Bir gün bir bildiriye imza attım ve hayatım değişti! Türkiye'de barış ortamının yeniden tesis edilmesi için 'bu suça ortak olmayacağız' başlıklı bildiriye imza atan akademisyenlerin durumu Yeni Hayat'ın giriş cümlesini andırıyor. İçinde barışın, demokratik ve özerk bir akademinin, insan hakları, demokrasi ve düşünce özgürlüğü arayışının yer aldığı uzun soluklu bir yolculuk bu...
İlk imzacı sayısı 1128 olduğu için '1128'likler' olarak da bilinen akademisyenler -ki sayı sonradan 2000leri aştı- o gün bu gündür, yani yolculuğun başından beri, çeşitli hukuksuzluklara maruz kaldılar kalmaya da devam ediyorlar.
Önce, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından 'cahil, karanlık, müsvedde' olarak tanımlandılar; sonra mafya lideri tarafından 'kanlarıyla banyo yapmak'la tehdit edildiler; basın yoluyla öğrencileri kışkırtılmaya çalışıldı kendilerine karşı; odaları işaretlendi; 'resmi gazeteciler' tarafından 'medeni ölümle cezalandırılmaları' yönünde dahiyane öneriler üretildi...
'Haklarında gerekenin yapılması' emri her tarafa duyurulduktan sonra, emri duyan başladı 'gerekeni yapmaya'. Kim bunlar? Ne demişler acaba, diye sormadan etmeden, 'akademisyenin görevi zaten eleştirmektir, düşüncesini ifade etmektir toplumsal kriz dönemlerinde' diye düşünmeden ilk önce YÖK yazı yazdı tüm üniversitelere "Bir kısım akademisyen" ile başlayıp, "haklarında gerekli işlemlerin yapılması ve tarafımıza bildirilmesi" ile sonlanan.
Savcılar, emniyet amirleri harekete geçti, 'ifadeleri alındı', söylemedikleri şeyler soruldu, söylemedikleri yüzünden suçlandı hepsi teker teker... İçlerinden dördü 'ibret-i alem' olsun diye şimdi içeride yatmaktadırlar...
Üniversite rektörleri YÖK'ten gelen talimatın gereğini (!) yapıp idari soruşturma açtılar/açıyorlar akademisyenler hakkında. Özel üniversiteler zaten daha ilk günden üstlerine düşeni yapıp yüzlerce akademisyenin işine son vererek 'gereğini' yerine getirmişlerdi.
Devlet üniversiteleri de aynı yolun yolcusu. İkide bir 28 Şubat üzerinden 'mağdur' edebiyatı yapan bugünün muktedirleri, bugün benzeri mağduriyetleri yaşatmakta hiç beis görmüyorlar. 28 Şubat günlerinde inşa edilen 'ikna odaları'nı şimdi kendileri kullanıyorlar; 'şöyle derseniz bu olur', 'şunu şöyle yazalım, sizin için daha iyi olur' diyerek bir de kendilerini 'iyiliksever' göstermekten de geri durmuyorlar, 'ekmek ile oynamak', 'açlıkla terbiye etmek' üzerine kurulan bir 'ikna' girişimiyle aba altından sopa gösterirken...
Sözleşme yenilememek şu anda ellerinde bulunan en büyük koz ve uygulanıyor da. Dolayısıyla sözleşme yenileme döneminde bulunan yüzlerce akademisyen haliyle endişe ve kaygı içinde. Sözleşme yenilememenin hukuksal bir dayanağının olmasından değil, tam tersine olmamasından ve tamamen üniversite yönetimlerinin keyfiliğinden bu endişe ve kaygı durumu.
Aslında tüm bunların; yani hükümetin yayınladığı 'genelge'nin, YÖK'ün gönderdiği yazıların, üniversitelerin açmış oldukları 'idari soruşturma'ların, Esra, Meral, Kıvanç ve Muzaffer Hoca'ların şu anda cezaevinde bulunmalarının altında yatan temel düşünce ve amaç şu: burunlarını sürtmek, seslerini kesmek, başlarını kuma gömdürmek... Ve böylece sessiz, sedasız, düşünmeyen, konuşmayan bir toplum yaratmak... Ve bunu esas görevi 'düşünmek, konuşmak, eleştirmek' olan akademisyenler üzerinden gerçekleştirmek...
Hani ne yalan söyleyelim, bu konuda önemli bir 'başarı' da elde edilmiş görünüyor... Fakat düşüncelerin hızlı bir şekilde dünyayı dolaştığı, değişimin çok hızlı yaşandığı 21. yüz yılda bu 'başarı'lar sadece geçici ve 'bir süreliğine'dir.
O yüzden de, bir bildiriye imza attıkları için hayatları değişen bir grup akademisyenin aynı zamanda 'akademi'nin içine değişim tohumları serpmiş olduklarını söylemek yanlış olmaz. Bu aynı zamanda, akademinin kendi alnına sürülen bu 'kara leke' ile uzun süre yaşayamayacağı ve bundan kurtulmanın yollarını mutlaka arayıp bulacağı umudunu her şeye rağmen tutuyor.
Bir grup akademisyen, 'barış olsun' diye bir bildiri imzaladılar, imzalamakla kalmadılar bunu kamuoyuna yüksek sesle duyurdular ve hayatları değişti, değişmesine de; O değişimle birlikte siyasetin de kimyasında reaksiyonlar başladı, işletim sistemi kaldıramadı bozuldu, eleştiriye maruz kalan sistem 'güvenli mod'a geçerek kendini korumaya aldı, almasına fakat bu onu değişmekten, güncellemekten kurtaramaz, kurtaramıyor da. Sürekli 'error' verecek bu sistem, 'update' edilene kadar. Sistem içinde görülen 'tutuksuz yargılanmaları gerekir', 'hayır tutuklu yargılanmaları gerekir' benzeri 'uyuşmazlık'ları böylesi bir işletim sistemi hatasının tezahürü olarak görmek gerekir. Yeni güncellemeleri almış olmak da durumu değiştirmiyor, yüklemek gerekiyor sisteme, kurmak gerekiyor, çözüm bu. AİHM programının yeni sürümünü almışsın fakat kurmamışsın, sistem doğru-düzgün işlemez, randıman vermez. Başka bir program kullanmaya çalışabilirsin fakat şimdilik eldeki en iyisi, en günceli bu. Sözün özü değişim kaçınılmaz, ha bugün ha yarın...
Gelelim bizim güncel duruma...
21 yüzyılın ilk çeyreğinde AB yolundaki Türkiye Cumhuriyeti'nde 2000 küsur akademisyen toplumsal barışın yeniden tesis edilmesi için bir bildiriye imza attılar ve hayatları değişti... Yüzlercesi işinden oldu, diğerleri o günün gelmesini endişe içinde bekliyor. İstifa edenler, kaygılanıp ülkeyi terk edenler oldu bu süreçte, 'yorulup düşenler oldu', sesi-soluğu kesip köşesine çekilen de. Tek sermayesi kalemi, düşüncesi olanların içine düşürüldüğü hal budur.
Diğer yandan, 'bir daha yaşanmasın' dedikleri ölümler devam ediyor. 50 km ötemiz Nusaybin'den, Şırnak'tan ve Yüksekova'dan her gün yeni cenazeler geliyor, bir başka annenin, babanın, çocuğun, abinin, kardeşin yüreği dağlayan, fakat 'büyükler'in dilinde birer 'sayı'ya dönüşen cenazeler... 'Bizden bir gidiyorsa onlardan on' denilerek, toplamın on bir can, on bir insan olduğu unutularak, unutturularak... Bazılarının ise cenazeleri bile gelemiyor, sokaklarda bekliyor cenazeler... O ruhlar nasıl rahat bırakacak yaşayanları?
Ve şehirler abluka altında hala, 'gerekirse boşaltılıp yıkılır' denilerek; ‘Son teröriste kadar' ablukanın kaldırılmayacağı anons ediliyor... Bunları söyleyen 'devlet', bunları kendi vatandaşlarına reva gören bir devlet... Sessizlik devam ediyor, kırılacağı günü bekliyor...
Ve bir grup akademisyen, tüm bular bir daha yaşanmasın, barış olsun bu memlekette, insanlar ölmesin çatışmalarda, şehirler yakılmasın, yıkılmasın, devlet kendi hukuk normlarına göre hareket etsin dedikleri için hayatları değişti... Hakaret, tehdit, işten atılma ve tutuklanma...
Esra, Meral, Kıvanç ve Muzaffer hocalar bir ayı aşkın bir süredir tutuklular, bugün duruşmaları var... Umutlar bu hukuksuzluğun giderilmesi yönünde, ancak yine de emin olamıyor insan... Fakat karardan bağımsız olarak bu 4 akademisyen şimdiden akademik özerkliğin, düşünce ve ifade özgürlüğünün, toplumsal barışın sembolü, sesi olmuşlardır. Önemli olan bu sesin sahiplenilmesi ve yükseltilmesidir... (NK/HK)