Gösterilerin ne şekilde neticeleneceği göstericiler arasında süregiden tartışmaların başta gelen konularından biri. Katılımcıların enerjisinin tükeneceği, polis şiddetinin artacağı, iktidarın manipülasyonlarının göstericiler arasında zıtlıklara yol açacağını düşünenler zaman zaman kötümserliğe kapılabiliyorlar.
Herhalde Gezi Parkı’nın dağıtılması bu kötümserlik eğilimini güçlendirdi.
Öte yandan halk meclislerinin/forumların kurulması ile birlikte gösteriler farklı bir yöne evrilebilir. Bu dönüşümün failinin/mecrasının adını koyabilirsek yapılabileceklerin sınırları ve fark edilmemiş potansiyeller açığa çıkabilir.
Olan bitenin seçimler v.b.’ne ilişkin konjonktürel sonuçlarını bir kenara bırakırsak, gösteriler uzun-erimli tarihsel dinamikler bağlamında şu önemli dönüşümü gerçekleştirdi: Bir kamusal mekân olan sokağın yeniden meşru bir siyaset mecrasına dönüşmesi!
Bu dönüşümün birçok nedeni var: Beyaz yakalı proleterlerin ilk defa sokağa dökülmesi, göstericilerin şiddet tatbik eden kurum ve örgütlere yaslanmaması, gösterilerin coğrafi yaygınlığı, göstericilerin her yaştan ve cinsiyetten/cinsel kimlikten olmaları, göstericilerin ideolojik yönelimlerinin çeşitli olması, göstericilerin polis şiddetine karşı direngenliği...
Sokağın 1980 Darbesi ile birlikte gayri-meşru bir siyaset mecrası haline dönüştürülmesi ise bugünkü siyasi iktidarın art arda gelen seçim zaferlerinin arkasında yatan önemli nedenlerden biri.
Bugünkü siyasal iktidar, sosyalleşme süreçleri açısından sakatlanmış bir topluma seslenerek güç kazandı. İktidar bu sakatlanma halini sürekli canlı tuttu ve bu halden beslendi. Konuyu bireyin sosyalleşme biçimlerine yoğunlaşarak açabiliriz. Kabaca dört farklı sosyalleşme seviyesinden bahsetmek mümkün.
Bunlardan birincisi bireysel ilişkilerimiz: eşimizle, arkadaşımızla ya da otobüste yanımızda oturan kişiyle içine girdiğimiz etkileşimler.
Bir ikinci seviye ise “cemaat”ler içinde gerçekleşiyor. Bu aşamada, akrabalarımız, okul veya iş arkadaşlarımız, aynı camiye, kahveye ya da spor salonuna gittiğimiz kişilerle özel bir bağ üzerinden sosyalleşiriz.
Bu etkileşimler içinde farklı fikirlere sahip olsak da bir “grup” olma hissiyatı bu farklılıkları bertaraf eder ve bu hissiyat oy verme pratiklerine tahvil edilebilir. Yani paylaşılan şey “fikirler” değil, “birlikte olma” halidir.
Üçüncüsü, bireyler “cemiyet” ya da toplum seviyesinde sosyalleşirler. Bu aşamada elle tutulur gözle görülür bir insan kümesi değil bir soyutlamadan bahsetmek doğru olacaktır.
Birçok bireyin yaşamlarında vazgeçemeyecekleri en önemli şeylerden bir tanesi kendi cemiyetinin/toplumunun saygıdeğer bir ferdi olarak hissetmektir. Bu nedenle “toplumdan dışlanma” sonucunu doğuran hapis cezası birçoğumuz için son derece ürkütücüdür.
Mevcut iktidar döneminde, siyaset cemaatler üzerinden kurulmaya başlandı. Bu tür siyasi eylemliliğe angaje olmayan ya da olmak istemeyen kitleler siyasetten dışlandı.
Bu dışlanmışlar, türlü hakaretlere uğradılar ve kendilerini cemiyetten/toplumdan koparılmış hissettiler. Bu nedenle gittikçe içlerine kapandılar ve bireysel ilişkilerinin içine gömüldürler.
Diğer bir deyişle bu sürecin bu denli ağır geçmesinin temel nedeni, yukarıda bahsedilen üç sosyalleşme mecrasını tamamlaması gereken bir dördüncü mecranın son otuz yıldır Türkiye’de baskı altına alınmış olmasıdır.
Bu sosyalleşme mecrası, cemaat ya da cemiyet değil “camia”dır.
Nadiren ortak fiziki mekânlarda sosyalleşen fakat duygu ve/veya düşünce ortaklığından hareketle koşullar gerektirdiğinde kolektif hareket edebilen insanlar bir camiayı oluştururlar: Örneğin haftada ayda bir maça giden futbol taraftarları gibi. Şu anda devam eden gösteriler bir cemaatin değil asgari müşterekte ortak fikirlere ve özlemlere sahip bir camianın eseridir.
1980 sonrası döneme bakarsak camianın ve camianın siyaset yapabileceği mecra olan sokağın Haziran 2013’e kadar meşru siyasetten silinmiş olduğunu görmekteyiz.
Siyasal İslam, işte bu boşluktan beslendi. Daha da ötesi cemaat ilişkilerini camianın boşalttığı alanı doldurmak için kullandı ve salt cemaat ilişkilerinden müteşekkil bir “cemiyet/toplum tahayyülü” geliştirmeye çalıştı.
Bu, olacak iş değildi. Zaten gördüğümüz üzere olmadı.
Mevcut iktidarın göstericilerin oluşturduğu camiaya ve bu camianın kullandığı sokağa karşı nefreti de tam olarak buradan geliyor:
“Vandalizm-karşıtı söylem” camianın siyaset sahnesine çıkmasına ilişkin iktidarın hissettiği korkunun bir tezahürü.
Camianın sokağa çıkması ve sokağın meşrulaşması, karşısında ilk kez bir alternatif olan bu iktidarın içinde bulunduğu dikensiz gül bahçesini “vandalların” saldırısına maruz bırakabilir.
Dolayısıyla devam eden gösteriler ve kurulan meclisler nasıl neticelenirse neticelensin, cemaatin cemiyet üzerindeki tahakkümünde ciddi bir kırılma gerçekleşti ve camia bir siyasi mecra ve fail olarak siyasal yaşama girdi.
Bu durum, şu ana kadar TSK’yla yaşanan göstermelik gerilimler haricinde neredeyse önüne hiçbir siyasi direniş çıkmadan iktidarı devralan siyasal İslam’ın gelecek on yıl içindeki akıbeti açısından ilginç sinyaller vermekte.
Bu nedenle, eğer uzun soluklu olacaklarsa halk meclislerinin/forumların önünde duran temel mesele katılımcıların bir cemaat, parti ya da cemiyet değil bir camia olduklarının farkına varmaları: Farklı geçmişleri ve hayalleri olan, birçok durumda belki yan yana duramayacak kişi ve gruplar belli başlı kavramlar etrafından bir siyasi ortaklaşalık yaratabildiler.
Bu ortaklaşalığın ortak faaliyete dönüşebilmesi de cemaat-vari değil camia-vari usul ve stratejilerin uygulanması sayesinde gerçekleşecektir. Kısacası, devam eden gösteriler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın camianın yükselişi cemaat-temelli siyasallaşmanın tekelini kırabilir. (UB/HK)
* Dr. Utku Balaban, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ankara Üniversitesi