Enis Batur taşrayı "ben gidemezdim bir yere zaten uzaktaydım durduğum yerde" diyerek öyle güzel tanımlar ki uzaklığı anlatmak için başka bir kelimeye daha ihtiyaç duymazsınız. Ne fazlası vardır ne de eksiği, çünkü taşra durduğu yerde 'uzak'tır, uzaktan görünür, sesi, yoktur, eli ayağı yoktur, bilmeyiz, görmeyiz, duymayız çoğu zaman, ancak yaşayanların bilebileceği bir ağırlık taşır.
Bu ağırlığı taşıyan taşrada zamanın geçmediğini damarlarını her zerresinde hissedenler, bizzat orada yaşayanlardır. Peki aynı uzak bir de savaş yaraları taşırsa, görmediğimiz, bilmediğimiz o yeri nasıl anlarız? Çoğu zaman anlayamayız çünkü dünyalarımız 'başka'dır.
Birkaç haftadır Şemdinli'de bir şeyler oluyor, bir olağanüstü hâl var. Gidenler oldu, haber yapanlar, biraz daha yaklaştığımızı hissettik, olanı biteni anlamaya çalıştık. Hiçbir yakınlık kuramadığımız bu ilçe ile uzaktan anlaşmaya çalıştık.
Çalıştıkça farkettik ki memleketin bir yerinde savaş var ve biz, durduğumuz yerde o savaşa çok uzağız. Bize gösterildiği kadarını görüyoruz, göstermediklerinden ise bihaberiz. Bir sabah top sesleriyle uyanmanın ne demek olduğunu orada yaşamadıkça da anlayamayız.
Ferit Edgü'nün yazdığı ve Erden Kral'ın yönettiği Hakkari'de Bir Mevsim, Enis Batur'un cümlesinin ete kemiğe bürünmüş hali gibidir. Uzaklardan Hakkari'ye gelip gördüklerinden sonra kendi yaşadığı gerçekliği sorgulayan Öğretmen, bahar gelip ayrılma zamanı geldiğinde çocuklara "Öğrettiklerimi unutun, dünya dönüyor evet ama bu dağ başında dönmemesini bilmek daha doğrudur, size hayat bilgisi dersleri verdim ama siz hayatın gerçek bilgisini kendiniz burada bu dağ başındaki köyünüzde, sonra uzak kentlerdeki askerliğinizde, mahpusluklarınızda öğreneceksiniz. Unutmayın ki kitapların yazdığı her zaman doğru değildir. Benim için doğru olan sizin için doğru değildir, benim için gerçek olan sizin için gerçek değildir, öğrettiklerimin çoğu böyleyse bağışlayın beni çünkü ben başka bir yerden geliyorum ve karların erimesiyle de gidiyorum işte... Burada yaşayacak olan sizlersiniz, sizler karın üstünde yalınayak yürüyüp ölmeyenlerdensiniz, insanlar üç aylık bebeyken bilinmeyen hastalıklardan ölmeden de yaşayabilirler, cüzzam alın yazısı değildir, hiçbir şey alın yazısı değildir" der. Bu bir üstten bakış değildir tam tersine sağlam bir gözlemdir.
Bu satırların üzerinden yıllar geçti belki ama bugün baştan yazılsa her cümlenin ayrı ayrı yeniden ve gerçek olduğuna bir kez daha şahit olabiliriz. O çocuklar kendi gerçeklikleriyle Öğretmen'in dediği gibi ancak büyüdüklerinde askerliklerinde, mahpusluklarında karşılaşabilirler. Okul bahçesine havan topu düşen bir yerden bahsediyoruz.
Dersim'e gittiğimde de hissetmiştim, dağların arasında sıkışmış bir şehir, insan böyle arada kalınca anca kendi gürültüsünü duyabiliyor ve belki de sadece kendi gürültüsünü duymalı zaten. Her sabah top sesleriyle uyanan, helikopter sesleriyle yaşayan, savaşın, tozun dumanın içinde büyümeye çalışan insanlar anca kendi sesleriyle uyanabilirler. Yaşananları görecek bir mecra bulamayacağımıza göre bu seslere sığınabiliriz.
Bilmemek...
Arap Baharı dediğimiz süreçte insanlar Twitter ve Facebook üzerinden örgütlenip sokaklara döküldüler, biz ajanslara düşmeden haberleri Twitter'dan alabiliyoruz ama Şemdinli'de köyler boşaltılıyor, ekinler darmadağın oluyor ama olanları, ölü sayılarını bile bilemiyoruz. Bu çağ teknoloji çağıysa eğer coğrafi olarak bazı şehirleri ayırıyor olmalı yoksa bu görmezden gelme başka bir şekilde açıklanamaz.
Orada olmadıkça, yaşamadıkça sağlam bir biçimde duymadıkça hiçbir zaman öğrenemeyecek anlayamayacağız ama biraz olsun yaklaşabiliriz. Bir olmakta olanlar, bir de gösterilenler vardır ve gösterilenler çoğu zaman tıkanır. Çünkü neyi bilip neyi bilmememiz gerektiğini biz değil sistem belirler. Yine de ölümün, yaşamın, herşeyin 'kader' ile açıklanabildiği bir sistemde Öğretmen'in cümlelerine yaslanmak gerekir, "hiçbir şey alın yazısı değildir." (JB/NV)