Bu yıl Paris’te düzenlenen COP21 (21. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı) çok tartışıldı, tartışılacak. Resmi zirvedeki tartışmaları, çıkan ve çıkamayan sonuçları ana akım medyadan takip etmek mümkün. Lakin COP zirveleri resmi oturum ve pazarlıklardan ibaret değil.
Bir de iklim aktivistlerinin eşzamanlı olarak düzenledikleri, zirve sürecisince çeşitli mekanlarda devam eden, içerik ve kapsam itibariyle çok daha ilgi çekici olan eylem, aktivite ve alternatif forumlar var. Bu etkinlikler bu yıl ne yazık ki olağanüstü hal koşulları altında gerçekleştirildi.
Paris saldırıları sonrası birçok demokratik hakkı askıya almakta beis görmeyen Fransız devleti futbol maçlarına, Noel pazarlarına karışmazken COP21 başlamadan hemen önce ve zirve sonunda düzenlenecek iki kitlesel eylemi güvenlik gerekçesiyle yasakladı. Birçok iklim aktivisti sıkıyönetim yasalarıyla ev hapsinde tutuluyor. Yine de bütün bu baskı rejimi geçen hafta sonu (5-6 Aralık) dünyanın dört bir yanından gelen binlerce insanın Paris şehir merkezinin doğusunda solun geleneksel olarak güçlü olduğu Montreuil’de Halkların İklim Zirvesi’nde (Peoples’ Climate Summit) buluşmasına engel olamadı.
130'dan fazla örgütün biraraya gelmesiyle oluşturulan İklim Koalisyonu’nun düzenlediği alternatif zirve toplantılar, tartışmalar ve çalıştayların yanı sıra tarım, ilkim ve enerji, herkes için eğitim, müşterekler, bioçeşitlilik ve su, haklar, dayanışma ve göç, sürdürülebilir ekonomi, sıfır atık için tamir ve yeniden kullanım gibi alanlarda gruplanmış yüzlerce stanta, sergilere, onlarca küçük çaplı eyleme, konserlere ve sayılamayacak kadar çok etkinliğe ev sahipliği yaptı.
İki günde 250 kadar toplantı ve tartışmanın yapıldığı zirveyi 27 bin civarında insan ziyaret etti. İki gün için de olsa Montreuil insanların o toplantıdan bu etkinliğe koşarken yüzlerce afişle, sloganla, farklı grupların farklı dert ve talepleriyle karşılaştığı, durup durup bir şeyleri okumaktan birileriyle konuşmaktan kendini alamadığı zengin ve çeşitli bir ‘karşılaşma’ ortamına dönüştü.
Zirvenin ilginç tarafı büyüklüğünün ötesinde içeriği ve kapsayıcılığı idi. Irkçılık karşıtı gruplardan feminist gruplara, göçmen dayanışma ağları ve kağıtsızlar (sans papiers) hareketinden dünyanın dört bir yanından gelen yerli topluluklara, sendikalardan yerel kollektiflere kendini ilk elden çevre, iklim, ekoloji meselesi üzerinden tanımlamayan birçok hareketin iklim adaleti temasıyla ilişkilenebilmesi dikkat çekiciydi. Dolayısıyla etkinlik benim gibi birçok insan için çevre hareketlerinin dönüşümünü ve iklim adaleti çerçevesinin kapsayıcılığını göstermesi açısından ilginç veriler sundu.
Dönüştürücü bir çerçeve olarak İklim Adaleti
İlk bakışta birbirinden çok farklı görünen birçok hareketin iklim adaleti kavramının açtığı söylemsel-siyasal zeminde buluşabilmesi iklim hareketinin geleceği açısından çok olumlu bir gösterge. 2000'li yılların başında ortaya çkan iklim adaleti kavramı 2000'lerin ikinci yarısında ekoloji ve çevre hareketleri içindeki bir yarılmayı temsil eder hale geldi.
COP15 Kopenhag Zirvesi ve sonrasında belirginleşen bu yarılma Birleşmiş Milletler öncülüğünde gerçekleşen devletler arası iklim zirvelerinden acil ve bağlayıcı çözümler bekleyen ve bu çözümlerin piyasa mekanizmaları üzerinden işlerlik kazanmasına bir itirazı olmayan ana akım çevre hareketleri ile COP zirvelerinden umudu kesmiş, karbon piyasası gibi çözümlerin iklim krizini çözmek yerine daha da derinleştireceğini savunan, başını Friends of the Earth gibi organizasyonların çektiği daha radikal gruplar arasında gerçekleşti.
İklim adaleti kavramıyla kendini ifade etmeye başlayan kesimler iklim değişikliği olgusunun adalet meselesinden bağımsız ele alınamayacağı, değişen iklimin yıkıcı etkileriyle ilk elden yüzleşen yoksul ülke ve halkların en az sera gazı üretenler, dolayısıyla bu olgudan en az sorumlu olanlar olduğu gibi argümanları öne çıkardılar.
İklim adaletinin ilhamı olan çevresel adalet yaklaşımı 80'li ve 90'lı yıllarda ABD’de yoksul, yerli, Afrikalı-Amerikalı ve Latin toplulukların yaşam alanlarını toksik atıklardan arındırma mücadeleleriyle ortaya çıkmış ve mevcut çevrecilik anlayışını kökünden sarsmıştı. Benzer bir biçimde iklim adaleti yaklaşımının da 70'lerde Kuzeyli ülkelerin orta sınıflarının korunaklı muhalefeti sayılan çevre hareketlerinin hegemonik çerçevesinin Güneyli yerli (indigenous) halkların, çiftçilerin, yerel toplulukların ulusötesi tarım şirketlerine, biokimya endüstrisine, madenlere, hidroelektrik santrallere, petrol şirketlerine karşı toprak, su, tohum, orman gibi doğal müşterekleri savunmak için verdikleri mücadelelerle sarsılması ve yer yer delinmesi sonucunda ortaya çıktığını söyleyebiliriz.[1]
La Via Campesina, Amazon Watch, Tar Sands, Global Forest Coalition gibi örgütlerce temsil edilen bu gruplar gerek tarım ve gıda endüstrisinin yüksek sera gazı salınımı üzerinden gerek madencilik, petrol ve kaya gazı (resource extraction) şirketlerinin fosil yakıt kullanımıyla doğrudan bağlantısı üzerinden kendi mücadelelerini iklim değişikliği temasıyla ilişkilendirdiler. Bununla da kalmayıp karbon ticareti gibi piyasacı çözümlerin, REDD ve REDD+ gibi sera gazı salınımını telafi etmeye dönük mekanizmaların, hidroelektrik ve biokütle gibi “yenilenebilir” enerji üretme biçimlerinin hem doğal kaynaklar hem de o kaynaklara bağlı/bağımlı olan yerel topluluklar üzerindeki olası yıkıcı etkilerini gösterdiler.
Derrida, Balibar gibi isimlerin vurguladığı gibi adalet her zaman mevcut kurumsallaşmış anlayış ve formlarının ötesinde bir talebi ifade eder, dolayısıyla her adaletsizlik deneyimiyle, adalet arayışını temsil eden her mücadele pratiğiyle yeniden ve yeniden türetilir. Bu perspektiften baktığımızda çevre ya da iklimin adalet ile eşleştirilmesinin söz konusu hareketler açısından nasıl bir dönüştürücü potansiyel barındırdığını daha net anlayabiliriz.
İklim adaleti örneğinde bugün yaşanan tam da farklı kesim ve grupların kendi adaletsizlik deneyimlerinden yola çıkarak farklı (ekonomik, siyasal, kültürel, ekolojik) adalet taleplerini iklim adaleti ile ilişkilenerek yükseltebilmeleri. Bu durum hem iklim adaleti çerçevesinin açtığı kavramsal alanın farklı adalet taleplerini eklemleme kapasitesini hem de bahsettiğimiz kesim ve grupların kendi anlatılarını iklim anlatısı zemininde yeniden kurabilme becerilerini gösteriyor.
İklim göçü (climate migration), iklim meslekleri (climate jobs) gibi melez kavramlar ve iklim sözcüğünün toplumsal cinsiyetle, demokrasiyle, kapitalizme, sömürgecilikle, yoksullukla, savaşla, herkes için eğitim, sağlık ve gelir talebiyle kolaylıkla yanyana getirilebilmesi bu potansiyeli ve beceriyi örnekliyor. [2]
Bu hafta sonu Paris’teki tablo iklim adaletinin ayrıştıran bir slogan olmaktan çıkıp birleştiren bir çerçeve olmaya evrildiğini gösteriyor. Nitekim Greenpeace, WWF gibi ana akım diye tanımlanan çevre örgütleri de artık bu çerçeveyi sahipleniyor ve İklim Koalisyonu’nun içinde yer alıyorlar.
Etkinlik boyunca sık sık duyduğumuz “İklim Değil Sistem Değişikliği” (System Change, not Climate Change) sloganından da anlaşılabileceği gibi söz konusu koalisyonun bileşenleri değişen vurgularla da olsa iklim değişikliğinin sistemik bir sorun olarak algılanması gerektiği noktasında uzlaşmış görünüyorlar.
COP’a yöneltilen temel eleştiri de devletler arası müzakerelerin ulusötesi şirketlerce domine edildiği ve çözüm önerilerinin sorunun ortadan kaldırılmasına değil sorunu yaratan sistemin teknolojik yöntem (technological fix) ya da finansal değişkenler üzerinden sürdürebilir kılınmasına yönelik oluşu.
COP21’in bu doğrultuyu değiştirmeyeceği ve önerilerin devletler üzerinde herhangi bir bağlayıcılığı olamayacağı zaten biliniyordu. Öyle görünüyor ki bu bilgi İklim Koalisyonu’nu oluşturan hareketleri Kopenhag Zirvesi sonrasında yaşanana benzer bir hayal kırıklığından korumuş ve ana akım diye tanımlanan hareketleri bile radikalize etmiş.
Alternatif Zirve’nin kapanış etkinliğinin “kapitalizm ve demokrasi artık birarada varolamıyor” sözleriyle açılması, kişisel yaşam tarzı değişikliklerinin iklim değişikliğini durdurmak için yeterli olmadığının sistemik bir dönüşümün ve kollektif çözümlerin gerekliliğinin söylenmesi, iklim adaletinin yeni bir ekonomik vizyonu ve servet bölüşümünü içerdiğinin vurgulanması bu radikalize olma halini gösteriyor.
Bu radikalleşmeye meyyal politik atmosferin en ilginç göstergesi ise Greenpeace genel direktörü Kumi Naidoo’nun kapanış etkinliğinde yaptığı, zirvenin en etkileyicisi diyebileceğimiz konuşmasıydı. Greenpeace gibi ana akım çevre hareketleri uzun yıllar Avrupa ve ABD merkezli olmakla ve çevreyi doğayı sosyal muhtevasından kopuk, uzakta bir yerlerde korunması gereken bir şey olarak kodlamakla eleştirildiler (eriyen buzulların üzerindeki kutup ayısı imgesinde görüldüğü üzere).
Kumi Naidoo bu iki yaklaşımı da konuşmasında yerle yeksan etti. Konuşmasına demokrasinin mevcut biçimini eleştirerek başlaması (“demokrasi zenginlerin gücünü sandıkta dengelemek için var –balancing the wallet with the ballot- ama ne yazık ki böyle işlemiyor”), hemen sonrasında meselenin dünyayı kurtarma meselesi olmadığını (“biz yokolduktan sonra gezegen kendini yeniler, bizim yokluğumuzda çok da hızlı yapar bunu”), insanlığın bu dünyada, bu dünya ile birlikte varolabilme meselesi olduğunu söylemesi mit kırıcı oldu.
Asıl şaşırtıcı olansa finans ve iklim dillerini birbirine benzetmesi, sayılara grafiklere kavramlara boğulmuş bu teknik dillerin “biz” leri tartışmadan dışlama amacı güttüğünü söylemesi, apartheid karşıtı mücadelenin anılarını tazeleyerek adaletin çok boyutluluğunun altını çizmesi iklim adaletiyle birlikte sosyal adalet, ekonomik adalet ve toplumsal cinsiyet adaleti (gender justice) istiyoruz demesiydi. Bir an hepimiz konuşanın Greenpeace temsilcisi olduğunu unutmaya meylettik.
Naidoo’nun konuşması ana akım çevre hareketlerinin dönüşümlerini de bir ölçüde yansıtıyor: “COP’a katılıyoruz ama Kopenhag’da yaşadığımız hayal kırıklığını artık yaşamıyoruz, devletlere değil hareketin gücüne güveniyoruz” “+2 derece yetmez, +2 derece hedefi (ki devletlerin şu anki taahhütleriyle bu hedefin aşılması ve ısınmanın 3 derecenin üzerine çıkması kaçınılmaz görünüyor) ancak kendilerini (Kuzeyli gelişmiş ülkeler) kurtarılıyor, bizi kurtarmıyor, Afrika’yı, Pasifik’teki ada devletlerini kurtarmıyor, 1.5 derecenin üstüne çıkılması bizim için felaket getirir”. Kuzey’e siz Güney’e biz diyen Güney Afrikalı Naidoo’nun 6 yıldır Greenpeace’i yönetiyor olması da herhalde bu dönüşüme işaret. Şikayet edecek değiliz. (ÖY/NV)
[1] Yani, her iki durumda da bu yaklaşımlar çevre ya da iklim meselesini sosyal adalet talebinden ayrı tahayyül edemeyecek kesimler tarafından üretildiler ve tartışmanın önemli bir belirleyeni haline geldiler.
[2] Bolivya merkezli faaliyet gösteren The Democracy Center’ın “Climate change is about....” diye başlayıp toplumsal cinsiyeti, vatandaşlığı, temsiliyeti gündeme getiren sloganlarla kurduğu “Climate change is about..... much more than climate change” kampanyası bu eklemlenme halinin bir örneği sayılabilir.