Sporcunun psikolojisiyle spor psikolojisini eşanlamlı olarak kullanmak, doğru değil. Sporcu, işin merkezinde olmakla birlikte, sporla ilişkili olan kişilerden yalnızca biri. İşin teknik ekip, taraftarlar, yöneticiler, spor medyası, televizyon izleyicileri, spor yorumcuları, sporla ilgili devlet kurumları vb. gibi öğeleri de var. Gezi Direnişi açısından, bu öğeler içinden incelenmeyi en çok hak eden, elbette, taraftarlar. Gezi Direnişi, taraftarlığın siyasallaşmasına karşılık geliyor ve bu siyasallaşma, Gezi’den önceki endüstriyel futbol karşıtı (futbolun keyif için olan bir etkinlik yerine birkaç yıldıza astronomik rakamlar ödeyen bir adaletsizlik anıtı oluşuna yönelik tepki) hareketlenme ile karşılıklı ilişki içerisinde güç kazanıyor.
Sporcunun psikolojisi alanı, daha çok, sporcunun olabilecek en yüksek performans için yetiştirilmesi gibi dar bir alana karşılık geliyor. Bu yönüyle, bu alan, kendi başına bir alan olmaktan uzak. Onun yerine, motivasyon çalışmalarının bir uygulama alanı niteliğinde. Spor psikolojisi de, kendi yöntemi olmayan, dolayısıyla bağımsız olmayan bir alt alan; ancak, onun kapsamına giren konular, sosyal psikolojiden örgüt psikolojisine kadar uzanan bir yelpazede yer alıyor. Bu tür çalışmalar, kamuoyunda, genellikle, kitlesel şiddet olaylarıyla gündeme gelirken, Gezi’deki ve öncesinde 1 Mayıslardaki taraftar dayanışması, taraftarlara psikoloji açısından olumlu bakışları da beraberinde getiriyor.
En küçük yapay bir farkta bile (örneğin farklı renkli giysi giymek), iki grubun birbirini dışlayıcı algı, biliş ve davranışlarının tırmanarak arttığını ileri süren sosyal psikoloji (buna ‘minimal grup paradigması’ deniyor), “barış nasıl sağlanır?” sorusunu, temel olarak iki biçimde yanıtlıyordu: Birinci olarak, ötekileştirilenlerle temas, onlara karşı insancıl duyguların gelişmesini sağlıyordu. Bunun doğru olmadığı, birçok örnekte görülüyor. Yakın temas, insanileşmeyi getirmiyor. İkinci yanıt, onlara farklılıklarını unutacakları ortak hedefler vermek biçiminde. Bunu daha politik psikolojik bir düzlemde ele alırsak, ortak düşman yaratmak, esas. Gezi’de olan da, aslında bu oldu. Değişik takım taraftarları, saldırı altında oldukça, birbirlerine yaklaştılar. Muhalif bir çizgisi olan taraftar grupları, yeni değil. Gezi’den önce de varlardı. Dolayısıyla, liberal tezlerin tersine, örgütlü bilincin etkisini yadsımamak gerekiyor. Ancak, Çarşı başta olmak üzere bu muhalif taraftar gruplarının kitleselleşmesi için, Gezi gibi bir katalizör gerekiyordu. Yıllar, birkaç güne sığdı ve dayanışma kazandı. Sosyal medyada dolaşan bir sözü anımsarsak: “Meğer hayat karşı takıma değil, faşizme gol atmakmış.” Hatta biz de ekleyelim: Maçın iki tarafını da tutmanın üstünlüğü, mutlaka galip gelmek olacaktır.
Siyasi tezahürat yasağı, delinmekle kalmadı; tribünler, başka protesto biçimleri de geliştirdi. Bunlardan biri, Gezi şehitleri ve Elvan Berkin adını taşıyan takım formaları giymekti. Bir diğeri, gözünü kaybedenleri anımsatmak için, korsan bandı takmaktı. Egemenlerin “spora siyaset bulaştırmayın” sözü, aslında “sanata siyaset bulaştırmayın”, “falana siyaset bulaştırmayın” benzeri söylemleri anımsatıyor. Ancak, bir farkla: Siyaset, özellikle Gezi’yle birlikte, gündelik yaşamın öyle çok alanına girdi ki, spor bile siyasetle yanyana anılıyor. Daha önce, siyasal olan herşey, spor yoluyla ehlileştiriliyordu.
Hakkı yenen, yoksulluğa ve yoksunluğa mahkum edilen insanlar, kendilerini taraftarlıkla ifade ediyor ve bu yolda kendilerini rahatlatıp varolan düzenin iyice palazlanarak sürmesini sağlıyordu. Yıllar önce, Dünya Kupası’nda oynayan milli takımın insanları uyuşturucu etkisine dikkat çekmek üzere, “Türkiye yenilmeli!” başlıklı bir yazı yazmıştım. Ancak şimdi, tuttuğumuz takım, yense de yenilse de, Gezi kazanıyor. Emekçi şehri olduğu için Karabükspor’u tutan solcu gençlik ya da Spartak Moskova’yı, Yugoslavya’nın Kızıl Yıldız takımını vb. ve olimpiyatlarda sosyalist ülkeleri tutan enternasyonelist taraftar kuşağı, çok geride kaldı. Şimdi, takım tutmak değil, takımın çapulcu olan kısmını tutmak ve başka takım taraftarlarının da çapulcu olanlarıyla dayanışmak, temel yönelim. Türkiye’deki endüstriyel spor, hem futbolu diğer sporlar zararına semirtiyor hem de insanları spora katılan bireyler yerine edilgen izleyicilere çeviriyor. Oysa spor psikolojisi, yalnızca psikolojinin spor üzerine etkisini değil, spor yapmanın insan psikolojisine olan etkisini de inceliyor.
Sporcunun psikolojisiyle, spor psikolojisinin ortak olduğu noktalardan biri, toplu yapılan sporlarda, takım ruhu. Spor psikologları, taraftarlar içinde de sporcular içinde de bir bizlik (toplumsal kimlik) yaratma ya da varolan bizliği güçlendirme derdinde. Bireysel oynayıp topu auta atmak, hoş karşılanmıyor; takım oyunu, hayranlık uyandırıyor. Spor psikolojisinin performansı arttırma dışındaki az sayıdaki çalışma konusundan biri ise, sporcuların öfke yönetimi.
Sonuçta, keskin sirke, küpüne zarar veriyor. (Aslında, bu da, performans arttırmayla ilişkilendirilebilir. Bu açıdan, rahatlama alıştırmaları da anılabilir.) Bir diğer konu, sakatlık ya da yaş dolayısıyla spora devam edemeyen sporculara yeni yaşamlarına geçiş için psikolojik destek. Performans arttırmayla yine de ilişkili olan diğer konular, liderlik (takım kaptanlığı), takım oyunu, fizyolojik öğeler, kendi sahanda oynamakla deplasmanda oynamak arasındaki psikolojik farklar, solaklığın etkisi vb. Sovyet geleneği ise, spor psikolojisinden, okulöncesiyle başlayarak, bireyi yeteneklerine en uygun spor(lar)a yönlendirmeyi anlıyordu. Spor, bir avuç yıldızın gerçekleştirdiği değil, herkesin içinde olduğu bir etkinlikti. Bu açıdan, Türkiye, çok geride. Gezi’nin, bu yıldız sporculuğuna karşı, her alandaki katılımcılığın bir yansıması olan halkın sporuna sahip çıkması gerekiyor. Turnuvalarla, mahalle maçlarıyla ve futbol dışındaki sporların özendirilmesiyle, bu yönde mesafe kat edilmesi yararlı olacak.
Büyükşehirler dışında, anaakım dışı medya ve sosyal medya kullanımı çok düşük olduğundan, 3 büyüklerin taraftarlarının politikleşmesi, Gezi Direnişi için alternatif bir iletişim kanalı olarak işlev görebilir. Hakan Şükür’ün AKP milletvekili olarak Meclis’e girmesinin, taşrada ters yönde ama benzeri bir etkisi olduğu tahmin edilebilir. Daha fazla ayrıntıya girilip Çarşı’nın karşısına Kasımpaşaspor’un çıkarılması, İnönü Stadı’nın yıkımıyla ilgili hesaplar, Galatasaray’ın Ali Sami Yen Stadı’nın yıkılmasına yönelik geçmişteki cılız tepkiler vb. konular, büyütece alınabilir. Bu incelemeleri yaparken, daha çok okunmak isteyen çeşitli yazarların yaptığı gibi, “spor da yazayım” düşüncesiyle hareket etmek, doğru değil; öte yandan, Gezi süreci, Gezi üstüne yazanları spor ve özellikle taraftarlık üstüne yazmak zorunda bırakıyor.
Gezi sürecinin, oyuncular, teknik ekip ve yöneticiler üzerinde oluşturduğu ve oluşturacağı psikolojik baskı, halka hesap vermeyen sporcu kastına (örneğin, karanlık ilişkilere sahip yöneticiler) sporun özüne yani parasal yönünden çok oyunsal yönüne dönmek için bir uyarı işlevi görecek. Çapulcu taraftarların futbolcuların astronomik rakamlar almalarını protesto etmek için tribünleri boykot edeceği günler de gelecek belki de birgün. Belki bu açıdan da, daha başlangıç bu... (UBG/HK)