16 Mart 1971'de Malatya Kürecik'teki Amerikan radar üssünü tahrip etmeye giden Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'na (THKO) bağlı gruptan bir kısmı, 31 Mayıs 1971'de Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli Köyü civarında mola verdikleri bir sırada jandarma birlikleri tarafından kuşatılmış ve teslim olmayıp birliklerle çatışmaya girmişlerdi.
Civardaki köylülerce eşkıya zannedilerek ihbar edilen grup, yedi kişiden oluşuyordu: Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan çatışma sırasında öldü. Mustafa Yalçıner ağır yaralandı. Hacı Tonak ise kaçamayarak yakalandı.
Metin Güngörmüş ve "hemşerim" adıyla bilinen Ahmet Erdoğan ise kaçtılar. Daha sonra 6 Haziran'da yakalanan Güngörmüş ve Erdoğan, Yalçıner ve Tonak'la birlikte THKO Davasından yargılandılar.
Yalçıner mahkemedeki sorgulamasında daha sonradan kamuoyunda "Nurhak Katliamı" diye bilinecek olay hakkında şunları söyledi:
"(...) Çatışmada Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan'ın yaralı iken vahşice kurşunlandığını, benim de üzerime 50-60 metre mesafeden 15-20 mermi sıkıldığını, köylülerin olay yerine gelmesi nedeniyle, sonradan atılan mermilerle yalnız kolumdan yaralanarak şans eseri kurtulduğumu (...) belirtmek isterim (...)" *
Acılara yenilmeyen gülümseyişler
"Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler"** isimli kitabında Atilla Keskin "Ölümleri kanıksamıyorduk ama o kadar çok arkadaşımızı kaybettik ki o dönem ölüm sıradanlaşır olmuştu" diyor.
Denizler'in idam hükümlerinin okunduğu salonda haklarında idam hükmü verilen on sekiz gençten biri de Atilla Keskin'di, namı diğer "Ato".
O dönem İstanbul ekibinde olan Keskin'in görevi ilişkileri iyi bildiğinden dağa çıkacak arkadaşlarını dağa götürmekti. Yolcuğa çıkmadan önce İstanbul'da kiraladıkları evde, güzel bir Pazar sabahı, bahçede son çaylarını içip bir yandan da radyo dinliyorlar.
"Duyduklarımız bomba gibi düşüyor aramıza: 'Gölbaşında çatışma, Sinan, Alp, Kadir öldürülmüş, Yalçıner yaralı, Hacı Tonak sağ ele geçirilmiş'. Kendimizi acılara, ölümlere hazırlayarak yola çıkmıştık sözde... Korkunç dağlanıyor gencecik yüreklerimiz. Şaşkınız. Konuşan da yok, ağlayan da. Yusuf daha yeni dönmüş ölümün eşiğinden, Deniz (Deniz Gezmiş) ve Dede (Hüseyin İnan) tutuklu. İstanbul ekibinden çok kişi tutuklu. Bu durumda Dağ tek ümidimizdi. Üstelik Cihanlar (Cihan Alptekin) yola çıkmış. Ben gitmezsem ortada kalacaklar. (...)"
Keskin'in bu kitabı yazarak ne zorlu bir işe giriştiğini bunca ölüm karşısında kestirmemek imkansız. Zaten o da "Biz sadece acıyı, kederi, hüznü, zulmü mü paylaştık? Elbette hayır!... Notlarımı süzdükçe paylaşmak istediğim birçok güzellik çıktı su yüzüne" diyor ve bu "güzellikleri" paylaşıyor.
37 yıl sonra Nurhak Katliamına geri dönecek olursak bizler de Keskin'in notlarından -bu güzellikleri- dönemin gazetelerinin "Öldürülen anarşikler" diye verdiği Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan'ı ODTÜ ve Erzurum üniversiteleri öğrencileri Sinan, Kadir ve Alpaslan olarak Keskin'den alıntılayacağız.
Ne senden önce ne de sonra senin gibi şiir okuyana rastladım Sinan Cemgil
"Bu kez rüzgarda dağılan simsiyah saçlarını elleriyle tarayan Sinan Hoca. ODTÜ'nün stadyumu tıklım tıklım. Tribünlerde iğne atsan yere düşmez. Öğrenciler, öğretim üyeleri. Görevliler, inşaatlarda çalışan işçiler bile çıt çıkarmadan dinliyorlar Sinan Hocamızı. (...) Simsiyah kadife pantolonu, kendisine çok yakışan balıkçı kazağı, rüzgarda dağılan saçlarıyla tam bir erkek güzeli. (...) Konuşmasını bitirip de sol kolu havada tüm gücüyle sloganlarımızı haykırmaya başlıyor. Tribünlerde herkes ayaklanmış bir orman gibi sol yumruklarımız havada katılıyoruz sloganlara..."
"Ne senden önce ne senden sonra senin gibi şiir okuyana rastlamadım Hocam. (...) Sizin evde Ruhi Su ile birlikte olduğumuz geceyi de anımsıyor musun? Tüm ısrarlarımıza rağmen bir tek türkü söyletememiştik. 'Ben Şirin'i dinlemek istiyorum bugün' diyordu. Ve Şirin de okur doğrusu, o gece Ege Türküleri, ağıtlardan oluşan nefis bir konser vermişti bizlere(...)"
"'Direniz Ato' dediğinde de çok güldürmüştün beni. (...) Minübüsten inip bakımlı apartmanların arasında yürüyoruz. İleride oldukça büyük bir bahçe içinde kagir ama kişiliği olan eski bir İstanbul evine gözüm takılıyor. 'Bu kadar apartman arasında amma da direnmiş' diye düşüncemi belirtiyorum. Cevabını unutmam imkansız: 'Direniriz Ato, bizim ailenin ömrü hep direnmekle geçti. Gördüğün gibi evimiz de direniyor'. (...) Sonra evi gezdiriyorsun. Her yerde kitaplar, sözlükler, kağıtlar, altı çizilmiş ansiklopediler. Sanki ev değil kütüphane, kardeşin ve baban harıl harıl kitap çeviriyor. Sahi sen kaç yabancı dil biliyorsun be Sinancan?"
"Verdiğim sözü ancak beş sene sonra Niğde cezaevinden çıkınca yerine getirebildim. Sabahın üçüne kadar oturduk Şirinle. (...) Taylan getirdiğim çikolatalardan hoşnut dizimin dibinde oturdu. Ertesi gün Boğaz'ın sırtlarında gezdik, nereden düştüyse yolumuz mezarlıkların arasına düştü. Taylan soruyordu: 'Ato amca sen babamı iyi tanıyormuşsun. Muhakkak bu mezarlardan hangisinin babama ait olduğunu biliyorsundur. Bana da göstersene' Şimdi olsa aynı soru saatlerce oturur bıkmadan anlatırdım seni Sinan Hoca."
"Hürriyet'in iç sayfalarındaki resimleri benim yaşımdaki her insan gördü mutlaka. Ama ben 30 yıla yakın zaman geçtikten sonra bin kere seyrettiğim bir film gibi, her sabah aynada baktığım yüzüm gibi anımsıyorum onları. Sinan Hocamın üstünde bir tek külot var. Delik deşik olmuş güzelim erkek fiziği. Kurşun yaralarını saymaya çalışıyorum. O kadar ne görünüyor ki delikler."
Öykümüzün isimsiz kahramanlarından biri de sendin, Kadir Manga
"Gerçekten gördük mü o çiçeği Kadir? Buzullaşmış karların altında incecik bir su... Suyun kenarındaydı anımsıyor musun? (...) keşke koparsak tüfeklerimizin namlusuna taksaydık. Ama yapamadık. (...) Sonraları okuduğum bir kitapta rasladım bu çiçeğe 'kardelen'miş ismi. Yapamadık, belki de koparırsak solmasından korktuk değil mi Kadircan?"
"Biliyorsun, pencere kenarı en sevilen mekandı Diyarbakır Cezaevi'nde. Çok kalın taş duvarları olan eski bir iç kaledir bu cezaevi. (...) O gün de yine pencere kenarı sohbetindeydik birlikte. Üniversitede aynı sınıfta okuduğunuz kız arkadaşını, taa, uzaktan tanıdın. Elleri paketlerle doluydu, simsiyah saçları seninki gibi yağlanmışçasına parlıyordu. Nasıl da heyecanlandın onu görünce. Kalem odasında 'özel' bir görüş iznini müdürden ben kopardım.
"Görüşe giderken kopacak fırtınanın farkındaydın elbet. 'Hadi, hadi, iyisin yine', 'Şuna bak, şuna; yere bakar yürek yakar.', 'Ne yapalım oğlum, biz senin kadar yakışıklı değiliz; yoksa yüzlerce kilometre yol kat edip bizi de ziyaret eden kızlar olurdu'. (...) Artık daha fazla dayanman olanaksızdı. Cevap yetiştirmek yerine, Teo'yu kaldırıp yere çalıyorsun. Küçük Ali de yine aranızda. Bak bu satırları yazarken, yine burnumun direği sızlıyor. (...) ne güzel insandın be Kadircan. İçin de dışın da pırıl pırıldı. Öykümüzün isimsiz kahramanlarından biri de sendin...
"Ne rezil geceydi değil mi? Zifiri karanlık, bora, fırtına, üstelik zehir gibi bir soğuk. Bir adım önümüzü göremiyoruz. Resmen körebe oynamaya başladık. Öylesine zindana kesmiş ki tüm evren, kimi zaman adım attığımız yeri görebilmek için çakmak çakıyoruz. Ama o fırtınada çakılan çakmak da anında sönüyor. Art arda sıralanmışız; hepimiz ayağımızı görmeden bir çukura sokup kırmaktan korkuyoruz. Tepelerde bir yerdeyiz; yanlış bir adım atıp uçuruma yuvarlanmak en büyük korkumuz.
"Yolumuzu bütünüyle kaybetmişiz. (...) Hepimizin sırt çantalarında yiyecek var; yufka ekmeği, kuru üzüm, çökelek, zeytin vs... Hepimiz yola çıkmadan önce sırt çantalarımızı sarıp sarmalamışız. Bizden bir parça olmuş yükümüz. Ama seninki farklı. Sırt çantanda 15-20 kiloluk bir pekmez tenekesi, her adım atışta seni bir o yana bir bu yana çekiyor. Üstelik teneke tamamen dolu olmadığı için, çalkalanıp dengeni bütünüyle bozuyor. Biz bile adım atmakta zorlanırken, sen resmen ıstırap çekiyordun.Saatler sonra mağaraya ulaşıp şeftali çaylarımızı yudumlamaya başladığımızda, yine de ilk kahkahaları atan sendin."
"Bir yanım hâlâ bomboş Kadircan... Bir yanım kötürüm. Hep gülümsüyorsun belleğimde. Dümdüz, simsiyah saçların, seyrek, aşağıya sarkık bıyıkların, sırtında alametifarikamız olan ODTÜ armalı kazağınla her sözcükte yanı başımda oturuyorsun...
'Sıra neferi' diye bir şey varsa, o sendin, Alpaslan Özdoğan
""Oysa sana kalsa bu geceyi bile bu evde geçirmeyip gece yarısı hemen yola çıkacaktık. Dağdakilere kavuşmak için müthiş sabırsızdın. Yine konuşmuyorsun, konuşsan da ağzından çıkan, sadece görevimize ilişkin birkaç küçük soru. Ayağında doğru dürüst bir ayakkabı yok. Senin koca ayaklarına köyden uygun bir ayakkabı bulmamız olanaksız. Yola çıkmadan önce senin aklına gelmiyor. Ben de deneyimli olduğum halde, o kadar işin arasında sana bir bot uydurmayı akıl etmiyorum. Ben kendi eşekliğime veryansın edip 'Ne yapabiliriz,' diye kıvrandıkça, sen; "Boş ver, üzme canını, ben böyle de idare ederim," diyordun sadece."
"Biliyor musun Alp? Ne El-Feth Kampları'nda ne de Diyarbakır Cezaevi'nde ben senin bir tek kez özel bir isteğin olduğuna tanık oldum. Çok sinirlenince bıyıklarını sıvazlamanın dışında ağzından kötü bir söz duyduğumu bile anımsamıyorum."
Feth'de en çok seni götürürlerdi gece devriyesine, (...) Hep seni anlatırlardı överek, sen ise sorduğumuzda gülümserdin sadece.
(...) kardeşlerini görünce; 'Bunların kökleri herhalde Vikingler'e dayanıyordun..' diye düşündüm. Kız ve erkek kardeşlerin Diyarbakır Cezaevi'ne ziyaretimize geldiklerinde, unutmam olası değil, onları gören tüm gariban mahkûmlar kelimenin tam anlamıyla çarpılmışlardı. Sapsarı uzun saçlar, upuzun sırım gibi vücutlar, yemyeşil gözler... Tertemiz giyimliydi, üçü de.
Gerçekten kimdin sen, Alp? THKO eylemleri başladığında kim ne yapıyor bilmezdik. Sormazdık da. Ara sıra ortalıktan kaybolurdun sadece. Çok sonraları öğrendim, senin önemli tüm eylemlerde olduğunu. (...) Kimbilir ne çok sevdin, ne çok sevildin? Katıldığın eylemleri hiç anlatmadığın gibi, aşklarını da anlatmadın. 'Sıra neferi' diye bir şey varsa, sen o tanıma tam uyandın..."
Atilla Keskin hakkında
1964'te Türkiye İşçi Partisi üyesi oldu. 1969'da ODTÜ Fikir Kulübü başkanıydı. 1970'de El-Fetih Eğitim Kampı'ndan dönüşte tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi'nde sekiz ay yattı. THKO Davasında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla birlikte yargılanıp müebbet hapis cezası aldı.
4 yıl Mamak askeri cezaevinde ve Niğde'de yattı. 1974 affı ile salıverildi. 1977'den beri Almanya'da zorunlu sürgün olarak yaşıyor. Politik dergilerde yayınlanmış makale ve öyküler yazdı. Bu yıl Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler kitabının 7. baskısı yayınlandı. (EZÖ/GG)
*Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt 7, sayfa 2173.
** Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler, 12 Mart Deniz, Yusuf, Hüseyin, İdamlar, Tekin Yayınları, 22008, 7. basım, Atilla Keskin