Mimar Sinan Üniversitesi, Fotoğraf Bölümü’nde birinci sınıf öğrencisiyken, hem komşunun adalarını tanımak, hem de arzuladığım gözleri açık renkli, sarışın sevgiliyi bulmak için uzun bir seyahate çıkmıştım.
Liseden alışık olduğum iki haftalık sömestr tatilinden sonra bir aylık yarıyıl tatili içimde olağanüstü bir hürriyet hissi uyandırmış, duygusal maceralar yaşayacağıma emin olmuştum. Fakat kışın ortasında tavsiye üzerine uğradığım ilk ada Andros’ta herhangi bir Anglosakson sevgili adayına bile rastlamayınca daha popüler destinasyonları ziyaret etmeye karar vermiş, ilk etapta kendimi Mikonos’a atmıştım.
Sene 1985 olduğundan hafızamda en çok yer eden Mikonos’un tam karşısında, nispeten küçük Delos adasındaki arkeolojik alanın haşmetli kalıntılarıydı; o da ihtimamla çektiğim diapozitif fotoğraflar sayesinde.
Hayal meyal hatırladığım kadarıyla Mikonos’ta otostop çekerken fazlasıyla esmer birisi beni Super Paradise plajını göstermek üzere otomobiline almış, fakat bomboş kumsal soğukta benim için pek bir şey ifade etmemişti…
Super Paradise
Oysa mevzubahis kumsalla aynı adı taşıyan belgeselde, hippilerin adayı 70’li yıllarda keşfetmesiyle adanın muhteşem kumsallarının yazları nasıl birer hedonizm cennetine dönüştüğü ballandıra ballandıra aktarılıyor.
İkinci Cihan Harbinden sefaletle çıkmış ve göç vermiş Mikonos’un gayet mütevazı şartları çiçek çocukları felsefesini benimseyenler için biçilmiş kaftandı. Kışlarını Hindistan’daki aşramlarda geçirenler havalar ısındığında kapağı Mikonos’a atıyordu; adada barınma imkânları kısıtlı olduğundan birçok ziyaretçi yıldızların altında yatıyor, plajlarda çıplaklık adeta bir dine dönüşüyordu.
Adalıların misafirperverliği ve açık fikirliliği dilden dile dolaştıkça Mikonos’ta âlemlerin spektrumu genişledikçe genişliyor, İtalyan sanatçı Piero Aversa ve adalı balıkçı Andreas Kutsukos’un beraber açtığı Pierros en başta olmak üzere birçok mekân insanları adaya bir mıknatıs gibi çekiyordu.
Popüler olan her yer gibi Mikonos da dünyaca ünlü sinema oyuncularının ve genel anlamda kalburüstü insanların uğrak yeri haline geliyor, İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin ikinci eşi Süreyya dahil olmak üzere adaya gelen “sosyete” temsilcileri toprağa çıplak ayakla basma lüksünü doya doya yaşıyorlardı.
Bir zamanlar hippilerin bir diğer uğrak yeri, İstanbul’un Burgaz Adası iskele mınıtıkasından Kalpazankaya’ya günübirlikçileri taşıyan tekneler misali, Mikonos’ta karadan ulaşılması neredeyse imkânsız sahillere tıka basa dolmuş teknelerle taşınan zevk müptelaları adanın sefahat merkezi konumunu pekiştiriyor, Mikonos’un toprağından fışkıran şifa adeta kozmik enerjiye dönüşüyordu.
Askerî cuntanın düşmesiyle memlekette özgürlük rüzgârları eserken din baskısı sanki adada hissedilmiyor, eşcinsellik bir suç olmaktan çıkıyordu.
Masumiyetin sonu
Fakat sınırsızca yaşanan aşk ve seksin yanında parasal çıkarlar da tavan yapınca ada masumiyetini kaybetmeye başlamıştı.
Belgeselde, adaya ilk etapta geri dönmüş Mikonosluları takiben gelmiş, Yunanistan’ın büyük şehirlerinde doğmuş Mikonos kökenliler adanın raconuna ilk ihanet edenler olarak suçlanıyor (Tıpkı İstanbul’un Prens Adalarına son yıllarda göç edip adalardaki yaşam şekillerinin şehirdekiyle tıpatıp aynı olması için çaba gösteren “şehirliler” gibi!).
Adanın her noktasına karadan kolaylıkla ulaşılması için yollar açılmış, Yunanistan’ın bilhassa adalarda riayet edilen imar kuralları fazlasıyla zorlanmaya başlanmıştı; doğru dürüst limanı bile olmayan Mikonos heyula gibi kruvaziyer gemilerinin uğrak yeri haline gelmiş, gürültülü mekânlar adanın huzurunu kaçırmış, plajları istila eden şezlong ve şemsiyeler cep yakar hale gelmişti.
Tüm bu değişimlerle birlikte sırt çantası ve çadırıyla adaya gelenler Mikonos’a küsüp kendilerine yeni cennetler ararken şanlı ada bir tüketim canavarlığına dönüşmüştü.
Hatta belgeselde hatırlatılmasa da Mikonos’un tarihsel değerlerini korumakla mükellef arkeologlardan Manolis Psarros Atina’da saldırıya uğramış, adaya hâkim mafyatik öbeklerin gücü ülke çapında skandal yaratmıştı.
“Seviyeli” belgesel
Yalnız yönetmen değil, senaryo yazarı ve ortak yapımcı hanelerinde de adını gördüğümüz Steve Krikris mevzunun sunduğu sansasyonel imkânları sömürmeden gayet “aklı başında” bir belgesel kotarmış.
Birbirinden renkli arşiv malzemesini ahenkli bir montajla peş peşe sıralarken adanın tarihini gezegeninkiyle paralel şekilde işliyor, aynı zamanda Mikonos’un ruhunu da layıkıyla yansıtıyor.
Bazı adalılar haklı olarak durumdan ne kadar şikâyetçi olduklarını aktarırken bazıları adanın masum yıllarında yaşananları memnuniyetle anlatıyor.
Yalnız Artemis ve Apollo’nun doğum yeri sayılmakla kalmayıp Diyonisos kültünün de layıkıyla yaşatılmış olduğu Delos’tan bayrağı çağımızda Mikonos’un devraldığını, komşuda âdetten olan, maziden istikbale yayılan gayet derin bir tarih bilinciyle aktaranlar da var.
27. Selanik Belgesel Festivalinde dünya prömiyerini gerçekleştiren ve Newcomers yarışmasında yer alan 2024 Almanya-Yunanistan ortak yapımı 88 dakikalık film Türkiye’deki Ege fetişistlerini de muhakkak ki cezbedecektir. Geçen seneki festivalden iki ödülle çıkan Celi Hacıdhimitriu imzalı Lesvia belgeselini de hatırlatan Super Paradise’da çıplaklığın artık tarz değiştirmiş Mikonos’ta prim yapmadığını da duyacaksınız.
Ben seneler önce Mikonos’tan elim boş dönmeme rağmen Yunanistan’ın yere göğe sığdırılamayan gergin sanatçısı Dhimitris Papaioannu’nun Mikonos’ta tam da hayal ettiğim gibi sarışın ve gözleri açık renkli aşkını bulduğundan haberdar oluyoruz bu arada. Festivalde yer alan Eva Stefani imzalı Bull’s Heart’ta teferruatına vâkıf olduğumuz münasebet bir yana, komşunun meşhur dansçısı, koreografı, yönetmeni ve daha birçok kabiliyeti olan şahsiyetinin gencecikken adada tanıştığı ve tatil sonrası bir daha hiç görüşmediği Alman adamın onda, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen kendi çizimleriyle bize aktaracak kadar değerli tortular bıraktığını da öğreniyoruz.
Mimar Sinan’da, o zamanlar pek moda olmayan Yunanistan adalarında çekmiş olduğum slaytlarımın yaratıcı fotoğrafçılık dersi sırasında sınıf arkadaşlarıma misal oluşturması için gösterilmesinin aynen bende de bıraktığı sıcak hisler gibi.
Mevzubahis diapozitif serisinin uyandırdığı derin alaka sayesinde aynı gösteriyi Boğaziçi Üniversitesi, Bilsak ve Yunanistan Başkonsolosluğu gibi başka ortamlarda da gerçekleştirmiştim.
Tanıtım posterindeki fotoğrafta modellik yapan Burgazlı Rum arkadaşımın sırtı dönük olup yüzü görünmediğinden, kumsalda patlayan dalgaların köpükleri arasında gerilmiş, çekici olduğu kadar kaslı bedeni, cinsiyeti hususunda bence şüphe uyandırıyordu.
Gösterinin fotokopiyle çoğaltılmış posterleri Boğaziçi Üniversitesi kampüslerinden apar topar toplatılmasına rağmen salon tıka basa dolmuş, etkinliği peş peşe iki kere tekrarlamak zorunda kalmıştım.
Gösterime münâsip gördüğüm başlığın “Myconosia” olmasının bunda payı sanki yüksekti… (MT/TY)