Gencecik bir kadının beklenmedik ölümünde bile sade ve sahici bir üzüntü yaşayamayan bir ülkede yazı yazmanın ne anlamı var bilmiyorum. Şiir söylemenin, beste yapmanın ya da film çekmenin neye iyi geldiğinden emin değilim.
Bu bölük pörçük ruh halinin tedavisi nedir ya da kayan şiraze tamir olur mu, sanmıyorum. Bildiğim, her şeye rağmen bu olan bitenden rahatsız olan, kulaklarını tıkayan, gözlerini kapayan, yer yarılsın da içine gireyim diyen birilerinin olduğudur. O vakit hiç değilse onlar adına bu rezil yabancılaşmayı teşhir etmemiz gerekir.
Bugün, Defne Foster'in ölümüyle yeniden gün ışığına çıkan nebbaşlara, magazinin gözü dönmüş zevzeklerine, kifayetsiz yorumculara ve kısır kavgaların tüm kötü ruhlu muarızlarına 'Yeter'' demenin zamanıdır. İnsanız ve öyle kalmak istiyoruz. Haberleri dizi film zannedenlere unuttukları mukaddesin ne olduğunu hatırlatmak vaktidir. Bu yazı o iştiyakla yazılmış, naif olduğunun bilincinde bir ayna tutma denemesidir
Proust, ahlakçı olanın mutlaka mutsuz olduğundan söz eder. Şu mahallevari ahlakçılığına bakınca ne kadar mutsuz olduğunu anladığımız bir ülkede yaşıyoruz. Yaşamın karşısında hep ölümü kutsayan inorganik bir yer burası. Her örnekte adeta bir refleks gibi topluca saldırılan hep ''hayat'' oluyor.
Savaş ve barışta savaştan, felaket ve neşede felaketten, ceza ve ödülde cezadan yana tavır alıyoruz. Her fırsatta ahlaktan dem vurulduğu halde, onun nerde olduğunu kimsenin bilemediği bir yerdeyiz. Foster'in ölümünde de vakarı ve kederi iğfal edenlerin ortak çıkış noktası yine bu sözde ahlak arayışıydı. Ancak dikenli dilleri ve itirazları benzer olsa da bu insanlar baktıkları yer açısından üç ayrı kategoride yer aldılar.
Birinci kategoride ''Laik Ahlakçılar'' vardı. O pek batılı hallerine tezat bir namus bekçiliği içinde ölüm haberinin hemen akabinde, dudaklarını büzerek sormaya ve ayıplamaya başladılar: ''Kadın o evde ne arıyor, Kocasını aldattı mı?''. Sosyal medyanın laik ve kentli kullanıcıları ölümden çok evlilik kurumunun kutsallığını dert ediniyorlardı. Karnından konuşmalar saatler ilerledikçe yerini alenen sorgulamaya dahası yargılara bıraktı.
Genç kadının ölümünü bir çırpıda hazmeden güruh dedikodu ve gıybetin cazibesinde savrulmaya başladı. Genç kadının oğlu, kocası ya da hatırası onlar için bir önem taşımıyordu. Spekülasyonun şehvetine kapılmışlar tarlaya girmiş yaban hayvanları gibi hoyrat, burnundan nefes alıp vererek yorumlara girişmişlerdi. Ne had biliyorlardı ne adap.
''Başkasının evinden karısının ölüsünü alan koca'' başlığı altında geyik çeviren sözlük yazarlarından tutun da kadınların iffeti üzerine söylevler çeken haber sitesi yorumcularına manzara giderek bayağılaştı. Ait oldukları sınıfla çelişkili alabildiğine cinsiyetçi yargılar bir yana karşımıza giderek kötülüğün insanı korkutan bir boyutu çıkıyordu.
Yorumculardan azımsanmayacak bir kısmı genç kadın için ''Öldüyse öldü bana ne'', '' Zaten sevmezdim'', ''Çocuğunu düşünmeyene ben mi üzüleceğim'' türlü gerçekten açıklanması zor öfke nöbetlerine tutulmuşlardı. Bu cenahta oluşan nefretin şahikasını görmek için ise bir gün beklemek ve Hıncal Uluç'un yazısını okumak gerekecekti. Gerçekten de Uluç basın tarihinin en utanç verici yazılarından birisini yazmış ve '' Böyle bir insana, öldü diye saygı duymamı kimse benden beklemesin'' deyip eklemişti: '' Su testisi su yolunda kırıldı''. Uluç, zihniyetinin zaten bildiğimiz cinsiyetçi ve faşizan müktesebatını Foster'nin evinde ölü bulunduğu Kerem Altan için kullandığı ''Kerata'' kelimesi ile ele veriyordu. Ortada ölümle bile yıkanamayacak bir ayıp olduğunu düşünen Uluç, ayıbın kız tarafının ölüsünü bile affetmezken erkek tarafına '' Kerata'' diye takılıyordu. Ağızlarından çıkanı böyle kulakları duymayanlar aslında insanın düşünce ahlakına saldırıyorlar, arınılamayacağını hissettiren bir kirlilik duygusu okuyanı sarıyordu.
Kedere hükmünü kaybettirenlerin ikinci kategorisini ise 17 Ağustos depremindeki argümanlarını travmatik bir biçimde unutamadığımız ''Dinci Ahlakçılar'' oluşturdu. Daha ilk andan itibaren insanlıktan utandıran bir dille merhumeye ve ailesine saldırmaya başladılar. Aralarında '' Cenab-ı Allah, inşallah rahmet eylemeyecektir'' diye yazacak denli gözü dönmüşlerden, '' Edepsizliğin diz boyu olduğu programlara çıkanlara bu son müstahaktır'' diyenlere yobaz literatürün en galiz örnekleri vardı. Ne '' Ölülerinizi hayırla anınız'' hadis-i şerifi ne de ''Ölünün ardından konuşulmaz'' örfü sözde dindarları bağlamıyordu. Kendilerinden menkul bir din anlayışıyla ''taksiratını affetsin'' bile demeden hazırda beklettikleri toplam kini hiç duraksamadan bir kesimin üstüne kusuyorlardı. Aralarındaki en kibarlar bile, bu camiaların böyle, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan yerler olduklarına ilişkin imanlarını tazelemenin saklayamadıkları sevinciyle yorumlar yapıyor, herkesi hidayete davet ediyorlardı. Elbette ikiyüzlü ''Allah bilir'' retoriğinin ardına sığınarak yapılan ve diğerlerinin iyiliği(!)için söylenen bu sözlerin ana teması: ''Bakın, bizim gibi yaşamazsanız sizin de başınıza bunlar gelir'' olarak göze çarpıyordu. Bu kibar söylem de aslında birinci tip saldırgan yobazlıktan farksız onun yalnızca başka bir veçhesiydi. Ortada insana dair bir anlayış ya da empati yoktu. Ölüm haberinden sadece dakikalar sonra bile zerre keder duyulmuyor eldivenli bir bilgiçlikle yalnızca ders alınıyor, veriliyordu. Kalbine bu denli uzak düşenlerin Allah'ı nerede bulduklarını merak etmemek elde değildi.
Ölümün ardından yapılan yorumlarda gördüğümüz üçüncü tip ahlakçılık ise '' Siyasi Ahlakçılık'' olarak ortaya çıktı. Bu işin siyasi yanını ortaya çıkaran durum sunucunun Ahmet Altan'ın oğlunun evinde ölü bulunması oldu. Sanırım şu son cümlenin hepimize pek mantıklı gelen içeriğini dünyanın başka bir ülkesindeki aklım selim sahibi bir insana anlatmanın yolu olamaz. Ancak Türkiye'de bildiğiniz gibi rüzgarın esmesinden güneşin batmasına, Ortadoğu'daki halk hareketlerinden Wikileaks belgelerine her olayı Liberal- Kemalist kavgasına çevirmeye eğilimli bir güruh yaşamaktadır.
Dünyayı kavrama yetileri, içinde bulundukları kavganın şablonları ile sınırlı olan bu insanlar elbette böylesine bir imkânı da kaçırmadılar. İnternet yorumlarından gazete köşelerine olayı siyasi bir mecraya çekmek için ellerinden geleni yaptılar. Böylece genç kadının bedeni henüz toprağa bile verilmeden ülkedeki kavganın tarafları arasında bir mücadele zemini olarak kullanılmış oldu.
Önce Kemalist internet sitelerinin ölüm sebebini peşinen ''alkol'' olarak veren dinci sitelere yönelik eleştirileri ve aldıkları yanıtlarla başlayan tartışma nihayet ilk günün sonuna doğru ''Altan'' soyadının üzerinden gecikmeli de olsa asıl mecrana evrildi. Böylece önce taraflar arasında son günlerin alkol yasakları tartışması şöyle bir yinelendi oradan da ''liberal babanın sorumsuz oğlu'' temalı kayıkçı kavgasına geçildi.
Twitter ve sözlükler üzerinden giden bu kavgayı mırıldanma düzeyinden çıkarıp cenazenin olacağı günün sabahına gazetesine yazma aşamasına getiren ise Akşam yazarı Oray Eğin oldu. Eğin, Hıncal Ağabey'ini aratmayacak bir kötü kalple tuhaf bir yazı kaleme alarak mealen, bu ölüm Doğan grubunda çalışan bir gazetecinin evinde vuku bulsa Taraf buna kesin ''Ergenekon yaptı'' derdi, dedi.
Bu tuhaf yorumun sahibinin akıl sağlığı ile ilgili çekincem bir yana musalla taşında duran bir taze cenazeyi bile gözü görmeyen öfkesinden ürktüğümü söylemeliyim. Böyle biri ile aynı ülkede yazı yazıyor olmanın tedirginliğine kapılmamak elde değil. Ancak gazetesinin yayın yönetmenin de böyle bir neşriyata cevaz vermesi elbette ayrı bir konu. Tabii tuhaflığın normalleşmesi sürecinin çoktan aşıldığı bir yerde buna şaşırmanın anlamı da yok.
Bütün bunların ışığında bu ülke bir tek insan olsaydı onunla arkadaşlık eder miydiniz? Ben etmezdim. Şu haline bakın, ne bir karnavalı var ortak, ne de bir yası. Mukaddeslerde mutabık olamayan bir güruh ki artık ölüm bile onu üzemez hale gelmiş. Devletin tevellüdünün üstünden bir insan ömrü bile geçmeden ''herkesin'' olan ne varsa yok olmuş. Birinin bayram dediğinden diğeri tehdit, ötekinin sevinç duyduğundan başkası nefret anlıyor. İnsanların birbirlerine düşmeden geçirebildikleri tek bir gün bile kalmamış.
Oysa toplumları toplum yapan sahip oldukları ortak neşe ve hüzün değerleridir. İnsanlar birlikte ağladığı ve gülebildiği için bir arada yaşarlar. Ortak geçmişin hatırlanışı, bugünün anlaşılması ve geleceğin tasarımı herkes için bu denli farklıysa orada beraber yaşamak için bir neden yoktur.
Sosyoekonomik nedenler bir insanın topluma aidiyet duygusunu oluşturmazlar sadece fiili parçalanmanın adının koyulmasını ertelerler. O yüzden bugün bu ülke bölünmüş değil kırılmıştır. Tuzla buz olmuş, paramparçadır. Her örnekte yeniden gördüğümüz ve bugün Defne Foster'in trajik ölümüyle bir kez daha yüzleştiğimiz gerçek budur.
Ağırbaşlı bir sükunete öyle ihtiyacımız var ki. (BB/EÖ)