Sanatçı Raziye Kubat’ı bir hikâye anlatıcısı olarak tanımlayabilirim. Eserlerindeki masalsı, büyülü anlatı Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanını hatırlatır bana. Eserleri anlamını çözmeye çalıştığımız bir rüyanın içinde salındırıyor izleyicisini. Biraz da uçuş uçuş. Yakın zamanda Merdiven Art Space’de gerçekleşen “Taş Kafa-Zaman Yolcusu” sergisi de ziyaretçileri bu büyülü dünyanın içine davet ediyor sanki.
“Zaman yolcusu” kişisel bir göç hikayesi. Coğrafyaya, mekâna dönüş hikayesi. Bergson madde ve zaman arasındaki devamlılığı ortaya koyarken kilit noktası olarak süreye işaret eder. Süre insanın geçişi, şimdi ve geleceği aynı anda yaşayabildiği içsel hayatıdır. Bellek, geçmişi ancak şimdiki zamana çağırarak var edilebilir. ‘Zaman Yolcusu’ bu göç hikayesini geçmişle şimdi arasında bir yol hikayesine dönüştürüyor Raziye’nin ellerinde.
Sergideki eserlerinde farklı materyaller kullanıyor. Terk ettikleri, harabeye dönmüş köy evinin penceresini, kapsını, geride bıraktığı dağların taşını, kurumuş nehrin kumunu işleyerek eserlerine yansıtıyor. Bellek haritasını yeniden şekillendirirken, hafızanın kimlik ve mekanla ilişkisine dikkat çekiyor. Çocukluğunu, kaybolmasından korktuğu hafızayı geçmişin derinliklerine seslenerek geri çağırıyor. Bir yandan da biz göç çocuklarını bir hikâye etrafında tekrar buluşturuyor. Raziye’yle bir araya gelip iki göç çocuğu olarak sergi, kimlik ve hafıza üzerine sohbet ettik.
Göç nedenleri farklı farklı hallerde. Ama bizim kuşakta daha çok ekonomik ve eğitim gibi sosyal ihtiyaçlar göçün en önemli nedenlerinden biri. Bir sabah erkenden yüklüyorsun anıları bir kamyon kasasına, bilinmeze doğru yolculuk, güvercin masalları, taşlara fısıldadığın dualar ve sana fısıldanan sırları geride bırakarak bambaşka bir hayata yolculuk ediyorsun:
"Bir taş kafalılık hikayesi"
Songül Miftakhov: Sergideki kırmızı tren… Bembeyaz belirsizlik içinde yol alıyor. Bir bilinmeze yolculuk duygusunu öyle güçlü veriyor ki kendi göç hikayemi anımsa"ttı bana. Bu anlamda kolektif bir hafızaya değiyor, hafızanın kamusallaşmasına bir katkı sunuyorsun. Raziye kırmızı tren bizi nereye götürüyor? Ya da nereden koparıyor?
Raziye Kubat: “Taşkafa-Zaman Yolcusu” belki de bir taş kafalılık hikayesi, tren ile yolculuk hikayesine gelmeden önce; sergideki kapılar, pencereler ve taşlar vs. sonbaharda İstanbul’a gelen erzak kamyonuyla geldiler. Turşularla, kış elmaları, peynir ve pekmezlerle salınarak ulaştılar buraya. Yani onlar da göç etti, gurbete geldiler.
1983 yılının temmuz ayında rahmetli babam eski model Chavrolet otobüsünü Malatya’dan trene bindirdi ve Anadol arabasını da eşyalarımızdan sonra kamyona ve bizler de o Anadol’un içindeydik, kamyonda. Ara dinlenmelerde önce kamyon kapağı sonra arabanın kapıları açılıyordu, dinlenme tesislerindekiler şaşkınca bize bakıyordu. O bakışlar umurumuzda değildi, tek derdimiz kamyon sallanışında bizim arabanın içindeki halimizdi. Babam kamyon şoförünün yanındaydı tabi.
Bizler ekonomik ve eğitim sebebiyle gelmiştik. Böylelikle ortaokul birinci sınıfta akademiden mezun resim hocamın benim için, o okula gidecek yetenekte öğrenci olduğumu söylemesi; bütün bu yol çilelerine değerdi benim için. Sebebi de Leonardo da Vinci’nin self portresinin kopyasını yaptırtmıştı, ben de bakarak bütün kırışıkları aynen yapmıştım ince ince.
"Ailem sanat okumamı istemedi"
Songül Miftakhov: Bizim de göç nedenimiz eğitimdi. Büyük abim İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştı. Babam Bingöl’deki konforunu, imkanlarını, cemaat içindeki saygın yerini geride bırakmayı göze alarak geldi şehre. Çocuklarım okusun diye. Züğürt ağa misali, Yaşar ağa sadece ‘Yaşar’ oldu akışkan modern dünyanın yalnızlığı içinde. Sonra o da uyumlandı, güçlendi. Fakat kadınlar daha farklı yaşıyorlar bu süreci. Annemden biliyorum. Kamyona eşyalarımız yüklenirken kışlık odunlarını da almak istemişti annem. Memleketle arasındaki bağdı sanki o odunlar. İstanbul’daki evimiz sobalıydı. Bir süre o odunları yaktık ısınmak için. Annemin sobaya atmadan önce o son odunla vedalaşması gözümün önünden hiç gitmez. Elinde odun bir süre sessizce konuştu sanki. Sonra eğilerek gözyaşları içinde odunu öptü ve sobaya yavaşça attı.
Bizimkiler için sanat saygı duyulan ama kentli zengin sınıfın uğraşabileceği bir haktı. Okumak avukat, doktor olmak demekti. Kurtuluşun, kuşaklararası mirası aşmanın, kültürel ve maddi sermayenin yolu buradan geçiyordu. Senin ailende nasıl karşılandı sanata olan ilgin?
Raziye Kubat: Ailem sanat okumamı tabii ki istemedi başlarda. Hatta lisede fen bölümünden mezun oldum. Babamın isteği eczacı olmam sonrada eczaneyi beraber beklememizdi ileri yıllar için. Zorlu mücadeleler oldu. Savaştık ama akademiyi kazanınca ve benim tutkuma şahit olunca bir şey söylemedi. İsteği “normal” bir hayatımın olmasıydı, akademiden sonra öğretmen olmamı çok isterdi. Mezun olduktan sonra okul diplomamı almayı önemsememiştim. Yıllar sonra arşivlerden çıkartıp aldım. Babamla savaşımızın ortak noktası benzerliğimizdi. O da sevdiği şey dışında bir şey yapmayı sevmezdi. Dünyadan erken ayrıldı, ayrıldığında ben dostumu kaybetmiş gibiydim. Tüm o yıllarla helalleşmiştik. Şanslı bir insanım. Şimdi bakıyorum o dediğin şeyi ben kurgulayıp yapmışım. Yani hiç desteksiz ama mirasyedi gibi sanatla geçti hayat.
"Şefkat ve iyilik vardı ve yılın belirli aylarında tutulan yas oruçları"
Songül Miftakhov: Cebimizde biriktirdiğimiz hikayelerle geliyoruz kente. Bambaşka bir dünyayla karşılaşıyoruz. Hele ki kökleriyle toprağa sarılmış, sadece oranın suyuyla beslenebilen ağaçlar gibi yaşlıları da getiriyorsak beraberimizde. Köyle kurduğumuz bağ devam ediyor bir şekilde, İki dil, İki dünya arası hibrit yaşam başta ürkütücü görünse de bir o kadar da zenginleştirici elbette. Bir yandan da bir tanıklık hikayesi var, aktörlerini yakından bildiğimiz bir sosyal transformasyon sürecinin tanıkları oluyoruz. Sen bu iki ayrı dünya içinde kendine nasıl bir yer edindin?
Raziye Kubat: Senin göç hikayen belki bizimkinden belki daha zordu. İki dilli olmak ve şehirde tekrar uyumlanmak. Bizimkiler de şivelerini terk etmediler. Onlar için, şiveyi terk ediş, toprağı terk ediş gibiydi sanki. Sınıf bilinciyle de büyümedik biz, benim o bilinci anlamam yıllarımı aldı. Tanrı’ya da korkuyla inanmadık. Şefkat ve iyilik vardı ve yılın belirli aylarında tutulan yas oruçları. Aslında düşünüyorum şimdi, ben dışarıdan insanların hah köklerinde dediği şeye de uzağım. Belki bu ayrıksılık hissiyatı hep yoldaşım oldu. Yani içte de devamlı göç halleri, gurbetlik duygusu…
Çocukken, yazları okullar tatil olur olmaz köye giderdik, o zamanlar elektrik yoktu, geçici körlük yaşardık, dönüşte de öyle gözler hep kamaşık. Yaşlılarla arkadaş çocuktum, saatlerce dinlerdim hikayelerini, karıştırırlardı bazen, hele askerlik hikayeleri, asla bozuntuya vermezdim. Sünnetçi dedem, amcası askerden kaçtığı için uzun yıllar askerlik yapmış, dediğine göre ona mebus olma sözü verilmiş. Hayıflandıkça Ankara ziyaretleri olurdu. Orada neler olduğunu Allah bilir. Sonra birikmiş gazeteler ve kitaplarla dönerdi. Radyocuyduk, ajanslar, radyo tiyatrosu, çocuk saati. Sonraları cep radyosuyla uyuduğumu hatırlıyorum, bir gece piller akmıştı. Yaz olmadan bir defa babam beni dedeme götürmüştü. Karyolasının yanındaki divanda yatardım, deli yattığım için ayran dolu bakır tasını tekmelemişim radyo yerde kırık, tas üstüne ve ayran her yerde, gazeteleri de helak olmuştu. Beni uykulu uykulu otobüse bindirmişti. Onun dünyayla bağını kesmiştim ayranla. Ben kitap okumayı sevmeyi ondan öğrendim. Tekrar tekrar aynı kitapları okurdum yazları, çünkü kısıtlı imkanlar. Günün sonunda domino oynarken kavga ederler bir daha görüşmeyecekmiş gibi ayrılırlardı. Bu küslükler daima yarına kadardı. Bazen aynı olayı sırayla farklı tanıklıklarla ve hatta yok öyle olmadı böyle oldu demeleri… Dedem sünnete gitmeden ve sünnetten dönüşte aletlerini beraber kaynatırdık. O siyah çantasına yerleştirirdik. Çok huzurluydum yanlarında. O hikayeler ve anılar bana korunma kalkanı sağlardı sanki. Gerçi çocukken, ergenken yolda, durakta ve yolculuklarda yanımda kim varsa hikayesini anlatırdı. Rahmetli İskender Savaşır benim bu dinleme hallerim için “alaylı terapist” diye espri yapardı.
Songül Miftakhov: Seni tanıyan herkes İskender’in bu tespitine katılır. Aynı zamanda Şifacı bir yönün de var. Büyücü gibi bir şeysin benim gözümde 😊
"Johannes amca Kurmanci’yi iyi bilirdi"
Raziye Kubat: Senin göç deneyimini merak ediyorum. Kürt kimliğinin yanına bir de alevi kimliği eklendiğinde kente göçüşten sonraki hikayeniz Bingöl’deki alevi olmayan Kürtlerle olan ilişkinizden farklı mıydı?
Songül Miftakhov: Dil ve inanç farkı, bilmediğin bir mecrada tedirginlik hissi yaratıyordu. Suskunluk hali bir nevi. Kavrayamasam da o yaşlarda Maraş, Çorum olayları konuşuluyor, 1980 İhtilali kapıda. Latife Tekin’in dediği gibi ‘Annem bir süre dilsiz kaldı.’ Babam biraz yapı ve biraz da iş hayatından dolayı çabuk uyumlanan biri olduğu için Alevilik konusunda da dil konusundan da bir sorun yaşamadı. Benim ise kırık türkçemle farklı olduğum hissettiriliyordu okulda. Herkes gibi değildik. Bunu anlıyordum. Farklılığımız iyi bir şey değildi. Bunu hissediyordum. Komşuları tanımıyoruz. Zaman geçtikçe uyumlandık, tanındıkça ilişkiler gelişti ‘yabancı’lar yakınımız oldu. Biraz da babamın her akşam kent yaşamının kuralları üzerine verdiği derslerden sonra.
Kişisel hikayeme Ermenisi, Kurmanci’si’, Zaza’sı, Alevi’siyle birarada o çok kültürlülüğü hissederek büyümek düştü. Biraz da ailemden kaynaklıydı bu ortaklık duygusu. İstanbul’a ilk geldiğimizde babamın Kiği’dan Ermeni dostu Johannes amca (Çavuş derler kendisine) kucakladı bizi. Çok yakındık. Kızıma torunum derdi. Johannes amca Kurmanci’yi de iyi bilirdi. Ruhu şad olsun, Mıgırdıç Margosyan’nın “Gavur Mahallesi” kitabını bilirsin, bizde de bazı ortamlarda Ermenice, Kürtçe, Zazaca, Türkçe sesleri aynı anda duyulabilirdi. Ne yazık ki bu pembe bulut çok çabuk geçti üzerimden. Türkiye gerçekliğini kavramaya başlamak uzun sürmedi.
Geriye doğru göç hikayesi başladı şimdi de. Annelerimiz, babalarımız köyde, yaylalarda evler yapıyorlar ve yılın önemli bir bölümünü orada geçiriyorlar. Siz neden dönmek istediniz?
Raziye Kubat: Bu anlattıklarını okuyunca ben de Malatya olaylarını hatırladım. Ama benim hafızam epey perdelemiş süslenmiş. Daha iki yıl önce o perde kalktı. Hatırladığım boyum pencereyi tam ortalayamıyor ama sokağa ucu keçelerle sarılı ve çivi çakılı sopalarla girenler. Annem banyoyu hatırlamadın mı dedi, biz orada toplanmışız, elimizde küçük tüp artık ne işe yarayacaksa. Anlattı ama yine de hatırlayamadım, silmişim. Ve bizde Ermeni komşularımızla beraber yaşadık bir süre. İlkokul birinci sınıf arkadaşım Artin ile gidip gelirdik. Babam yıllar sonra Sami amcayı İstanbul’da görmüş, çocukları Amerika’ya gitmiş.
Kırk küsur yıl sonra dağımıza dönüş, ev yapma fikri, ailecek aldığımız bir karardı. Özellikle pandemi dönemi etkili oldu bu karara. Ve benim dağda da atölyem olmasını istemem. Bunun bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştik. Ama başardık. El konulanlara tekrar sahip çıkma süreci başladı. Dağdaki toprak hikayeleri asla bitmez. Yıllar içinde o güzel yaşlılar ölmüştü. Tek ölmeyen o sabit manzaralar ve taşlardı. İki dünya arasında yer edinmek yolculuğu sürüyor bence. Üçüncü bir dünyada zihnimde, ben o dünyadanım. O dünyanın hayatta kalması için tüm çabam.
"Köylüler yılanlara çok kötü davranıyorlar"
Songül Miftakhov: Sanırım 2021 yılındaydı Tütün Deposu’ndaki Gece Uçuşu sergin, orada da öyle doğayla bir meselen var. Doğanın sertliğini de çok iyi yansıtıyorsun eserlerinde. Eserlerinde çarpıcı bir şekilde, yılan kafası, gecenin zifiri karanlığını, büyük kayalıkların çıkmaz derinliklerini işlemişsin…Yılan önemli bir figür. Çünkü çokça var. Hikâyeler de öyle. Başka bir serginde hatırladığım senin şahmeranların vardı. Sergideki yılan kafasını iki ay çantanda taşımışsın, neden?
Raziye Kubat: Yıllar önce “İç Cephe” başlıklı solo sergi yapmıştım Art Suits’te kapandı orası da. Anadolu’nun sandıktaki çeyizlerinden yola çıkmıştım. Annemin şahmeranını da yorumlamıştım., sonra kendi şahmeranımı yapmıştım. Çok katmanlı bir sergiydi, ama görünür olmadı o sergi, yine sandığa koştu sanki.
Köylüler yılanlara çok kötü davranıyorlar, dereden çıkarken yılanın kafatasını elimde gördüklerinde çığlığı basmışlardı. Esefle kınadılar beni. Şu da bir gerçek yılan sokmasıyla zehirlenen, ölen hiç duymadım. Sergiye getirdiğim şeyler kıymeti bilinmeyenler belki de. Ne taşın ne toprağın ne de diğer canlıların bir kıymeti yok sanki. Sadece faydacılık üzerine ilişki döner dağda. Fayda var mı yok mu? Gerisi önemli değil. Orada uzun süre kaldığında daha iyi anlıyorsun, detay gereksiz teferruat. Tavuğun yarısını yiyip beni görünce havalanan şahin ağzından düşen tavuğu vermem için dolandı durdu. Verdim kurtuldum. O hakkının peşinde o kadar.
Aslında şehir insanıyım şehirden beslenirim çoğu manada. Şehrin yabanıllığı ve vahşiliği es geçilecek şey değil.
"Hayvanların dili benim ana dilim gibi"
Songül Miftakhov: Zerdüşt inancının etkileri oldukça belirgin. Dağla, taşla dertleşmek denilen bir şey var. Seni duyan, derdine ortak olan belki de derman olacak olan. Yaylaların en zorlu, dik yerlerinde olan ziyaretlere çıktığımızda üzerindeki küçük taşları kesemize koyardık. Kalabalık ve tekinsiz şehrimize döndüğümüzde yolumuzu bulmamıza, bizi koruyacağına inandığımız bu küçük taşlar sulara konulur, içilir sonra öpülerek evin en yüksek yerine kaldırılır ve kötülüklerden bizi koruyacağına duyduğumuz güçlü inançla hayatımıza devam ederdik. O kutsal minik taşlar modern dünyanın akıcılığı ve belirsizliği içinde bizi güvende tutacaktı. Lirik bir anlatı gibi gelse de kulağa zamanın gündelik hayatının bir parçasıydı bu ritüeller. Hele ki biz çocuklar için.
Bizim köyle ilişkimiz de sadece bir nostalji değil, doğayı, hayatı kavrayış biçimimizi etkileyen bir inanç kültürünün etkileri de önemli. Bu üçüncü dünya algısı içinde Alevi kültürünün etkileri var diyebilir miyiz? Önceki eserlerinde de kimlik ve mekân algısı güçlü. Örneğin, Yusuf’un hikayesi ya da çağrılmayan Yusuf sergisi. Bir aktarım, tanıklık hikayesi her biri.
Eserinin en güzel parçalarından biri de güvercin. Güvercine atfedilen kutsallık, kahramanlık masalları çocukluğumuzdan bize kalan en güzel hatıralardan biri. Dermanından şüphe etmediğimiz ziyaretlere olan inançla dağların güvercin kılığına girmiş askerler tarafından Rusların saldırısından nasıl korunduğunu anlatan hikayelerimiz…Senin güvercinin ne anlatıyor bize?
Raziye Kubat: Güvercin, Çağrılmayan Yusuf’ta da vardı ve hatta kaçışını güvercinlerin dünyasında güvene alan Yusuf. Tütün Deposu’ndaki Gece Uçuşu sergisi hayvanlara adanmıştı. Orada çeşit çeşit hayvanlar vardı, pandemi kapalı hayatıyla vücut bulmuş sergiydi. Dostlara sorulan “arzuhal” başlığında onların hayvanları da vardı. O karanlık belirsiz zamanlarda hayvanların şifasıydı olagelen, başka şey değil.
Hayvanların dili benim ana dilim gibi. Onlarla muhabbetim sözsüz, süssüz, daimî. Hayatımda olsalar da olmasalar da. Tabi ben de kutsal hayvan hikayeleri ile büyüdüm. Babaannem rahmetli Kürt Fatey beni ilk Cem deneyimimi yaşatmıştı. Hayal meyal hatırladığım, semah yaparken kollar kuş kanadı gibiydi insanların.
Songül Miftakhov: Köyümüzde büyüseydik belki farklı düşünecektik. Ama çocukluğun o masalsı hikayelerinin büyüsüne sarılarak büyüdük. Jesus’un öteki yüzünü orada kalanlar görecekti daha sonra.
Raziye Kubat: Evet haklısın oralarda kalsaydık hikayelerimiz başkalaşacaktı ve belki de hikâyemizin farkında dahi olamayacaktık. Belki de madde boyutunda kazanımlar hikayesi olacaktı. İyi ki de o kamyona binmişiz.
Tam köy çocuğu da değildim yazlıkçı çocuktum, o zamanda iki dünya vardı üç saat arayla. Ama İstanbul çok saat, çok hayat. Kim bilir, bilmeden farklı anlamlarda şeyler taşıdım sergiye belki de. Kutsalın dolanımı diye bakalım, yer de gökte göze çarpmayan hep var olan, sessizce.
Zeyve'nin hikayesi
Songül Miftakhov: Sergide ikinci kattaki sol duvarda tek başına duran “Zeyve” isimli bir işin var. Kadın taşa eli koymuş ve bize bakıyor. Ve taşa dokunuşu da bakışı da öylesine değil, farklı bir duygu, anlatı var. Öncelikle merak ediyorum “Zeyve” ne demek? Sadece “Zeyve” değil, “Tarık”, “Havlan” ismini koyduğun işleri de bu merakıma katabilirim.
Raziye Kubat: Zeyve benim çocukluğumdan beri orada, isminin anlamı sorsak Zeyve derler ötesi yok. Kelime anlamını aradığında; küçük tekke, derviş taşı vs. Sonra yanına bir taş daha getirilmiş; tek öküz ile çift sürenin taşı. İki kutsal taşı süreçte birleştirmişler. Eskiden öylece yol üstünde duran, gelen geçenin öptüğü hediyeler bıraktığı veya üzerinden hediyeler aldığı taşın etrafını demirlerle çevirmişler. Hatta üç gözlü oyuk yapılmış duvara her perşembe akşamı mumları yakılıyor. Orada perşembe akşamı cuma akşamına tekabül eder. Taşı tutan Zekine Ana aslında eşi Hüseyin dedeyle beraber Tarık’ın bekçisi. Köyün aşağı mahallesinde kutsal “Karataş” da var, o taşa çevreden hastalar, çocuğu olmayanlar gelir ve doğacak çocuğu taşa satarlar. Satılmış ve Satı isimleri oradan gelir. Adak taşları. Niyetleri gerçekleşen köye kurban kesmeye gelir. “Kara kapı” var, sahipleri İstanbul Şah Kulu Sultan Dergâhının akrabaları, ellerinde Osmanlı Beratı olduğu için yerin kendilerinin olduğunu söyleyince köylüler biraz küsmüş. Kurbanlarını daha bağımsız kesmeye başlamışlar. Ama itikadını sürdürenler hala var. Şimdi sakin sessiz. Ortaokulu yapan müteahhit jest yapmak istemiş, pencereler pimapen, kutsal direkler kenara çekilmiş duvara yaslanmış. Bu yapay dokunuşla eski ruhuna zarar verilmiş.
“Tarık” bir sandukada yaşar, köyde birkaç evde daha var onlar da bekler onu. Çeşitli rivayetler duydum, halam onu yakışıklı denizci olarak görmüş, başkası biri kuzu, içini sadece sahipleri ve adak adayanlar görürmüş. Kutsal bir muamma, Havlan Baba dağı da öyle, çocukken sayısız söylencelerini dinledim ve çok küçük yaşta o küçük ayaklarla oraya tırmanmışlığım da var. Kepçeyle kazı yapıp hazine arayanları girişte büyük kobra yılanları karşılamış. Define avcılığı hala sürüyor. Kutsallık sözleşmesiyle korunmaya alınmış yerler artık talan ediliyor. Havlan Baba dağına çıktığınız zaman ipek yolu üzerinde, Arapkir yol hattında olduğunu görürsünüz, etrafı 360 derece görebileceğiniz muhteşem bir nokta.
Celal amcanın anlattığı define hikayesi en güzeli. Gece arıyorlar yardım için. Hazine detektörü bir noktada devamlı ötüyormuş. Beş altı kişi uğraşmış ve dev kayayı yerinden oynatmışlar. Çıkan şey ezilmiş bira kutusu. Muhtemelen heyelanla taş üzerine düşmüş.
"Babamın türbesi"
Raziye Kubat: Sahi senin müthiş bir hikayen vardı. Yaşar’ın Türbesi. Her hatırlamamda Umberto Eco’nun kutsala yüklenen atfı aklıma geliyor ve hep gülüşüyorum. Babanın Türbesi nasıl oldu?
Songül Miftakhov: Ben de çok seviyorum bu hikayeyi. Yol, su, elektrik (YSE) kurumu vardı. 1960’lar sanırım. Köyle kenti birleştirme projesi bizim oralarda da ufak ufak başlamış, bizim oralar dediğim Bingöl. Babam köylere yol yapıyor. Yeni bir proje için görevlendirilmiş. Birkaç gün sonra etüte çıkacaklar. Bir rüya görüyor o akşam. Rüyada düz ağaçlı bir alan ve bir ev var. İkinci gece yine aynı rüyayı görüyor. Bu defa ev yok ama ağaçların yanında bir çocuk ve anne duruyor, öylece babama bakıyorlar.
Babam etüt çalışması için sabah kalkıp köye gidiyor. Projenin geçtiği yol ayrımına gelince çok şaşırıyor. Bir fotoğraf karesi gibi rüyada gördüğü manzara karşısında. Ağaç, yol ayrımı, her şey aynı. Anlayamıyor. Köyün melesini ziyaret ediyor. Mele rivayete göre o alanda bir çocuk ve annenin öldürüldüğünü ve gömüldüğünü söylüyor. Babam arazide mezar taşı aramaya başlıyor. Birini buluyor, anneye ait olduğunu tahmin ediyor, ancak çocuğun mezarını bulamıyor. Ölmüşlerin ruhu incinmesin diye mezarın olduğu alanı taşla çeviriyor ve yol projesini mezarın olduğu yerin ötesinden geçiriyor. 3-4 yıl sonra babamın yolu oradan geçiyor ve görüyor ki mezar türbeye dönüşmüş, ağaca kurdeleler, iplerle adaklar adanmış, dilekler asılmış. Türbeyi ziyarete gelenlerden birine yaklaşıp bu kimin türbesi diye soruyor, Yaşar’ın türbesi diyor kadın. Babam Yaşar’ın kendisi olduğunu söylemeden gülümseyerek yoluna devam ediyor.
(SM/HA)