Arkadaşıma Dokunma kampanyası devam ederken, toplantılarımızdan birine Nadire Mater gözyaşları içinde geldi.
Hasan Ocak’ın işkence edilmiş cesedi bulunmuş ve ailesi basın toplantısı düzenlemişti.
Hasan kaybolduğunda Ocak ailesi o güne kadar görülmemiş kararlılıkla, cesaretle, gözü karalıkla kör gözlerin bile gördüğü bir mücadele yürütmüştü. Tüm aile bireyleri, bir anne kaplan gibi saldırmıştı sistemin göbeğine.
Basın toplantısını Baba Ocak, “oğlumun düğününe hoş geldiniz” diye açmıştı. Nadire, tüm basın toplantısının can dayanmayacak kadar sarsıcı olduğunu, kimsenin gözyaşlarını tutamadığını anlatıyordu. “Bir şey yapmalıyız,” dedi. “Bir şey yapmalıyız!”
“Her Cumartesi aynı saatte Galatasaray meydanında sessizce oturalım” dedik. Fikir kimden çıktı tam olarak hatırlamıyorum, belki Nadire’dendi, belki herkes bir yanını söyledi. Birisi “oturalım” dedi, diğeri “Galatasaray” dedi, bir diğeri, “her hafta” dedi, bir diğeri “sessiz olsun” dedi.
Sessizlik ilkemizdi. Yarım saat sessiz oturduktan sonra bir basın açıklaması okuyorduk. Arkadaşıma Dokunma grubumuz ve onların haber verdiği kişiler ve Ocak ailesi. En önemli ilkelerimizden birisi bağımsızlıktı.
Örgüt pankartı olmayacaktı. Slogan atılmayacaktı. Her hafta bir gözaltında kaybın öyküsü anlatılacaktı.
Baba Ocak’ın, Emine Ocak’ın, Hüseyin Ocak’ın, Maside Ocak’ın o günlerde, her Cumartesi aramızda otururkenki yüzleri hâlâ gözlerimin önünde. Baba ve Emine Ocak’ın bedenleri birer anıt gibiydi.
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi ilk andan itibaren yanımızda oldu. Dernek yöneticileri, üyeleri, aktivistleri Cumartesi oturmalarında yer aldılar.
Biz kendimize Cumartesi Anneleri adını vermedik. Çünkü sadece anneler yoktu. Kadın-erkek kayıp yakınları vardı.
Ancak medya oturan insanlara “Cumartesi Anneleri” adını taktı ve kamuoyu da “anne” kavramının duygusallığına kapılarak bu adı benimsedi. Röportajlarda birkaç kez bunu belirttik ama önüne geçemedik.
Zorluklarla da karşılaşıyorduk. İlkemiz bağımsızlıktı. Gözaltında kayıplar dışında, onların resimleri dışında örgüt pankartı, dövizi, sloganı olmamalıydı.
Bunu her defasında rica ediyorduk. Mücadele ancak böyle sahiciliğini, samimiyetini, kapsayıcılığını koruyabilirdi. Kamuoyu gözünde inandırıcılığımız bizim için çok önemliydi.
Gerçekten sadece gözaltında kayıpların hesabını soruyorduk, gözaltında kayıpların pragmatik yaklaşımlarla, siyasi çıkarlar için kullanılmayacak kadar büyük bir insan hakları ihlali olduğunu anlatmaya çalışıyorduk.
Ancak bazı örgütlü sosyalist hareketlerden tepki gördük. Zaman zaman itiş kakış bile oldu. Sessizlik ve pankartsızlığı sağlamak için uyarıda bulunan kadınlara “orospular” diye bağırıldığını dün gibi hatırlıyorum. “Siz gidin, barlarınızda bira için” demişlerdi. Onlar için “burjuva” kadınlardık.
Sonra polis saldırısı başladı. Sezen Aksu’nun “Cumartesi Anneleri”ne ithaf ettiği şarkısı TV kanallarında yayınlanmaya başlayınca müdahaleye ara verildi.
O dönem Emniyet Müdürlüğü’nün “Kayıplar Otobüsü” hemen yanı başımızda park etmeye ve otobüsten anonslar yapılmaya başlandı.
Gözaltında kayıp diye bir şey olmadığı, kayıpların yasa dışı örgütlere katıldığı, devletin bunun dışındaki kayıpların aileleri ile işbirliği içinde olduğu anlatılıyor, aileler devletle işbirliği yapmaya çağırılıyordu.
Ama sonra en şiddetlisi başladı. Her hafta gözaltı yaşanıyordu, bu sırada polis şiddet uyguluyordu. Bir avuç, değil şiddete, slogana bile başvurmayan insana karşı o kadar çok polisi oraya yığıyorlardı ki, gülünç ve alabildiğine gerçeküstü bir manzaraydı.
Aslında düşünüyorum da polisin kendisi açısından da çok aşağılayıcı.
Slogan atmayan, sessizce yerde oturan, elinde döviz, pankart olmayan, yalnızca gözaltında kayıpların fotoğraflarını taşıyan, çoğu orta yaşlarında kadın olmak üzere yüz kadar insan ve etraflarını sarmış onların on katı sayıda polis!
Gözaltılar devam ettikçe, aramızda bu konuyu konuşmaya başladık.
Bir kısmımız, ben de içinde olmak üzere, devletin bizi engellemeye kararlı olduğunu, polis şiddeti yüzünden sayımızın azalmaya başladığını, oturmalara ara vermemizin daha iyi olacağını savunduk.
Çoğunluk ise ara vermeyi savunan beni utandıracak kadar cesur ve kararlıydı.
Devam etme kararı alındı. Ama ardından aramızdan kopmalar olmaya başladı. Toplantılarımızda arkadaşlarımızdan bazıları tüm içtenlik ve dürüstlükle, çok korktuklarını, polis görmek istemediklerini, gözaltına alınmak istemediklerini söylüyorlardı. Kopmalar oldu ama kimse önceden bildirmeden gelmemezlik etmedi. Kimse arkadaşlarını habersiz terk etmedi.
Birkaç gözaltından sonra ben de arkadaşlarıma, Cumartesi günü yaklaştıkça önüne geçemediğim bir korku nöbetine tutulduğumu, korkunun doğrudan bedenime vurduğunu anlattım. Ve büyük bir utançla Cumartesi oturmalarına katılmamaya başladım.
Arkadaşlarımın gözaltına alınış fotoğraflarını gazetelerden izlemek çok korkunçtu. Bir süre sonra 19 Mart 1999’dan itibaren, sayı çok azaldığı için oturmalara son verildi. Daha doğrusu ara verildi, 2009’a kadar.
Şimdi düşünüyorum da, sanırım 1990’ların zincirlerinden boşanmış devlet şiddeti koşullarında, oraya binler akamadı. Gezi’de olduğu gibi mesela, binler aksaydı, Cumartesi oturmaları korunabilir miydi? Bilmiyorum.
Ara verildi ama bu on yıllık ara, ne kadar ilginç ve etkileyici ki, gözaltında kayıplara karşı kampanyayı zayıflatmadı, etkisini kırmadı, tam tersine başarılar elde edildi, toplumun daha geniş kesimlerinde yankı buldu.
Ve Cumartesi oturmalarına katılanlara “terörist” diyen başbakan, onların temsilcileriyle görüşmek, onları dinlemek zorunda kaldı. Ben ne yazık ki, bu ikinci döneme katılamadım. Ama her Cumartesi, kendimde büyük bir eksiklik hissederek, orada oturanlara içimden teşekkür ettim, ediyorum. (AG/BK)