1970 yazı çok hararetli bir yazdı. 15-16 Haziran, Türkiye tarihinin en büyük işçi eylemine sahne oldu. 21 Temmuz'da Nixon yönetimi, Demirel hükümetinden haşhaş ekiminin yasaklanmasını istedi,
Demirel'in bu talebi reddetmesiyle zaten limoni olan ABD-Türkiye ilişkileri iyice gerildi. 10 Ağustos'ta yüzde 66'lık bir devalüasyon yapıldı; dokuz lira olan dolar 16 liraya fırladı.
Yaz biterken Kara Kuvvetleri komutanlığına Faruk Gürler atandı ve sonbahara Gürler-Batur cuntası söylentileriyle girildi. 21 Kasım'da Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur, ünlü mektubunu Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a verdi. Çeşitli reformlar talep eden bu mektup, 28 Aralık'taki MGK'da bizzat Batur tarafından okundu.
1971'e girildiğinde, dönemin muteber haber dergisi Yankı'nın kapağı Türkiye'nin gündemini özetliyordu: "Ordu kimin yanında?"
Demirel hükümeti diken üstündeydi, ordu ise ikiye bölünmüştü. Bir yanda, radikal talepleri olan genç subaylar, diğer yanda müesses nizamı korumak isteyen Genelkurmay. Gürler-Batur ikilisinin hamlesi merakla bekleniyordu. 22 Şubat'ta Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, MGK'da yaptığı konuşmada, ülkenin sola kaydığını, ordunun da bundan etkilendiğini, bu gidişata dur demek gerektiğini beyan etti.
9 Mart'ta olacağı söylenen "ilerici" darbe üç gün içinde 12 Mart muhtırasına dönüştü, ardından "balyoz harekatı" diye anılan "operasyon" geldi. 12 Mart'ı Tağmaç şöyle değerlendirmişti: "Sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi aştı."
Bu süreci anlamak için hangi kilometre taşından başlamalı? 1970 yazından mı, 1969'un öğrenci olaylarından mı, yoksa 9 Mart girişiminden mi?
1970 yazı, memleket açısından da, devrimci hareket açısından da sanki her şeyin bir ergime noktasına ulaştığı dönemdi. '70 yazını iyi gözlemlediğimizde, daha sonra olanları anlamamız, açıklamamız mümkün olabilir. Ne diyorlar: Kuvveden fiile...
1970 yazının en belirleyici yanı, işçi hareketinin kazandığı momentumdu. Tağmaç, sanayicinin, burjuvazinin görüşlerini Demirel'den daha net ifade ediyordu: "Sosyal gelişme, iktisadi gelişmeyi aştı." Bunun Türkçesi, "toplumsal talepler, kâr oranlarını düşürüyor" demek. Zaten 15-16 Haziran eylemi kâr oranlarının düşmesi eğilimine karşı sermaye refleksinin siyasi bir ifadeye kavuşmasına, yani işçilerin daha düşük ücretlerle, daha uzun zamanlarda çalıştırılmaya zorlanmaya verdikleri ilk yaygın tepkiydi.
Bugüne göre daha özgür olduğunu söyleyebileceğimiz sendikal örgütlenme alanını, işçilerin sermayenin istekleri karşısında çok fazla kıpırdayamayacakları bir çerçeveye daraltma hamlesine bir tepkiydi.
1960'ların başında olsaydı, sermayenin bu talepleri başka türlü halledilebilirdi. Ama 1970'te bu, siyasi bakımdan da nispeten uyanmış bir işçi sınıfına karşı sermayenin savaş açması anlamını taşıyordu.
İşçi hareketinin buna göğüs gerişi, meydan okuyuşu, o zamanın sosyalist hareketinin iki odağı olan Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) ve TİP'e soldan muhalefet eden kesimlerin hayal gücünü aştı. İşçi hareketinin zembereklerinden boşanmışçasına İstanbul ve İzmit sanayi havzası gibi büyük metropolleri iki gün boyunca teslim alması karşısında hiç kimsenin. TİP'in, hatta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) bile bir planı olmadığı anlaşıldı. TİP'e muhalefet edenlerin de bir planı yoktu. Onlar zaten esas olarak Türkiye'de işçi sınıfının nesnel varlığını da tartışmalı buluyordu.
15-16 Haziran sonrasında İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildiğinde Aydınlık dergisinin "ordu tarafsız kalmalıdır" çağrısıyla ortaya çıkması, Dev-Genç içindeki büyük kopuşun da başlangıcı oldu. Çünkü ordunun işçilerle sermaye arasında tarafsızlığına dair bu yaklaşım, bu siyaset tarzı, bu taktik Marx ve Lenin'in devlet hakkındaki öğretisini sindirmiş olan, şimdiki terimle aktivistler, o zamanki terimle militanlar açısından kabul edilebilir değildi.
O günlerde periyodik yayın çıkarmak önemli işlerden biriydi. Bu yayınlar merakla beklenir, işçi mahallelerinde, yoksul semtlerde dağıtılır, okunur, tartışılırdı. Aydınlık ve Kurtuluş, o dönemin bu anlamda en önemli, en etkili yayınlarıydı. Ancak '70 yazında, Orta Ddoğu Teknik Üniversitesine (ODTÜ) gelen Aydınlık ve Kurtuluş kolileri açılmadan bırakıldı ve dağıtılmadı.
Bu ilk kez oluyordu devrimci hareketin tarihinde. Büyük tarih açısından baktığımızda ayrıntı gibi görünen bir ihtilaftı belki ama işçi hareketi karşısında nasıl tavır almak gerektiğine dair esaslı ayrışmalardan birini haber veriyordu.
Bu anlayışa itiraz edenlerin de bir planı yoktu, ama en azından ne yapılmayacağı hakkında bir fikirleri olduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla, o güne kadar varlığı ve yokluğu durmaksızın tartışılan, teorik bir meseleymişçesine görüşülen, tekil bir grev ya da işgal olduğunda hatırlanan işçi hareketi birden bütün hayatı şekillendirmeye başladı. İnsanlar buna göre ayrıştılar, saflaştılar.
Bu, "vay be, madem işçi sınıfı var, o zaman şimdi artık başka şeyler yapmalıyım" diyerek olmadı. Şöyle düşündü insanlar: "Madem ki bu sosyal gerçeklik sermayeyle böyle bir çatışma içinde, politikayı bu tayin ediyor, o zaman artık biz konvansiyonel politikanın dışına çıkıyoruz. Türkiye'yi bir devrimci kriz ya da bir büyük politik kriz bekliyor, buna göre hazırlanmak lâzım." Bu düşünce, '70 yazında öğrenci hareketinin, devrimci hareketin, sosyalist hareketin üzerine çörekleniverdi. Bu anlamda çok büyük bir ayrıştırıcı oldu.
Öte yandan, hükümet düzeyinde de açıkça görüldü ki, sadece yasa değişiklikleriyle başa çıkamayacakları bir güçle karşı karşıyaydılar. Başka tedbirler almaları gerekiyordu. Hakim sınıf ve ordu için de bu yeni bir gündemdi. Çünkü daha önce halkla, toplumla yönetim arasındaki çelişkilerin yönetilebilir olduğu, ortaya çıkabilecek problemlerin seçimler, erken seçimler, hükümet açıklamaları, kampanyalar vs. ile denetlenebilir olduğu varsayılıyordu.
Birdenbire konvansiyonel politikada Türkiye tarihinde görülmeyen kuvvetler ortaya çıkmaya başladı. On sene önce de 27 Mayıs "ihtilâli" olmuş, sokak nümayişleri Türkiye'nin politik gündemine girmişti, ama o başka bir şeydi, "iyi idare - kötü idare" meselesiydi. Bu sefer, başka bir düzen talebiyle sokağa taşan insanlar vardı ve bu kitle soldan da herhangi bir biçimde denetlenemiyordu.
O nedenle rejimin üst katlarından bakıldığında duyulmuş olabilecek ürküntüyü bugün daha iyi anlayabiliyorum. Yepyeni, bilmedikleri türde bir şeydi 15-16 Haziran'da kuvveden fiile çıkan işçi hareketi. Bu gücü denetlemek için ne yapacaklarına dair ellerinde bir kılavuz yoktu, o yüzden daha acil ve daha sert tedbirler almaları gerektiğine dair bir yargıyla hareket ettiklerini söylemek mümkün.
Devletin üst katlarında, ordunun ileri gelenleriyle hükümet arasındaki tartışmalarda, Demirel, ünlü "yollar yürümekle aşınmaz" tezini savunuyordu...
O bir yıl önceki tezdi, 1970'de bunu söylemiyordu artık. 1969'da kendine daha güvenliydi. Adalet Partisi içerden bölünmemişti, meclisteki çoğunluğu zedelenmemişti. O laftan benim anladığım şu: "İktisadi politikalarımı benimseyen bir çoğunluk olduktan sonra, istediğinizi söyleyin, ben memleketi yönetiyorum zaten." Tabii Demirel'in siyasi karşıtları da sokaklara çok meraklı olduklarından değil, bir kriz göstergesi üzerinde çalışmak istedikleri için hükümeti " olaylara seyirci kalmakla eleştiriyordu". Yoksa sokaklara ve sokaklardakilere kulak asmadıkları yaptıkları darbelerden belli...
Yine de, o tartışmalarda Demirel ordu müdahalesinin gerekmediğini, rejimin yasal-anayasal değişikliklerle meseleyi halledilebileceğini savunuyordu.
Demirel'in düşüncesinin bu olduğu apaçık. Bir askeri darbeden nasıl yana olsun ki? Demirel askerin kendisine hizmet etmesini istiyor. Şöyle bakıyor: "Ordu ve polis benim baskı mekanizmalarım, ben bunları yönetebilmeliyim, bunlar dediğim istikamette toplumsal hareketi denetlemeli, bastırmalı.
Çizgiyi aşanları kırmalı ve böylelikle düzen her gün yeniden kurulmalı." Ama kazın ayağı öyle değil. Orduyu denetleyemediği, bundan çok emin olmadığı, buna güvenemediği için, Türkiye'deki bütün hükümetler gibi, esas olarak polise yüklenerek, doğrudan kontrolü altında olan bu mekanizmayı çalıştırarak, işçi hareketini, sosyal muhalefeti baskı altına almayı ve geriletmeyi öngören projeler ortaya koymaya başladı: "Toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasası değişsin, partiler yasası değişsin, ifade özgürlüğü sınırlansın." 1961 anayasasının Türkiye için haddinden fazla bol olduğu fikri aslında Süleyman Demirel'e aitti. Adalet Partisi (AP) kurulduğu günden başlayarak bir anayasa tartışmasıyla birlikte yürüdü, çünkü toplumsal muhalefet atılımlarının yasayla çeliştiği her durumda anayasanın özgürlükleri nispeten daha geniş yorumlayan temel metinlerine yaslanarak mahkemelerden karar üretiyordu. O nedenle de Demirel hükümeti hep şunu diyordu: "Polis yakalıyor, mahkeme bırakıyor, biz ne yapalım? Yasaları değiştirmek lâzım."
'70'ler boyunca, 12 Eylül 1980'e kadar "bu anayasayla memleket yürütülemez" lafı Demirel'in ağzından düşmedi. 12 Eylül anayasasına itiraz ettiğinde de, dönemin Gümrük ve Tekel Bakanı Haydar Özalp ('80 öncesinde AP'li, '80 sonrasında ANAP'lı) "bu anayasaya bir kişi itiraz edemez, o da Demirel'dir" demişti, Demirel'in sık sık "1961 anayasasıyla memleket yönetilemez" deyişini hatırlatarak. Zaten 1980'e gelene kadar, 1961 anayasası epey budanmıştı.
Evet, esas olarak 12 Mart'tan başlayarak budandı. Sonuç olarak, Demirel'in AP hükümetiyle ordu arasındaki gerilimin arkasında, Demirel'in ordunun yetkilerini kısıtlama, orduyu emir-komuta zinciri içinde kendi politik yürüyüşünün bir parçası kılma, özerkliğini kabul etmeme ve umursamama ve böyle bir hayaletle birlikte yaşayamama derdi vardı.
Ordu konumuysa şöyleydi: Özellikle 1970-71 ve sonraki yıllarda Türkiye'nin uluslararası sistem bakımından muhatap alınan en önemli gücü ordu oldu hep. Türkiye sermayesi, Türkiye hükümeti, Türkiye ordusu; ABD ve NATO'nun bu üç güç arasında hesaplarını üzerine dayandırdığı ve sistemin başlıca dayanak noktası olarak gördüğü asıl güç orduydu. O nedenle, iç çelişmeler ne olursa olsun, mesele uluslararası alana taşındığında, Soğuk Savaş ikliminde uluslararası kuvvet ilişkileri açısından, TSK uluslararası kapitalist sistemin asıl önemli dayanağı olarak görüldü.
Çünkü hükümetlerin onay mekanizmaları bir hayli dolambaçlı, karmaşık, zahmetli: Hükümetler bir dizi iktisadi meseleyle yüzleşmek zorunda. Oysa ordu, her zaman şöyle ya da böyle güç kullanarak bu alanlarda ortaya çıkan sorunların üstesinden gelebilir. Bence denklem böyle kuruluyordu.
Türkiye'deki bütün askeri müdahalelerin iç politika açısından siyasi sonuçları farklı farklı olmuş olabilir, ama uluslararası politika açısından baktığımızda '60, '71, '80 ve 28 Şubat '97 darbelerinin hepsi bir uluslararası onay zeminine dayanıyor. Ordunun Demirel'le, Demirel'in orduyla olduğundan daha fazla çelişkisi ya da gerilimi oldu.
35 sene sonra geriye baktığımda gördüğüm bu. Demirel hükümetiyle ordu arasındaki gerilim, kısmen Demirel'in kendi iktisadi politikalarını gerçekleştirebilmek açısından NATO'nun ve ABD'nin çizmiş olduğu çerçevenin dışında da manevralara girişmesiyle ilgili. Ne bu manevralar.
Kalkınma yatırımları için para, kredi, "know how" ve ekipman gerekli. Uluslararası sistem bunu sağlamıyor, Demirel de bunları almak için yeni bir kanal açıyor, Sovyetler Birliği'ne yöneliyor. Sovyetler Birliği'yle NATO ittifakından daha içli dışlı oluyor.
İçeride komünizmle en sert mücadeleyi sürdürürken, her şeyi komünizm olarak adlandırırken, solun hiçbir rengine tahammül gösterilmezken, uluslararası alanda Sovyetler Birliği'nin Ortadoğu'ya yönelik açılımlarına da eşlik edebilecek bir yeni ilişki düzeni kuruluyor.
Dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, 12 Mart muhtırasını yorumlarken bu boyuta çok fazla önem veriyordu. "Bizim altımızı CIA oymuş da haberimiz yokmuş" diyordu. Altını oydu mu, oymadı mı, onu bilmiyorum açıkçası, ama, ABD'nin Demirel hükümetinden vazgeçmesi için epeyce nedeni vardı.
İlki Sovyetler Birliği faktörü, ikincisi Ortadoğu'daki tutum. Türkiye, Filistin meselesinde, Demirel hükümetlerinden başlayarak BM'de ve başka forumlarda şöyle ya da böyle Filistin'in yanında yer aldı. Demirel döneminde Türkiye'nin İsrail hükümetleriyle hiçbir resmi temas olmadı. Üçüncüsü haşhaş ekimi meselesiydi.
Demirel'in ulusal geliri burjuvazi ve köylüler arasında bölüştürmeye dayalı politikası, Amerika'yla bir kutuplaşmaya yol açtı. Haşhaş ekiminin yasaklanması bütün iç Ege havzasının çok önemli bir tarımsal gelir kaynağından mahrum kalması demekti. Halktan oy almayı düşünen hiçbir hükümet buna razı olmazdı. Bu sürecin yönetilmesinde orduyla Demirel arasında kesin bir fark olduğu ortada ve ordu sistemin asıl taşıyıcısı olarak kendisinin görülmesini istedi.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, 12 Mart'ın arifesinde, 22 Şubat 1971'deki MGK toplantısında yaptığı durum değerlendirmesinde şöyle diyor: "Öğrenciler aşırı sola yöneldi, öğretmenler sol sendikalara kaydı. Öyle bir hava var ki memlekette, bundan ordu da etkileniyor. Ordunun içinde de bir hareketlilik var, buna bir çözüm bulmak lâzım." Tağmaç'ın bu sözleri, ordunun ikiye bölündüğünü tescil ediyor. Zaten 12 Mart öncesinde, bir "ilerici" darbe bekleniyor, basında bu yönde haberler, yazılar çıkıyor. Ordu aslında 27 Mayıs'tan beri kaynıyor, iki başarısız darbe girişimi oluyor; ihtilâlin yarım kaldığını düşünenler var, fazla ileri gittiğini düşünenler var. "Ordu müdahalelerinin siyasi sonuçları birbirinden çok farklı olmuştur" demiştiniz. 1961 anayasası, "bugüne kadarki en özgürlükçü anayasa" olarak anılıyor. Bir ordu müdahalesinin "özgürlükçü bir anayasa" doğurması tuhaf bir durum. Bu, 27 Mayıs'ın 12 Mart ve 12 Eylül'den farklı bir karakteri olduğunu düşündürüyor. 27 Mayıs'ın, 12 Mart ve 12 Eylül gibi, bir genelkurmay başkanı ve üç kuvvet komutanının emir-komuta zinciri içinde yaptıkları bir darbe olmadığı biliniyor. Demokrat Parti iktidarının despotizmine karşı giderek yaygınlaşan, yükselen bir toplumsal muhalefet söz konusu. Alt kademedeki subaylar da bu toplumsal muhalefetin etkili güçlerinden biri. Dolayısıyla, 27 Mayıs'ta, 12 Mart ve 12 Eylül'den farklı bir toplumsal tablo var. Siz bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?
Öncelikle şunu saptayalım. '61 anayasası, söylendiği kadar "özgürlükçü" değil. Öte yandan, hep "bize bol olduğu"nun söylenegelmesinin bir nedeni de gerisinde bu "genişliği" anlamlı kılacak bir konsensüsten yoksun olması. Peki, nereden çıktı bu anayasa? Burada bir özerklik meselesi var.
Anayasayı ısmarlayan 27 Mayısçı askerlerin yüzü o dönem "ilmiyeye" dönük. Çünkü meşruiyetinin kaynağını onların onayında görüyor. Onlar da ister istemez Avrupa'daki normları içeri taşıyorlar, kısmi kırılmalarla beraber. özellikle ifade özgürlüğü anlamında Türkiye'nin sosyal, iktisadi ve kültürel gelişmesinin illâ mecbur kılmadığı kadar "özgürlükçü" bir anayasa ortaya çıkıyor. Ama ayrıştırdığımız zaman, bakalım o kadar özgürlükçü mü?
"Kendine tanımlanan alanda söz söyle, ama başka bir şeye karışma" anlamında özgürlükçü olan bu anayasanın iki önemli problemi var.
Birincisi, ilk kez MGK'yi bir anayasal kurum düzeyine yükseltiyor ve orduyu yönetimin ortağı kılıyor. Bu çok önemli bir mesele, Silahlı Kuvvetler çok ayrıcalıklı bir yönetici güç konumu elde ediyor.
İkincisi, meclisi iki kademeye ayırıyor, senato ve millet meclisi olarak. Dolayısıyla, daha az okumuşların kararlarının daha çok okumuşlar tarafından denetlendiği bir parlamenter sistem kuruyor. Halk iradesinin tecellisi açısından hiçbir meşruiyeti olmayan Tanzimat önyargısının yeniden şekillendiği bir süreç bu.
Anayasa Mahkemesi'nin her zaman Türkiye'de dengeleyici olduğunu düşünebiliriz ama, aşırı güçlü bir Anayasa Mahkemesi'nin meclisin kanun yapma yetkisini daha en baştan paylaştığı bir sistem ortaya çıkarttığını da söyleyebiliriz. Aşağıda, kitlesel ölçekte de partilerin gençlik ve kadın örgütlerini kurmalarını engelleyerek aslında toplumsal örgütlenme zeminlerini de son derece dar bir hale getiriyor.
Ama, bardağın dolu kısmına baktığımızda, bir başka toplumsal gücün de etkisi olduğu söylenebilir mi? 27 Mayıs'ın akabinde, sendikacıların öncülüğünde, işçi hareketiyle sosyalist aydınların buluşmasıyla İşçi Partisi diye bir parti kurulabiliyorsa, bu herhalde bir takım anayasal özgürlüklerin tanınmasıyla birdenbire ortaya çıkmış bir şey değil. 27 Mayıs öncesindeki toplumsal muhalefetin unsurlarından biri de altan alta akan bir "emekçi muhalefeti" değilse, 61 anayasasının "dolu" tarafı nasıl mümkün olabildi?
O güçler var, kısmen yeraltında olsalar da, Demokrat Parti'ye karşı hareketi 27 Mayıs sürecinde desteklediler. 27 Mayıs'ın öncesinde, 12 Mart'ta ve daha geniş olarak 12 Eylül'de karşı karşıya gelen kitleler gene aşağı yukarı karşı karşıyaydı. İki sivil güç, Vatan Cephesi ve Güç Birliği, kendini kurmaya başlamıştı.
Hükümet. Sadece DP'lilerle sınırlı olmayan, gayrı-modern, gelenekçi, Asyatik ve varlıklı kesimleri Vatan Cephesi teşkilatları çevresine yığarken. CHP muhalefeti de aydınların ve taşradaki bu gelenekçi muhafazakâr kesimin karşısındaki kesimlerin yığın örgütünü Güç Birliği diye örgütledi.
Çocuktum o zaman, ama radyodan hatırlıyorum. Vatan Cephesi'ne katılanların listesi yayınlanıyordu, isimler okunuyordu. Ulus gazetesi de -CHP'nin yayın organı- Güç Birliği'ne katılanları yazıyordu, radyo iktidarın elinde olduğu için o mecradan yansıtamıyorlardı. Türkiye'de iki kutbu olan bir sosyal çatışma zemini söz konusuydu ve ordu bunların arasında bir hakem rolü oynuyordu, ama esas olarak Güç Birliği'nden yanaydı.
Sonunda 27 Mayıs CHP ve onun etrafındaki sosyal kesimlerin sözcüsü olarak ortaya çıktı, ama içinde birden çok ekip barındırdığını daha sonra gördük. Alparslan Türkeş'in sözcüsü olduğu nasyonal sosyalistler mesela. 27 Mayıs, Cemal Gürsel'i başlarına geçirmelerine rağmen esas olarak ordunun alt kademesinin bir darbesiydi. Buradan ordu çok esaslı bir ders çıkardı. Ordu alt kademesinden gelebilecek her şeye karşı da kendisini kuran yeni bir yapıyla 27 Mayıs'tan çıktı.
Dolayısıyla 1960'tan itibaren ordu sınıf değiştiriyor. OYAK kuruluyor, ordu sermayeyle bütünleşiyor...
Tabii. Çünkü Silahlı Kuvvetler'i bir bütün olarak darbeye doğru taşıyan şey, sadece fikirler, memleket üzerinde söz sahibi olma arzusu falan değildi. Ordu mensuplarının geçim düzeyi de o kadar aşağıya düşmüştü ki, insanlar ayın sonunu getiremiyordu, özellikle de düşük rütbedekiler. Ve hor görülmeye başlanmışlardı.
Ordunun geçmişte edinmiş olduğu sosyal itibar ve sosyal konum yıkılmaya başlayınca, bizzat kendileri için de ayağa kalktılar. O nedenle sistem ve sonraki hükümetler hep orduyu tok ve pek tutmak gerektiği konusunda bir konsensüsü sahiplendi.
Öte yandan, o dönemde ordunun insan kaynakları bakımından halktan olduğunu söyleyebiliriz. İnsanların sonraki dönemlerde çocuklarını İmam Hatip'lere gönderme sebepleri neyse, askeri okullara gönderme sebepleri oydu. Başka türlü okuma ihtimali yoktu çocuklarının. Subaylar çok yoksul kesimlerden geldi uzun süre. Fakat 27 Mayıs sonrasında OYAK etrafında dolaysız bir sermaye bağı kurulunca durum değişti.
Şimdi baktığımızda, askeri okullarda okuyanların yüzde 30'undan fazlası subay çocukları. Öte yandan, üniversiteler gibi bir yarışmaya tabi olduğu için en iyi okullardan gelenler harp okullarına giriyor. Dolayısıyla, yoksul halk bağı epey koptu dersek yanlış olmaz. 27 Mayıs'tan çıkartılan dersler, 12 Mart'ta ve 12 Eylül'de bir kere daha tekrar edildi.
Ama 27 Mayıs'ın radikalliğini sağlayan sebeplerin en önemlisi, ordunun halk kesimlerinden geliyor olmasıydı. Nispeten yoksul halka yakın, dolayısıyla buna tercüman olacak düşünce ve politikalara yakınlık ve böyle bir dile yatkınlık söz konusuydu. Ancak, bunun da kendi içinde nispeten daha sonra sosyal demokrasiye evrilebilecek bir uçla Alparslan Türkeş'de ifadesini bulan ve kökleri çok eskiye, Alman faşizmine kadar dayanan nasyonal sosyalist damara uzanan bir ucun da bulunduğunu ve bu damarın çoğu kez muhalif eğilimleri de nötralize etmekte ve kontrol altına almakta çok işe yaradığını söyleyebiliriz.
Ancak, "işçi hareketi çok güçlüydü, o yüzden 27 Mayıs sola açıktı" diyemeyeceğiz, çünkü 1960-61'de çok güçlü bir işçi hareketi yoktu. Ama '61 anayasası, ifade özgürlüğüne ve demokratik mekanizmalarla donanmaya açıktı.
Öbür taraftan da hükümeti, yürütmeyi engellemeye, pek çok kere bölüştürmeye yönelikti, çünkü daha önce despotizme yönelmiş bir rejime karşı yapılmış bir ihtilâlin anayasasıydı.
Yürütmenin önünü fren mekanizmalarıyla donattı, öte yandan aşağıdan gelenin önünü açmaya ya da kendisini iktidara taşıyan güçlerin devamlılığını sağlamaya çalıştı.
Nitekim bu süreç CHP'nin DP zamanında kaybettiği itibarı yeniden kazanmasıyla sonuçlandı. Üniversiteler çok özgür alanlar haline geldi. 27 Mayıs'tan en fazla faydalanan üniversite oldu. Herkese '60-'70 arasındaki gibi öğrenci olmayı dilerim. (gülüyor) Toplumun en itibarlı insanı öğrenciydi. "Öğrenciye cop kaldıran eller kırılsın!" (gülüyor) Öğrenciyi çok himaye eden bir atmosfer vardı. Bunun da nedeni belli.
27 Mayıs'ı gerçekleştiren gücün sokaktaki ayağı öğrenciydi, sosyal hareket esas olarak üniversiteden kaynaklanıyordu. Üniversite zulüm görüyordu. Dolayısıyla üniversite 60 öncesinde hem militan hem kurban olarak 60 sonrasında bütün avantajları 'edindi.
Tağmaç'ın lafına dönüp '60 bahsini noktalayayım. Üç kesimden söz ediyor Tağmaç: Öğrenci gençlik, öğretmenler ve genç subaylar. Öğretmenler bağlamında bir de "sendika"nın bahsi geçiyor. Tağmaç dile getirmese de, işçi hareketi etkisini hissettiriyor. 27 Mayıs'taki toplumsal muhalefetin öncülleri de aşağı yukarı böyle bir tablo.
Bu gözlem doğru, ama belki bu kadar geriye projeksiyon yapılamayabilir. 1960'la '70 arası çok çabuk geçti. 1970'de gördüğünüz güçlerin bazıları 1960'da yoktu. Örneğin 1960'la '70 arasında çok hızlı bir işçileşme oldu.
Demirel'in sermayenin has adamı olması, ithal ikameci kalkınma politikasının 1962'den başlayarak DPT'yi devreye sokmasıyla, kaynak tahsisini yeniden düzenlemesiyle birlikte sermaye, özellikle sanayicilik Türkiye'de çok büyük kârlar elde etti.
Büyük sermayenin tapon malları çok yüksek gümrük duvarlarıyla korundu, iç piyasada çok büyük bir gelişme sağlandı ve bu sürekli yatırıma dönüştü. 1960'la 1970 arasında, on yılda işçi sayısının ikiye katlandığını söylemek mümkün.
Bu, 1960'dan bakınca görünmeyen bir şey. Türk-İş de 1952'de kuruldu. Türk-İş daha yeni yeni örgütlenirken, birden yeni sendikaların da kapısı açılmış oldu. Sermaye açısından Demirel'in işçi hareketine uyguladığı engellemeler, sermayenin önünü açması, onu hakim sınıfların baştacı etti.
Tağmaç'ın ordunun alt kademesiyle ilgili bütün kaygıları, kuşkuları doğru, bunu kendi pratiğimizden biliyoruz. Yaklaşık 100 kadar Hava Harp Okulu öğrencisi, teğmen ve üsteğmenle birlikte yargılandım. Onlar bizim THKP-C'nin fikirlerine bağlanmış askerlerdi. Bizim sivillerin çoğundan daha devrimci, daha Marksist, daha tutarlı, daha adanmış insanlardı ve bunların aklından geçen halk devriminden başka hiçbir şey değildi.
Ordu aracılığıyla bir şey yapmak ya da ordu imkânlarını devrim için kullanmak fikriyle değil, basbayağı bir halk devrimi fikriyle siyasete katılmış insanlardı. Ordu üst kademesiyle alt kademeler arasındaki köprüler, yaşam tarzından imtiyazlara kadar birbirinden kopmuş, ayrışmıştı.
Dolayısıyla, Silahlı Kuvvetler'in üst kademesinin adımlarıyla Türkiye'de bir dönüşüm olamayacağına en az inanan bu genç subaylardı. Öğrenciler, aydınlar arasında ordu üzerine hâlâ fanteziler olmasına karşılık, o genç subayların orduya son derece serinkanlı ve çok mesafeli yaklaştıklarını, orduya herhangi bir dönüştürücü güç vehmetmediklerini çok yakından görme imkânı buldum.
Bunu gözleyen ve istihbar eden bir Genelkurmay'ın ürkmesi için çok sebep var tabii. Birkaç subayı ihraç edebilirsin, ama bütün bir Harp Okulu'nu, teğmen rütbesindeki bütün subayları nasıl ihraç edebilirsin? O nedenle, konvansiyonel olmayan bir yol bulunması gerekiyordu.
İkincisi, sadece küçük rütbeli subaylar değil, ordunun proletaryası astsubaylar da kıpırdanıyordu. Sokağa en önce çıkanlar astsubaylar ve eşleriydi. 1969 ya da '70 yazında astsubay aileleri, kadınlar ve çocuklar haklarının verilmediği gerekçesiyle yürüyüşler yaptılar.
Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, "karılarınızın arkasına saklanmayın" diye astsubaylarına meydan okudu. Onlar daha çok ekonomik, daha işçiler gibi talepler dile getiriyorlardı. Ama Silahlı Kuvvetler'in subay alt kademesi soldaysa, astsubaylar solda değildi. Bu açıdan da işçilere daha çok benziyorlar zaten. İşçiler de hem sağda durup hem de ekonomik taleplerini büyük bir kuvvetle dile getirebiliyorlar. O nedenle altına baktığı zaman üst kademenin ürküntü duyduğu söylenebilir.
Hatta bununla ilgili şöyle bir anekdot anlatılır: Memduh Tağmaç, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a "altımızı tutamıyoruz" demiş. Sunay da, "komutan odur ki, altını tutar" diye cevap vermiş. Dolayısıyla bir alt tutma meselesi var. (gülüyor)
İnönü de önce karşı çıkıyor 12 Mart'a, fakat Sunay ve Tağmaç müdahaleyi ordudaki radikalleri temizlemek için yaptıklarını söyleyerek ikna ediyorlar CHP liderini. Ordudaki "radikalleri temizlemek", rejimin en önde gelen meselesi galiba...
Bir ülkede ordu çok önemli bir role sahipse, ordunun entelektüel çekirdeğini meydana getiren kesimlerinin gerek komuta kademesi, gerek hükümet, gerekse cumhurbaşkanından farklı bir istikamete yönelmiş olması, rejim için çok büyük bir risktir.
9 Mart'ta gerçekleşemeyen radikal atılım meselesinin gerisinde bu var. En soldakilerin THKP-C'li olduğu alt kademe hareketi, esas olarak tuğgeneraller, tümgeneraller düzeyinde bir entelektüel liderliğe sahipti. Bunların hepsi de Doğan Avcıoğlu'nun fikirleriyle donanmış, Latin Amerika'daki Peronculuğa, Ortadoğu'da Baascılığa benzetebilecek bir formasyona sahipti. Türkiye'yi kurtarmak gibi bir misyonları olduğunu da düşündükleri için örgütlenmede ve iktidar planlarında çok ileri gittiler.
Kritik tarih 9 Mart. 9 Mart'ta iktidara el koyacaklar, ayaklanacaklar ve fakat tabii ki devrimci olmadıkları için, sadece cuntacı oldukları için topluma, halka, kendi astlarına güvenmedikleri için, devleti yıkıp yeni bir devlet kurmak değil, devleti kendi doğrularını uygulamaya koymak üzere kullanmayı hedefledikleri için, devleti en az sarsacak yolu seçmek istiyorlar. Komutanlarına taşıyorlar meseleyi. Kaldı ki, komutanları da başından beri kendilerine zaten onlar gibi düşündüklerini ihsas etmişlerdir. Gürler'in Kara Kuvvetleri komutanı, Batur'un Hava Kuvvetleri komutanı olmasından başlayarak, öğrenci halimizle duyardık, Devrim ve Yön gazetelerinde okurduk, Silahlı Kuvvetler'de Avcıoğlu'nun "Türkiye'nin Düzeni" okunuyor, tartışılıyor.
Nitekim bunları haklı gösteren pek çok şeyi daha sonra sıkıyönetim mahkemelerinde gördük. Ancak bunların hiçbirisi sokaktaki halkla, işçiyle, yani 15-16 Haziran'da gördükleri insanlarla birlikte iktidara yürümeye ve bugün Chavez'in yaptığını yapacak ne donanıma, ne cesarete, ne de geleneğe sahipler. O nedenle işi üstlerine taşıdıkları andan itibaren komutanların hepsini şöyle bir ürküntü sardı: "Ya peki sonunda Mısır'daki gibi olursa? Bunlar bizi ezer geçerlerse..." O nedenle karşılarındakilere taşıdılar meseleyi.
Ben şöyle formüle ediyorum bu alışverişi: Tağmaç Demirel'den, Muhsin Batur ve Faruk Gürler de radikallerden vazgeçip anlaştılar. O ortak söz, her iki tarafın da karşılıklı olarak inkâr ettiği 12 Mart muhtırası çıktı. Bir anlaşma belgesi o muhtıra. Herkes radikallerini temizleyecek, fakat reform yapacağız. Tabii uzun soluklu olmayan bir mütarekeydi bu.
Gürler ve Batur kendilerini o noktaya taşıyanları bizzat tasfiye ettiler. Tağmaç da onları tasfiye etti...
Birlikte sürüklendiler. Ama, komuta kademesinin kendi içine gelince mesele, altı kalmayınca zaten gerisi MGK rutini. Batur ve Gürler sadece devrimcileri değil, aynı zamanda Celil Gürkan'dan başlayarak radikallerin önde gelenlerini saf dışı ettiler.
Bu ara kademe, yani esas bağlantı kayışları kopartıldıktan sonra, Gürler ve Batur'un hiçbir siyasi güçleri kalmadı. Ondan sonra sıkıyönetim dönemi boyunca aralarındaki bütün mücadele birbirlerine karşı koz toplama mücadelesiydi.
Bizim davada yargılanan yüzbaşıların sorguda, "Bizi Muhsin Batur örgütledi" demeleri için günlerce işkence gördüklerini biliyorum. Çünkü, Faik Türün bu kozu eline alırsa işi kökten bitirecekti. Hep anlatılırdı, Faik Türün Ziverbey sorguları bittikten sonra dosyaları alıp MGK toplantısına gidiyor ve Muhsin Batur'la Faruk Gürler'in tutuklanmasını istediğini söylüyor.
Bunlar ne kadar şehir efsanesidir, ne kadar değildir, bilmem ama, bu süreçten Demirel'in tuttuğu paşanın, Memduh Tağmaç tarafının kârlı çıktığı apaçık ortada. Gürler'in cumhurbaşkanlığı denemesi de akamete uğradıktan sonra bu cereyan, radikal "milli devrimci" damar kurudu, dönüştürüldü. Böyle bir şey kalmadı.
12 Mart aynı zamanda ordu için de bir dönüm noktası. 27 Mayıs'ta bozulan emir-komuta zinciri, etkisini 12 Mart'a kadar sürdürüyor, '60'ların ortasında iki darbe girişimi oluyor. 12 Mart'ta ordunun üst kademesi radikal arayışlardaki alt kademede büyük bir temizlik yapıyor ve Silahlı Kuvvetler'i, katışıksız bir şekilde düzenin silahlı kuvvetleri haline getiriyor...
12 Mart, Silahlı Kuvvetler'in bir modern burjuva ordusu haline gelişinde çok önemli bir viraj. "Modern" ve "burjuva"yı pejoratif anlamda kullanıyorum. Amerikan ordusuna daha çok benzedi, bugün daha da çok benziyor. Amerikan ordusu rutinlerinin işleyişine daha çok girdiği, yaşama kalıplarının onlarınkine benzediği bir dönüşüm söz konusu.
İktisadi rejim kapitalizm olduğu zaman bunlar kaçınılmaz şeyler, ama istisnaları var sadece Türkiye'de değil her yerde olabiliyor. Bununla ilgili bir anekdot anlatayım, aklıma geldikçe gülüyorum.
1996'da, İstanbul'da Habitat II toplantısı zamanındaydı, o zaman çalıştığımız üçüncü dünya haber ajansı IPS'nin dünyanın her yerinden gelmiş muhabirleriyle buluştuk Venezüellalı bir muhabir vardı, Douglas Bravo'nun (Venezüela Devrim Partisi'nin efsanevi gerillası) ne yaptığını sordum. "Sen nereden biliyorsun" dedi.
Anlaşıldı ki, herkes solcu. Konuşmaya başladık dereden tepeden. Sonunda laf Chavez'e geldi. Venezüelalı muhabir dedi ki: "Bizim IPS'ye göre askeri darbeler ilke olarak anti-demokratiktir. Dolayısıyla askeri darbeleri özel bir ilgiyle izlemiyoruz. Dünyanın her yerinde bu böyle olabilir, ama Venezüela'da böyle değil, orada devrimci bir darbe olacak." (gülüyor)
Sonunda az çok onun dediği gibi oldu. Daha doğrusu, ikisinin ortası bir şey oldu. Şunu demek istiyorum: Evet, ordu burjuva egemenliğinin bir aygıtıdır, ama her bir ordunun kendine göre özgünlükleri, bunların içinde tarihsel, kültürel bir sürü başka dinamik çalışabilir ve başka bir sürü şey olur. Hiçbir şey o kadar otomatik gerçekleşmiyor. Ama Türkiye'de ordu kasıtlı ve bilinçli olarak kazındı. Çok özel olarak Silahlı Kuvvetler üzerinde çalışıldı. Bugün asıl "modern muhafazakâr" olan, AKP'den ziyade, ordunun kendisidir. Böyle olmayabilir miydi? Belki, ama oldu.
12 Mart'tan evvel bu konuya kafa yormadan siyaset yapmış olduğunu söyleyenlerin ya hiç siyaset yapmadıklarını ya da iktidar diye bir şey hakkında hiç düşünmediklerini söyleyebilirim. Çünkü sermaye burada plan yaparken, solun, ezilenlerin bir planı olmamasını akıl dışı buluyorum.
Dolayısıyla, darbecilikten kaçarak siyaset yapmak değil, onunla rekabet etmek önemliydi. O zaman, siyaseten çocuk sayılabilecek aklımıza bunu uydurduk. Bu çalışmamızın karşılığını da gördük. Keşke bu tavrı daha iyi yönetebilseydik, o başka. Ama 8-9 Mart'a da, 12 Mart'a da karşı bir planımız vardı. Politika yapmaya, kuvvet toplamaya ya da büyük darbeden kaçınmaya ve bu hareketin gelişmesini izlemeye çalıştık.
Fakat şimdi artık, daha yekpare her şey. Ezilenler açısından geçmişte olduğu kadar manevra alanı bırakmamaya çalıştı rejim. Türkiye, o açıdan, bir seferde bütün her şeyin açıklanıp halledilemeyeceği, militarizm işte deyip geçilemeyecek kadar karmaşıktır.
12 Mart'a gidişin başlıca kilometre taşlarından biri olan Muhsin Batur'un ünlü mektubuna Demirel'in tepkisi manidar. O mektubu, genelkurmay başkanını ve başbakanı atlayarak cumhurbaşkanına vermesini "hiyerarşiyi bozuyor" diye eleştiriyor ve mealen şöyle diyor: "Madem siyasi gidişattan memnun değil, madem bir takım reform projeleri var, yapacağı iş askeri elbiseyi çıkarıp bir partiye girmek." Chavez tam da öyle yapıyor, başarısız darbe girişiminden sonra parti kurup siyasete giriyor...
Aralarındaki en büyük fark bu. Türkiye'dekiler üzerlerinden elbise çıktığı zaman hiçbir şeydirler ya da banka yönetim kurulunda üyedirler. Türkiye'de ya da başka yerde hiç kimseye şöyle bakmamalı: "Üzerinde resmi elbise var, o halde..."
O resmi elbisenin altında bir hayat var. O hayata giden yolları, onu dönüştürebilecek yolları biliyorsan, buluyorsan, zaten iş yapabiliyorsun. Yapmıyorsan, geçmiş olsun. Lenin hiçbir devrim şöyle olmamıştır diyor: "Şu tarafa karşı-devrim ordusu, bu tarafa da devrim ordusu dizilmiş, düelloyu kazanan davayı da kazanmıştır."
Böyle olmuyor, her şey içiçe geçiyor. Türkiye'nin modern güçlerinin göreli olarak daha eşitsiz geliştiği bir dönemde Silahlı Kuvvetler kaçınılmaz olarak tartışmanın merkezinde ve odağındaydı. Çünkü politik güçler toplumdan alamadığı gücü kısmen oradan devralabilirdi. Devrimci hayaller için de, karşı-devrimci projeler için de böyleydi. Çünkü toplumu işin içine karıştırmama geleneğinden geliyordu herkes. Siyaset, elitler tarafından yapılan bir şeydi. 12 Mart'la 12 Eylül arasında kırıldı bu.
1970'leri bizim dönemden daha kıymetli bulmamın sebebi budur: Laf ayağa düşmüştür. Zaten hep bunun için uğraşmadık mı? 12 Mart'ta ayağa düşürememiştik. Lafı ordunun ayak takımına kadar düşürebilmiştik, ama asıl 12 Mart'tan sonra Tağmaç'ın korktuğu oldu. Genç öğretmenler taşraya yayıldılar ve herkese devrimin iyi bir şey olduğunu anlattılar. Bunu solda herhangi bir kimse planlamış mıydı? Kendiliğinden oldu böyle.
O nedenle, lafı ayağa düşürmedikten sonra, oraya dayanmadıktan sonra, "halaskâr zabitan"ın en halaskarının çıkışının da bir mânâsı olmayacaktı besbelli ki. Ordu içerisindeki daha devrimci, sosyalist güçlere yanaşanlar, kendi güçlerini halkınkine aktarabilmeyi umdular. Fakat çok hızlı tasfiye edildiler. Netice olarak 12 Eylül'de de son temizliği yaptıklarını sanıyorum, çünkü 12 Eylül öncesinde de sol hareket, orduya da, polise de nüfuz etti şu ya da bu şekilde. Harp okullarında birkaç sınıfın topyekûn okuldan atıldığını biliyoruz.
Rejim, ordudaki sol cereyandan, işçi hareketindeki sol cereyandan korktuğu kadar korkar. Ama işçi hareketinden çok daha fazla korkar, çünkü nasıl denetleneceği bilinmemektedir. Burjuvazi bugün bir darbeye bu kadar kolay destek vermeyebilir, dünyadaki dengeler çok değişti. Gerçi sebepleri, koşulları oluştuğunda ne yapacaklarını da şimdiden bilemeyiz.
Bugün zarif müzeler açan, Picasso'yu getiren, yeni yeni üniversiteler kuran, başına eski solcuları getirenlerin birinci kuşağının darbeleri nasıl vahşice desteklediklerini, nasıl vahşice sendika hareketini çökertmek için polisle özel anlaşmalar yaptığını gözüyle görmüş biri olarak bu deri değiştirmeyi iğrentiyle izliyorum. O zaman ordunun bütün muhafazakâr atılımlarının yanında çok radikal bir tavırla yer almışlardı.
12 Mart'ta toplumda bunlara karşı koyabilecek örgütlü kuvvet olarak bir tek devrimci hareket vardı, o da kısmen ordunun "devrimci bir güç" olduğu fikriyle zehirlenmiş durumdaydı. Öte yandan, şunu da söylemek mümkün: O dönemde dile getirdiğimiz analize verilebilecek toplumsal destek sandığımızdan, tahayyülümüzden çok daha genişmiş ki, sol 12 Mart'tan çok kısa bir süre sonra bir daha göremeyeceği kadar büyük bir kitleselliği çok büyük bir hızla kazandı.
Laf 12 Mart'tan sonra ayağa düştü dediniz, o laf bugün nerede?
Laf havada. (gülüyor) 12 Eylül'den sonra bir kopuş oldu. Küreselleşme dediğimiz hikâye bütün gidişatı başka bir şekle büründürdü. Belki de o yüzden patinaj yapılıyor. Şu basit örneği söylesem -halktan değil de sermayeden vereceğim örneği: Adam diyor ki, "burada kâr edemiyoruz; biz de toplanıyoruz, fabrikaları Romanya'ya götürüyoruz." Bu, endüstrileşme sürecinde Türkiye'de önceden bilinen bir denklem değil.
Türkiye sermayesi sıkıştığı zaman darbe yapar, karşı-devrim yapar, iç piyasayla sınırlıdır, dolayısıyla davranışları bunun tarafından belirlenirdi. Ama şimdi diyor ki, "hayır, Çin'e götürüyorum yatırımlarımı", "Türkiye'de yatırım çok pahalı, Rusya'da çalışıyoruz"... Bu bambaşka bir hikâye. Bu hikâyeye itiraz da başka türlü kurulacak. O yüzden "söz nerede" diye soruyoruz. Söz, belki de dilimizin ucunda. (gülüyor)
'60-'70 arasına dönelim: O dönemde öğrenciliğin çok güzel olduğunu söylediniz. Zihnen-fikren nasıl bir durumdaydınız üniversiteye başladığınızda?
Zihin açıklığı vardı bende. (gülüyor) Benim fikri hayatım hızlı gelişti. Arkadaşlarımın birçoğunun annesi, babası CHP'liydi, CHP'nin iktidara muhalif söyleminden şöyle ya da böyle etkilenmiş, dolayısıyla diğer muhalif söylemlerle çabuk örtüşen insanlardı. Oysa benim babam AP'li, DP'liydi.
Ilımlı geçişler değil de, çok hızlı kopuşlar oldu hayatımda. Daha total değişiklikler aradım kendimce. Varoluşçuluk ilgimi çekti lisede. Üniversiteye geldiğimde biraz kafası karışık bir çocuktum. Bir felsefem olup olmaması konusunda da kararsızdım. "Niye hayatta bir felsefem olması gerekiyor, belki de olmaması gerek" falan diye düşünüyorum. Sonra arkadaş çevresi, şu bu, topluca "olabilecek en radikal yerde karar kılalım" dedik: "Devrimci olalım, Che Guevara'nın yolundan gidelim." Bizim fikir kulübünün "babaları" arasında -ODTÜ'de- pek sevilmezdi Guevaracılar başta. "Başımıza silahlı işler çıkartmayın" derlerdi. 1968'den beri hep sosyalistim.
Marx'la tanışmanız nasıl oldu?
Marx'la tanışmam güzeldi. (gülüyor). Sosyalist fikir kulübüne yazılmadan evvel oldu. İzmit Lisesi'ni bitirdim, İzmit'te TİP'ten arkadaşlarım vardı, işçi çocuklarına ders vermeye gidiyordum, ama öyle bir angajman içinde görmüyordum kendimi. ODTÜ'ye mimari okumaya geldim. Birinci sınıf geçti, yazın stajı da yaptık...
Okumaya, edebiyata meraklıydım. O sene "Marx şudur, budur" diye çok konuşuluyordu. Ben sadece "sosyalizmi okumam ve anlamam lâzım" diye düşünüyordum. Erdal Öz'ün kitapçı dükkânı vardı, orada sarı kapaklı, üzerinde siyah "Sosyalizm" yazılı bir kitap, Bertrand Russell'ın Marx eleştirisi". Tamam dedim, buradan başlayayım, Russell sonuçta büyük filozof. Fakat çok hayrete düştüm, "koca filozof bu kadar cahil olamaz"...
Şu laf artık beni çıldırttı: "Marx diyor ki, 'tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir.' Peki, komünizmle sınıflar ortadan kalkacağına göre, tarih de son bulmuş mu olacaktır?" Böyle diyor Russell. Ha ha ha. Sonra da dalga geçiyor. Beni bile kandıramadı yani. "O zaman ben bu Marx'ı okuyayım" dedim. Kendimce okumaya çalıştım, ama disiplinli bir şekilde okumam 1968'den sonra oldu.
Katıldığınız ilk eylem neydi?
1968 sonbaharıydı. Ondan önce ODTÜ'de fazla eylem olmazdı. Hatta insanlar ODTÜ'lüleri biraz hor görürdü eylem yapmadıkları için. Bizim fakültede ilk ders boykotu 1968 sonbaharında oldu. Dersleri beğenmiyorduk. (gülüyor)
Hakikaten dersleri beğenmediğiniz için miydi o eylem, yoksa genel anlamda muhalefetin bir sonucu muydu?
Tabii ki genel bir muhalefetin sonucuydu. O yaz İstanbul Üniversitesi işgali olmuş, yer yerinden oynamıştı. Bu da her şeyi etkiledi. Ancak bizim okulda bir kulp bulunamıyordu bir türlü. İstanbul Üniversitesi'nde ağalık sistemi, kemikleşmiş despotizm, usta-çırak düzeni hüküm sürüyordu.
ODTÜ'deyse reforma uğramış bir eğitim vardı, Amerikan sisteminde en son ne varsa ona göre kurgulanarak anahtar teslim yapılmıştı. Müfredatı, hoca-talebe ilişkisi...
Hiç despotik olmayan bir okuldu. O sıralar kendini daha felsefi anlamda "anarşist" gören bir arkadaşımız, şöyle bir formülasyonla geldi: "Böyle iyi de, derslerin nasıl yapılacağını bize kimse sormuyor. Niçin dahil değiliz sürece? Neden biz yönetemiyoruz, neden burada yöneten bir sınıf var? Bu eğitimin sosyal yararı ne?" Çok daha varoluşsal, temel sorular ortaya atınca, bu okulda karşılık buldu.
Bunun üzerine yönetime katılmak için boykotu başlattık. Kazandık da sonunda. Yönetime katılma hakkını gayrıresmi olarak elde ettik. Fakülte kurullarına her konuda hiç değilse temsilcilerce katılıyorduk. Bir türlü "fifti fifti" olmadı o, ama öyle bir yerden başladım. Bu yaklaşımın bana daha sonra hep yol gösterdiğini düşünüyorum. Bu öyle hayırlı bir başlangıç ki, buradan başlayınca aristokratik bir yere doğru gitme ihtimalin azalıyor. Daha esaslı bir yaklaşım doğuyor. Kişisel hikâyem açısından böyle...
Kişisel hikâyenizde sizi derinden etkileyen, dönüştüren edebiyat eserleri var mıydı?
Edebiyat kafamı hiç değiştirmedi, ben daha çok felsefe ve ekonomi kitaplarından etkilendim. Edebiyatın duyarlılıklarımı kamçıladığını söyleyebilirim. Orhan Veli ve Sait Faik'e daha küçükten beri meraklı oluşum, ezilenden, mazlumdan, insandan küçük insandan yana bir yere doğru geçmemi tetikledi. Kahramanlık edebiyatına hiç meraklı olmadım, küçük insanların öykülerini, çok küçük ayrıntılarda büyük meseleler yakalayan yazarları sevdim. En çok haz alarak okuduğum o zamanlar Panait İstrati'ydi. Büyüdükçe, tabii Yaşar Kemal, Nâzım Hikmet... Onları okumadan olmaz zaten. Faulkner'ı çok severim, Yaşar Kemal'e Faulkner'la beraber baktığımda bütün dünyayı anlatır gibi gelir.
O zamanlar çıkmasını iple çektiğiniz kitaplar, dergiler nelerdi?
Ben sinemaya meraklıydım. Sinema kitapları çıksın, Yeni Sinema dergisi çıksın diye, Yeni Dergi çıksın diye çok beklerdim. Yeni Dergi'de çok sinema yazısı olurdu. Daha kendi meraklarımın peşinden giderdim.
4 Mart'ta THKO dört Amerikalıyı kaçırıyor, 5 Mart'ta "rehinelerin ODTÜ yurtlarında olma ihtimali"nden hareketle Jandarma ODTÜ'yü kuşatıyor, iki kişinin ölümüyle, onlarca yaralıyla sonuçlanan bir çatışma yaşanıyor. 5 Mart'ta siz de orada mıydınız?
Ben gece yarısı ayrıldım, "müstahkem mevkileri" kontrol ettikten sonra çıktım. Saldırılacağı tahmin ediliyordu, fakat silahlı bir çatışmayı öngörmemiştik. Silahlı çatışma, tasavvurumuzun içinde değildi. Esas olarak okulun yurtlar bölgesini kuşattılar ve "boşaltın" dediler. Onların istihbaratına göre içeride çok silah vardı. Oysa o kadar silah olmadığı belliydi. Olsaydı çıkardı zaten, ama onlar böyle bir kurguya göre geliyorlar.
ODTÜ, jandarma bölgesine giren bir yerdi, polisin o kadar silah kullanması kolay değil. Elinde de yok zaten, ama jandarmanın en küçük silahı tüfek olduğu için her hareketleri zaten sert. Bizi ezmeye gelmişlerdi, orayı tartışmasız terk etmemek istiyorduk, mukavemet gösterebilmekti taktiğimiz, pasif mukavemet... "Tamam, gelin bizi alın" demek de o kadar kolay kabul edilebilecek bir şey değildi. İlk ateşi kimin açtığından emin değilim, ama içeriden ateşle mukabele edilmese, belki o ölümler olmayacaktı.
Bu direnişin sembolik bir anlamı vardı, ama silahlı direniş bizim öngörmediğimiz ve denetlemediğimiz bir şeydi. ODTÜ o zaman rejim tarafından ele geçirilmesi gereken bir kale gibi görülüyordu. Asayiş açısından onların kendilerini haklı gösterebilecekleri "ODTÜ bir gerilla üssü oldu" kabilinden bir mesele de söz konusuydu. O yüzden de çok sert ve uzlaşmaz davrandılar.
12 Mart ilan edildiğinde ilk tepkiniz ne olmuştu? Muhtıra öğle haberlerinde radyodan duyurulduğunda neredeydiniz?
O zaman Mülkiye kantiniydi bizim karargâh. Dışardan dönüyordum. Tam kapıdan girerken "muhtıra verildi" dedi birisi. Bilgileri ikinci haber bülteninde topladık. Tam olarak ne yapabileceğimizi, nasıl bir tavır takınmamız gerekeceğini bilemedik ilk başta. Danıştığımız insanlar da - Mahir (Çayan), Yusuf (Küpeli)- Ankara'da değillerdi. O akşam bir toplantı oldu; bugünkü Emek Platformu'na benzer bir oluşum vardı. İnşaat Mühendisleri Odası'nda darbeye karşı alınacak tavrın konuşulması için düzenlenen o toplantıda analizimiz daha netleşmeden bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. TÖS, DİSK gibi güçlü kuruluşlar vardı, onlar "muhtıra, talepleri bakımından ilericidir, toprak reformu istiyor" filan diye bastırıyorlardı.
Bizim Kazım (Özüdoğru) da "bu muhtıra faşistlerle bizi kardeş ilan ediyor, kardeş savaşıymış! Kardeş savaşı yok, bu sınıf çatışması..." diyordu. Biz, Dev-Genç olarak "hemen bir açıklama yapmak zorunda değiliz" pozisyonundayız, onlar ısrarla bir açıklama çıkmasını istiyorlar. Belli ki 8-9 Martçıların uzantıları var aralarında.
Sonuçta bizim de itirazlarımız olunca, şöyle bir orta yol bulundu gibi oldu. "Reform yaparlarsa destekleriz, yapmazlarsa karşı çıkarız." Bize, "oldu mu?" diye sordular, Kazım -bizim genel sekreter o zaman- dedi ki, "olmadı". (gülüyor)
Ben açıkçası şöyle bir tedirginliğe kapıldım: Neredeyse iki aydır dayak yiyoruz ve bu demokratik güçlerden de koparsak asla karşılayamayacağız bu saldırıyı, iyot gibi açıkta kalacağız. O yüzden dedim ki, "biz buna evet diyelim". Sonra da ortak açıklama çıktı, fakat ortak açıklama, ilk takdim ediliş şekline kıyasla bizim istediğimize yakındı.
Ama Cumhuriyet gazetesi bunu "devrimci kuruluşlar muhtırayı destekliyor" diye bastı. (gülüyor) En çok itiraz eden biziz, ama sonuçta laf "Dev-Genç muhtırayı desteklemiştir" diye çıkıyor. "TÖS desteklemiştir, DİSK desteklemiştir" demiyor kimse. Biz besbelli desteklemedik, ama açıkça "bu bir darbedir, ABD generaller aracılığıyla Türkiye'ye müdahale etmiştir, bu sermaye yanında bir müdahaledir" demediğin zaman her şey başka türlü anlaşılabilir.
Kendi açıklamamızı yani DEV-GENÇ açıklamasını bir gün sonra yaptık. Zaten o günlerde de işin rengi daha netleşti. Ortada herhangi bir reform mevzuu olmadığı anlaşıldı. Aslında ondan sonra da öğrenci hareketi çok büyük bir hızla daralıverdi. Kitle bizden evvel başına gelecekleri anladı ve öğrenci hareketi çok irtifa kaybetti. Sonra da sıkıyönetim geldi 26 Nisan'da.(YG/AD)