Ülkenin her yanında ‘acayip’ şeyler oluyor, birçok siyaset teorisi şablonuna sığmayan şeyler. Gezi Parkı Direnişi, ülkenin dört bir yanına bir güzel sirayet etti. Otoriteye karşı öfkeyle bilenmiş ve Ahmet İnsel’in yerinde tespitiyle ‘haysiyeti zedelenmiş’ insan grupları sokağı ele geçirdi. Ve çok da güzel ele geçirdi. Feci şeyler yaşandı, birçok direnişçi kimyasal silahlara maruz kaldı, ölenler ve yaralananlar oldu evet ama bu hareketin herhalde en güzel yanı, insanların otoritenin silahlarıyla ve yol açtığı acılarla ‘alay etmeyi’ başarmış olmaları. Şimdi gerçek hayatın ve sosyal medyanın duvarları alaycı ve ironik sloganlarla dolu. Mağduriyetçi, militer, acıyı yücelten bir tonun yerini, acının müsebbibi mütehakkimlerle alay edebilen ve böylece korku ve sindirme stratejilerini boşa çıkaran ‘şenlikli’ bir hava aldı.
İroni, espri, alay ve direniş arasındaki ilişkiye dair ‘Otoriteye Direnişte Ciddi bir Silah olarak İroni’ gibi başlıklara sahip birçok akademik makale var. Bunlara hiç girmeden, bu şenlikli tonu bozmadan Orwell’in o şahane ifadesini vermek yeterli: ‘Her şaka minik bir devrimdir.’ Tabii ki burada bahsi geçen ‘şaka’ ve müteakip ‘kahkaha’ apolitik eğlence araçları değil. Hakikat sahipleneciliğine soyunmuş olanların oyununu bozan, biat etmeyen bir politik tavır. Orwell’i desteklemek için bir de “İktidarın kitlelerin kederine ihtiyacı vardır” demiş bulunan Spinoza’yı hatırlayalım. Evet iktidar denilen musibet, korkutmak ve insanları kederli tutmak ister. İnsanların içindeki yaşam enerjisi patlamasın, sokaklara taşmasın diye.
Alaycılık eskinin stüasyonistlerinden şimdinin ‘kültür bozumcularına’ kadar birçok ezber-bozucu karşı kültür hareketinin temel stratejisi. Böyle bir alaycılık Türkiye’deki (bu ismi de yeri gelmişken değiştirsek aslında, her Türkiye deyişimde bir irkiliyorum, Türk vurgusundan ötürü, benim önerim Anadolu Cumhuriyeti’nden yana) politik hareketlerde pek yoktu. Ciddiyetin ağır bastığı bir ‘politik direniş’ kültürü vardı. Politik ciddiyetin yerine apolitik bir cıvıklık önerdiğim sanılmasın. Sadece alayın gücünü bu politik ciddiyete katıp, Foucault’nun bahsettiği söylem savaşını kuvvetlendirmekten bahsediyorum. ‘Kahrolsun’larla sınırlı olmayan bir slogan ve eylem çeşitliliği, gündelik hayatın her yanına nüfuz eden mütehakkimleri alaşağı etme silahlarının da güçlenmesi anlamına geliyor.
Politik direnişteki monolitik yapı ve söylemin kırılması çok önemli bir şey. ‘Haysiyeti’ incinmiş o kadar çok insan grubu var ki. İade-i itibarı sağlayacak taleplerin Pandora kutusu açıldı bir kere. Buradan milyonlarca ses yükselecek. Ekolojistlerden feministlere, anti-militarislerden LGBTT’lere, faili meçhul mağdurlarından havyan özgürlüğü savunucularına kadar herkes nevi şahsına münhasır talebini ortaya koyacak. Ve bu talepler alaycı bir tonla, isteyen, dilenen değil, otoritenin meşruiyetini dilsel düzeyde de sarsan bir tonla dile getirilecek, getiriliyor. Safi kötülük simgesi AVM olasılığından kurtulan Gezi Parkı şu anda hiç olmadığı kadar ‘politik’ ve ‘güzel’ bir yer. Artık orası sadece ‘ağaçlı’ bir yer değil, bir karşı-kültür hareketi ve şenlikli bir siyasetin merkezi haline gelebilir. İçinde müzik, ritim, edebiyat, kahkaha, dayanışma ve bir festival ruhunun olduğu bir siyaset filizleniyor gibi. Ivan Illich’in tanımladığı o ‘şenlikli toplum’ modelinin başlangıç noktası olabilir. Yaratıcı bir duvar yazısının söylediği gibi, “Bıraksan ağaç sadece gölge verecekti ama bak şimdi ne meyveler verdi.”
Tabii, her şey ‘festival’ değil. Bir yandan İstanbul’da çeşitli barikatlarda ‘direniş’ sürüyor. Ankara’da Eskişehir’de, Adana’da Dersim’de şiddetli müdaheleler var. Ama bu iki ruh halini birbirinin karşıtı olarak görmek, alaycılığı ve şenlik ruhunu ‘devrimci hareket’in mağrur ciddiyetine bir ihanet gibi algılamak, bu kapsayıcı, ağaç gibi kapsayıcı harekete zarar verecektir. Taş ve çiçek yan yana durabilir. Artık ‘Taksim Komünü’nden bahsedilmeye başlandı. Paylaşım kültürüyle, gündelik hayat hemen şimdi dönüşütürülüyor. ‘Başka türlü bir yaşam’ tahayyülü devrim-sonrasına ertelenmiyor. Başka bir hayat ‘büyük anlatılar’ın makro vaatleriyle değil, mikro müdahalelerle örülüyor. Kolektif mutfaklar, paylaşım kütüphanesi, gönüllü revirler, eko-tarım alanları kuruluyor. Yabancılaşma denilen hortlak çöpe atılıyor. Kimse tatile gitmekten ya da Pazartesi sendromundan bahsetmiyor. İşe gitmek zorunda olanlar da gündüz Clark Kent, gece Süperdirenişçi oluyor. Daha ne olsun?
Son olarak, bu alay meselesine dönerek, “gelotofobi” diye bir kavramdan bahsedeyim. Yunanca’daki ‘gelos’ (kahkaha) ve malum ‘phobos’un birleşimden doğan bu kavram ‘alay edilme, gülünme korkusu’ anlamına geliyor. Yaratıcı söylem savaşını çok uzun süredir sürdüren İç-Mihrak hazırladığı bir posterde bu fobiyi şöyle açıklıyor: “Devlet erkanı, öğretmen, dinsel önder gibi otorite figürlerinde sıklıkla bulunur.
Otoritenin sarsılması korkusu bu duruma sıklıkla eşlik eder… Bir toplumda genel vasatlaşma ve yaratıcılık kaybının en önemli nedenlerinden biridir.” Evet işte, bu direniş bütün yaratıcı çok çeşitliliği ve alaycılığıyla ‘gelotofobik’ iktidar odaklarını alaşağı ediyor ve ilginçtir, evet, toplumdaki yaratıcılık düzeyi de artıyor. Depresyondan çıktığını ve ‘depresyon burjuva işidir’ lafını yeni kavradığını söyleyen bir sürü insan gördüm. Sıkışmış, atomize varoluşlarından sıyrılan insanlar şimdi çok güzel şeyler yapıyorlar. ‘Biber hazı cildi güzelleştirir’den, tomalarla savaşmak için ele geçirilen Poma’ya (Polis Olaylarına Müdahale Aracı) ve minyatür Toma-Halk’a, Ören Bayan’ın yerini alan Diren Bayan’dan twitter’ın kuşuna gaz maskesi takılarak yapılan yeni logoya kadar bu direniş bi harika dostum! Ciddiyet oyununu hakiki bir ciddiyetsizlikle bozmaya devam. (AE/HK)