduğu için GDO’lu mısır ithalatı yapmak gerekecek. Bu ithalat kalemleri de döviz açığına yol açarak kamu zararı oluşturacaktır.
Obezite Oranlarında Artış: Pancar şekeri üretiminin yerine nişasta bazlı şekerin geçmesiyle zaman içinde obezite görülme oranlarında ciddi bir artış olacaktır. Tek başına bu sorunun doğuracağı kamu zararı bile çok büyüktür. Yakından bakalım.
Dünya Sağlık Örgütü günlük alınması önerilen şeker miktarını, bir kişinin günlük kalori ihtiyacının yüzde5’i ile sınırlıyor. Bu öneriye göre örneğin, günlük 2000 kalori alması gereken bir insanın yiyecek ve içeceklerle alacağı ilave şeker miktarının 100 kaloriyi aşmaması gerekiyor. 100 kalori 25 gram şekere ve 25 gram şeker de yaklaşık olarak 10 adet kesme şekere denk gelir. Piyasada satılan bir bardak limonatalı içecekte 18 adet, bir bardak kolada ise 14 adet kesme şekere denk şeker var ve piyasa şeker içeriği yüksek bu tip yüzlerce ürünle dolu. Özetle söylemek gerekirse şeker içeriği yüksek yiyecek ve içecekleri günde sadece bir kez tüketmekle bile dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği şeker alım limitini aşmak çok mümkün.
Besin içeriği zayıf bu tip ürünlerin üretiminde NBŞ ucuz olması ve gıda üretim prosesinde uygulanan teknolojik işlemleri kolaylaştırdığı için çok kullanılıyor.
İster pancar şekeri isterse nişasta bazlı şeker olsun fark etmez; şeker alım limiti aşıldığı sürece kilo alımı kaçınılmazdır. Ancak obezite konusunda nişasta bazlı şekere daha dikkatle bakmak gerekiyor.
Nişasta bazlı şekerin içeriğinde pancar şekerine kıyasla daha yüksek oranda fruktoz var. Fruktoz içeriği yüksek şekerlerin karaciğerde yağlanmaya ve insülin hormonu salınımında düzensizliklere yol açtığı ve bu durumun da kilo alımını kolaylaştırdığı çeşitli yayınlarda belirtiliyor. Nişasta bazlı şekerlerin çok kullanıldığı ürünlerin başında gelen alkolsüz içeceklerin özellikle çocukluk çağında gözlenen obezite ve diyabet sorununun en önemli etkeni olduğu dile getiriliyor. Bu ürünler çocuklar tarafından çok tüketiliyor çünkü.
Bu konuya devam etmeden ülkemizdeki obezite oranları hakkında da biraz bilgi vermek gerekiyor.
Ülkemizde genel nüfusta diyabet görülme sıklığı üzerine yapılan en kapsamlı çalışmalar TURDEP I ve TURDEP II çalışmaları. 1997-98 yılları arasında, 15 ilden 540 merkezde ve 20 yaş ve üzerinde 26.499 kişi ile “Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans Çalışması-I” (TURDEP-I Çalışması) yapılmıştı. Çalışma 12 yıl sonra, 2010 yılında aynı yöntem kullanılarak ve aynı yerlerde tekrarlanarak zaman içinde obezite ve diyabet açısından ne gibi değişim olduğu sorularına yanıt arandı.
TURDEP-II çalışmasının yapıldığı yıl olan 2010 yılında Türkiye’nin 20 yaş ve üzeri nüfusu 47 milyon 467 bin 350 olarak tespit edildi. Bu nüfus içinde diyabet hastalığına sahip kişi sayısının 6 milyon 503 bin 027 (nüfusun yüzde 13.7’si) olduğu ve 1998 yılına kıyasla diyabetli kişi sayısının yüzde 90 oranında artış gösterdiği belirlendi.
Aynı çalışmada 20 yaş ve üzeri nüfusta obezite görülme oranı yüzde 31.2 (15 milyon 237 bin 19 kişi) olarak ve fazla kilolu nüfus ise yüzde 37.5 (17 milyon 88 bin 246 kişi) olarak belirlenmişti. Çalışmanın bir diğer önemli bulgusu ise 2010 yılında 1998 yılına kıyasla obezite oranının yüzde44 oranında artış göstermesi.
2010 yılından günümüze uzanan süreçte bir iyileşme gerçekleşmediğini, tam aksine özellikle çocukluk çağı obezitesi ve diyabetinde sorunun giderek büyüdüğünü söyleyebiliriz. Sorunun büyümesinde en büyük pay işlenmiş gıda ürünlerine eklenen ilave şekerdir. Çocukların severek tükettiği işlenmiş gıda ürünlerinde en fazla kullanılan şeker ise nişasta bazlı şekerdir. NBŞ ülkemizde ilk kez 2001 yılında Cargill firması tarafından üretildi. O zamandan bu yana da kullanım miktarı sürekli artmaktadır.
Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ile beklenen gelir 3 milyar dolar civarında. Türkiye’de şu an 7 milyon civarındaki olduğu belirtilen diyabet hastasının tedavisi için her yıl Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın yüzde birine karşılık gelen 11,4 ile 12,9 milyar TL harcanmakta olduğu tahmin ediliyor.
İnsanların tedavi hizmetlerinden yararlanmaları sosyal haklarıdır ve bu hakkın zayıflatılması kabul edilemez. Sağlık hizmetlerinden eşit yararlanma koşullarını sağlamak devletin kamusal sorumluluklarından biri. Ama çok daha önemli bir kamusal sorumluluk insanların hasta olmasının önüne geçmektir. Koruyucu ve önleyici tıp hizmetlerine öncelik vermek; gıda ve beslenme konularında oluşturulacak yasal mevzuatla kötü beslenmenin yol açacağı sağlık sorunlarına engel olabilmek bu konuda yapılacaklar bahsinde ilk anda aklıma gelenler.
Obezite sorununun kişisel tercihler, doğru gıda seçimleri yapamama, hangi gıdanın ne miktarda ya da ne sıklıkta tüketileceğini bilememe, aşırı tüketim ve hareketsizlik gibi faktörlerden kaynaklandığını söyleyen görüş epeyce yaygın.
Obezite meselesinin toplumsal değil bireysel bir sorun olduğunu dile getiren ve bizlere, “yanlış besleniyor, çok yiyor ve az hareket ettiğiniz için de obez oluyorsunuz” diye seslenen bir görüştür bu. Ülkemizdeki Sağlık Bakanlığı ve Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı gibi konu ile ilgili kamu otoritelerinin görüşüyle; uzmanların medyada sıklıkla dile getirdiği görüş bu.
Oysa hareketsizlik ya da aşırı abur cubur tüketme obezite sorununun nedeni değil obeziteye yol açan etkenler olarak görülmeli. Kamu sağlığını koruyucu çalışmaların yetersizliği ya da yokluğu; gıda üretim ve tüketim süreçlerini düzenleyen yasal mevzuattaki boşluklar; gıda üretim ve tüketim süreçlerinin piyasa çerçevesine hapsolması; sağlıklı beslenmenin bir sosyal hak olarak görülmemesi obezite sorununun gerçek nedenlerinden bazıları olarak görülebilir. Ve dile getirdiğimiz bütün bu konuların odak noktasında kamu yararından ne anlaşıldığı ve kamu yararını sağlamak için ne yapıldığı sorusu yatmaktadır.
Vereceğimiz yanıt kanımca daha kapsayıcı bir çerçeve sunan bir bakış açısını gerekli kılıyor.
Özelleştirme meselesine üretim-tüketim süreçlerinin karmaşıklığının azaltılması ya da belki daha uygun bir tabirle doğa ile kurduğumuz ilişkilerin basitleştirilmesi girişimi olarak bakılabileceğini düşünüyorum.
Karmaşıklık derken pancar ekimi, dikimi, toplanması, taşınması gibi tarımsal üretim süreçlerini; şeker fabrikalarında yıkama, parçalama, haşlama, kristallendirme, kurutma gibi pek çok işlem basamağının yer aldığı teknolojik prosesleri; şeker üretimi esnasında açığa çıkan melasın ve pancar küspesinin işlenmek üzere alkol, maya ve yem fabrikalarına gönderilmesini ve orada uygulanan teknolojik prosesleri; atıkların arıtımını; elde edilen şekerin piyasaya arzı gibi sadece bir kısmını dile getirebildiğim ve tamamını betimlemenin olanaksız olduğu ilişkiler bütününü ya da ağını kastediyorum.
Bir toplumun yaşadığı coğrafya, iklim, bitki örtüsü, tarımsal üretim kapasitesi gibi çeşitli unsurlara bağlı olarak gıdalarla kurduğu ilişki ve gıda üretim teknikleri de çeşitlilik gösteriyor. Şeker pancarından şeker üretimi yapma süreci pancar bitkisinin ülkemiz coğrafyasında yetişmeye uygun bir bitki olması ile başlar. Başlangıç noktası hemen her zaman ekolojidir ve başlangıç noktasını belirlemek kolaydır. Ama şeker üretimi ile oluşan karmaşık ilişkiler ağını tasvir etmek ve pancarla başlayan hikâyenin nerede son bulduğunu belirlemekse mümkün değildir.
En az birkaç milyon insanın doğrudan içinde yer aldığı bir hikâye bu.
Ülkemizdeki şeker fabrikalarının tamamını kapatarak, tek bir fabrika ile ithal mısır kullanarak ve sadece birkaç yüz kişiyi istihdam ederek ihtiyaç duyulan şekerin tamamını nişasta bazlı şekerden elde etmek mümkün. Muazzam bir basitleştirme girişimi olurdu bu ve aslında içinde yol aldığımız özelleştirme süreci tam da böyle bir yıkıcı sonuca yol açacak.
Kamu kurumlarının özelleştirilmesi bir toplumun sahip olduğu ilişkiler ağını, üretim kapasitesini ve çeşitliliğini zayıflatıyor. Sorunların ve çözümlerin bireysel kılınması ile kamusal duyarlılıklar üzerinde şekillenmiş kurumların tasfiye edilmesi birbirine yapışık işleyen bir süreç. Belki de obezite sorununun en önemli nedenini de burada aramak gerekiyor.
Bu bakış açılarını dikkate alarak özelleştirilecek şeker fabrikalarının zamanla kapanacak olması ve böylece nişasta bazlı şeker üretimini ve tüketimini artırmanın önünde bir engel kalmaması durumu üzerinde tekrar düşünelim. Bunca yıl şeker yemenin ne kadar zararlı olduğu dile getirildi ama şimdi şeker üretiminde kendine yeterliliğimiz yitirmemize yol açacak özelleştirme sürecinin neden olacağı kayıplar ve zararlar üzerinde düşünmenin zamanıdır.
Özelleştirme bir mülksüzleştirme rejimidir ve reddedilmelidir. (BŞ/HK)