Tonlarca levrek çıkarılan Victoria gölünün kıyısında açlıkla boğuşan insanların payına düşen, balık sanayiinin artıkları sadece. Ve o balık sanayii ki, geleneksel tarımı ve balıkçılığı yok etmekle kalmamış, levrek dışındaki balık türlerini bitirmiş. Zira o levrek, bildiğimiz levrek değil, etobur "lates niloticus", diğer balık türlerinin amansız düşmanı.
Victoria gölünün doğal sakini değil, üretim amacıyla getirilip "bırakılmış". En az elli kilo çekiyor, kârlı mı kârlı. Kargo uçakları haftada ortalama 400 ton levreği Avrupa ülkelerine taşıyor.
Bu sanayi Tanzanya'yı zenginleştirmiyor, aksine, alabildiğine yoksullaştırıyor. Dahası var: 200 balık türünü yok etmesi bir yana, Victoria gölü için de ölümcül bir tehdit...
Bütün bunlar, Avusturyalı belgesel sinemacı Hubert Sauper 'in birçok festivalde ödüllendirilen "Darwin'in Kâbusu" adlı filminde ayrıntılarıyla anlatılıyor, seyredenleri allak bullak ediyor.
Sauper'in deyişiyle, "yeni dünya düzeninin ironik ve dehşet verici alegorisi" olan "Darwin'in Kâbusu", Afrika'nın nasıl yağmalandığına, muazzam bir zenginliğin nasıl ve niçin eşi görülmemiş bir sefalete, yıkıma dönüştüğüne ayna tutuyor.
Çeşitli söyleşilerinden yaptığımız derlemeyle Sauper'in tanıklığını dikkatlerinize sunuyoruz...
Sizi Afrika'ya, özellikle de Büyük Göller Bölgesi'ne yönelten ne oldu?
1997'de Kongo'nun doğusunda bir belgesel çekiyordum, Ruandalı sığınmacıları anlatan "Kisangani Günlüğü"nü ("Kisangani Diary"). İçsavaşlardan, açlıktan, salgın hastalıklardan kırılan bu bölgedeki gerçek sorunsalın ne olduğunu o sıralarda farkettim. Ruandalı sığınmacıların gıda ihtiyaçlarını Birleşmiş Milletler karşılıyordu.
Gıda maddelerini getiren uçaklar, eski SSCB'den kalma kargo jetleriydi. Afganistan işgalinde kullanılmışlardı, delik deşik pistlere bile inebiliyorlardı. Adeta Afrika için yapılmışlardı. Bu uçakların mürettebatıyla ahbap olmuştum. Genellikle ya Rus ya Ukraynalıydılar. Aramızda
gelişen dostluk sayesinde, bu uçakların "gelişmiş" ülkelerden sadece gıda maddesi değil, silah da getirdiğini öğrendim. Kulaklarıma inanamamıştım.
Pilotlardan biri dalga geçmişti benimle: "Orta Afrika'daki savaşlarda kullanılan silahların Air France ya da Lufthansa'yla taşındığını sanmıyordun herhalde!". Bu uçaklar, gündüzleri sığınmacıların karnını doyuran nohutları, geceleri de onları öldüren bombaları taşıyordu. Bu benim için dehşet verici bir "ayrıntıydı". Sonra, Tanzanya'ya, Victoria gölünün kıyısında küçük bir şehir olan Mwanza'ya gittim.
Mwanza, silah kaçakçılığının başlıca üslerinden biri. Aynı zamanda bir başka ticaretin, Tanzanya'dan AB ülkelerine giden balık filetosu ticaretinin de merkezi. Beni "Darwin'in Kâbusu"nu çekmeye mecbur eden görüntü, Mwanza havaalanında yan yana duran iki uçaktı. Biri ABD yardım uçağıydı, 45 bin ton nohut yüklüydü. Diğeri bir Rus kargo uçağıydı, 50 bin ton balık yüklüydü. Nohut, BM kamplarındaki mülteciler içindi, balıksa AB ülkelerine gidiyordu, inanılır gibi değildi...
İnsanların açlıktan öldüğü, protein eksikliğinden çocukların karınlarının şişliği bu bölge, Avrupa ülkelerine tonlarca balık gönderiyordu. Bu, "Darwin'in Kâbusu"nun temelini oluşturan şu naif soruyu sormama neden oldu: Nasıl oluyor da insanların aç olduğu bu bölgeden bu değerli yiyecek uçup gidiyor?
Cevap gayet basitti: iyi gıda, insanların fiyatını ödeyebildiği yere gidiyordu. Satın alma gücüne sahip olan, Afrika'nın köyleri değil, Avrupa'nın süpermarketleriydi!
Büyük Göller Bölgesi nasıl bir yer?
İnsanlığın beşiği olarak kabul edilen Büyük Göller Bölgesi, Afrika'nın yeşil, bereketli ve maden yatakları bakımından çok zengin bir bölgesi. Ayrıca, eşsiz vahşî hayatı, karlı volkanları ve millî parklarıyla ünlü. Ama aynı zamanda, cehennemî karanlığın da yüreği, içsavaşlar bu bölgeyi kasıp kavuruyor. Bunlar İkinci Dünya Savaşı'ndan çok daha kanlı savaşlar.
Sadece Doğu Kongo'da bir tek günde savaşta hayatını kaybedenlerin sayısı, 11 Eylül'de New York'ta ölenlerin sayısına eşit. Bu savaşlar ya görmezden geliniyor ya da Ruanda, Burundi ve Sudan'dakiler gibi "kabile çatışmaları" olarak nitelendiriliyor. Savaşların arkasındaki nedenin, doğal kaynaklara yönelik emperyalist çıkarlar olduğu ustaca gizleniyor.
"Darwin'in Kâbusu"nun omurgasını gizli silah ticareti oluşturmakla birlikte, ana örgü Nil levreği ticareti etrafında gelişiyor. Bu balıkla silah trafiği arasında nasıl bir bağ var?
Mwanza'da çok kârlı bir ticaret var, o da Nil levreği. 1960'lı yılların başlarında, bilimsel araştırma nedeniyle Victoria gölüne "bırakılan" bu etobur balık, diğer bütün balık çeşitlerinin kökünü kurutmuş. Dolayısıyla, Afrika'nın en büyük gölü olan Victoria'da bugün neredeyse sadece Nil levreği yaşıyor. Bu balıkla birlikte çok büyük bir endüstri doğmuş.
Yakalanan balık fabrikalarda temizleniyor ve her gün onlarca ton fileto, Kuzey yarımküreye ihraç ediliyor. Ve taze balık taşımacılığında kullanılan bu kargo uçakları, dönüşte silah getiriyor. Ben de biri legal ve açık, diğeri illegal ve gizli olan, kimsenin görmediği bu ikili ticaretin belgeselini yaptım.
Nil levreği ticareti çok kârlı bir iş gibi, oysa filminiz bize açlık, yoksulluk, fuhuş, AİDS gibi bütün sorunlarla boğuşan bir şehir gösteriyor...
Mwanza sokaklarında anormal ya da şoke edici bir şey fark etmeden dolaşabilirsiniz. Herhangi bir şehir gibi. Balıkların fileto haline getirildiği fabrikaların olduğu yere gidip, bunların yerel nüfus için büyük bir nimet olduğunu, pek çok kişiye iş imkânı sağladığını düşünebilirsiniz. Ama altını biraz kazıyınca, hakikatin çok farklı olduğu görülüyor. Fabrikaların kuruluşu, pek çok emekçinin şehre akın etmesini ve onlarla birlikte fuhuşu, AİDS'i ve yoksulluğu getiriyor.
Sokaklarda gördüğünüz kaderine terk edilmiş çocuklar AiDS'in sonuçları. Sefalet öyle bir düzeyde ki, pek çok kişi fabrikaların çöpe attığı balık artıklarıyla karnını doyurmaya çalışıyor. Bu fabrikalar kurulmadan önce, Mwanza halkı, ağırlıklı olarak balıkla besleniyordu. Bugün balıkçılar bütün balıklarını Avrupa'ya ihraç eden bu fabrikalara satıyor. Balık fiyatları o kadar yükselmiş ki, yerel halkın satın alabilmesi imkânsız. Onlar da kılçıkları, kafaları toplayıp kurutuyor ve kızartıyor.
Bu kârlı ticaretten kimler faydalanıyor?
Gözle görülür bir şekilde zenginleşen birkaç işadamını saymazsak, yerel ölçekte bu endüstriden faydalanan yok. Dünya Bankası'nın raporu, levrek sanayii sayesinde birkaç bin kişilik istihdam yaratıldığını söylüyor, ama hikâyenin devamını anlatmıyor.
Tanzanya'ya yapılan yatırım ve bu sanayiden elde edilen kâr ya İsviçre bankalarına aktarılıyor ya da Tanzanya devletinin kasasına giriyor ve yine dış borçlara gidiyor. Avrupa da, fazla balık üretsin diye bu ülkeye sübvansiyon adı altında malî "yardım"da bulunuyor. Ve sonuçta hem kaymağı hem de kaymağın parasını alıyor. Doğu Afrika ekonomisini ellerinde tutan Hintli işadamları, üç değerli varlıkları olduğunu söylüyor: Balık, para ve çocukları. Balık AB ülkelerine, para İsviçre'ye, çocukları ise Kanada'ya gidiyor.
Tanzanya'ya kalan bir şey yok. Yerel halk da olup bitenlerin pek farkında değil. Tamamen doktrine edilmiş durumdalar. Bu fabrikaların ilerleme ve gelişme için gerekli olduğuna inanıyorlar. Sürekli birkaç bin kişilik istihdam yaratıldığı vurgulanıyor, ama bütün geleneksel iş alanlarının yok olduğu istatistiklere yansımıyor. Norveçli bir bilim insanının yaptığı araştırmaya göre, bu fabrikalarda yaratılan her istihdam, tarım ya da balıkçılık gibi geleneksel sektörlerde sekiz istihdamı yok ediyor.
Ayrıca, bu yeni ekonominin yarattığı "altına hücum" durumu, binlerce genç insanın gölün kıyılarına göç etmesine yol açıyor. Bu insanlar, sağlık şartlarının olmadığı çalışma kamplarında alt alta, üst üste yaşıyorlar ve bu kamplarda kolera, AİDS gibi salgın hastalıklar eksik olmuyor. Gençler
hastalandıklarında, kampta "ölme haklan" yok ve zorla köylerine gönderiliyorlar. Böylece, salgınlar daha da yayılıyor. Siyasal sorumlular da duruma göz yumuyor.
Avrupa Birliği bu levrek ekonomisine destek olmak için 34 milyon Euro verdi, tabii bazı koşullar koyarak. Koşullardan biri, fabrikalarla havaalanı arasındaki yolların onarılmasıydı. Bu, "sömürü için yardım"dan başka bir şey değil. Tıpkı, bir önceki yüzyılda Britanya'nın demiryolları gibi: Güya o demiryolları medeniyet götürmek için yapılmıştı, asıl maksat o ülkelerdeki zenginliklerini kendi kasalarına taşımaktı. Bugünkü durumsa gizlikapaklı bir yeni sömürgecilik değil, alenî ve harfiyen yeni sömürgecilik.
Bir "başarı"nın, sermayenin küreselleşmesinin seyircileriyiz, ama bunun sonuçlarını görmekten uzağız. Neo-liberaller Afrika'nın bir geçiş süreci yaşadığını ve bu süreç aşıldıktan sonra her şeyin iyiye gideceğini iddia ediyor. Ben buna inanmıyorum: Yakın gelecekte Victoria gölünde hiç balık kalmayacak.
Filminizin adında Darwin'e atıfta bulunmanızın sebebi neydi?
Darwin'in doğal seleksiyon teorisi, ilkesel olarak farklı hayvan türlerine ve sadece doğaya uygulanmalı, insanî ve toplumsal bağlama tercüme edildiğindeyse, faşist bir teori haline geliyor. Gelgelelim, "doğal seleksiyon" giderek daha ziyade insanlara uygulanır oldu. Ürkütücü olan da bu. Daha zengin ve daha güçlü olan, yoksul ve zayıf olanı yok ediyor.
Ezelî sorunun, yani "dünya ve insanlar için en iyi toplumsal ve siyasal sistem hangisidir?" sorusunun cevabı bulunmuş gibi görünüyor: Kapitalizm kazandı. Geleceğin toplumları, "medenî" ve "iyi" addedilen "tüketim demokrasileri" tarafından yönetilecekler. Darwin'ci mânâda "iyi" olan, yani "güçlü" olan kazandı. Düşmanlarını ikna ederek ya da bertaraf ederek kazandı. "Darwin'in Kâbusu"nda bir balığın başarı öyküsünü tersyüz etmek, dönüştürmek ve bu "güçlü" hayvan etrafında oluşan kısa ömürlü bolluğu, refahı yeni dünya düzeninin ironik ve dehşet verici alegorisi olarak göstermek istedim.
Aynı filmi Sierra Leone'de de yapabilirdim. O filmde balığın yerini elmas alırdı. Honduras'ta muz, Irak, Nijerya ya da Angola'da ise ham petrol... Birçoğumuz her şeyi tahrip eden bir düzende yaşadığımızı biliyoruz, fakat bu tahribatı gözümüzde canlandıramıyoruz. Onu idrak edemiyoruz. Bildiğimiz şeye inanmakta güçlük çekiyoruz.
"Darwin'in Kâbusu"nda küreselleşme tarafından revize edilen evrim teorisini mahkûm ettiğiniz söylenebilir mi?
Bir şeyi mahkûm ettiğimi düşünmüyorum. "Darwin'in Kabusu"nda silah ticaretinin varlığını balık ticaretine, balık ticaretinin varlığını da savaşa borçlu olduğunu göstermek istedim. Kendimi gazeteci olarak değil, film yönetmeni olarak görüyorum. Anlattığım yeni bir şey değil. Afrika'da savaş, fuhuş, açlık, AİDS, sokak çocukları gibi sorunlar olduğunu söyleyen ben değilim. Bunları herkes biliyor.
"Darwin'in Kâbusu", çağımızın bir röntgeni gibi. Çoğu zaman bu kötü ve yanlış düzeni göremiyoruz. Mwanza'da ya da başka bir yerde, ilk bakışta her şey yolundaymış gibi duruyor, ama biraz yakından bakınca sorunu görüyorsunuz. Hastasına ağrısının sebebini gösteren bir doktor misali, bu filmle zamanımızın sorunlarını göstermek istedim.
Çağımızın problemi, bizim, Batılıların başına gelen inanılmaz şey: Gittikçe daha fazla zenginleşiyoruz ve bunun sonuçlarını göremeyecek hale geliyoruz. Uçaklar bize balık taşıyor ama, arkalarında bıraktığı çöplüğü görmüyoruz.
Filminiz ciddi bir inceleme ve soruşturmaya dayanıyor. Karşılaştığınız güçlükler nelerdi?
"Darwin'in Kâbusu"nu küçük bir ekiple çektik, her zamanki asistanım Sandor Rieder, küçük kameram ve ben. Askerî ve sivil yetkililerle, yerel polisle çok sıkıntı yaşadık; bu da "oyun"un parçasıydı. Sürekli gizli seyahat etmek, sahte kimlik kartları kullanmak zorunda kalıyorduk. Örneğin, nakliye uçaklarına binebilmek için pilot kılığına girmemiz gerekti. Köylerde misyoner, balık fabrikalarında AB'nin hijyen denetçisi sanıldık, şık barlarda Avustralyalı işadamları rolü yaptık.
Filmin bütçesinin en büyük gider kalemini yerel yetkililere ödediğimiz rüşvet ve cezalar oluşturdu. Evet, "Darwin'in Kâbusu"na bir anlamda bir soruşturma ve inceleme denebilir, ama maksat bu açlık ve mutlak yoksulluk faciasındaki aktörlerin yüzlerini göstermekti. Filmde mahremiyet sınırlarını zorladım, bu insanlara mümkün olduğunca yaklaşmaya, burunlarının dibine sokulmaya çalıştım: Dünya Bankası kredileriyle işletmeler kuran yöneticilerden plastik ambalajları eriterek kokladıkları bir tür uyuşturucu elde eden sokak çocuklarına, Rus pilotlarla düşüp kalkan sokak fahişelerine kadar...
Aslında, bu pilotlar "kötü adamlar" değil; Angola'ya ya da Sudan'a giden bombaları taşısalar da, sadece işlerini yaptıklarını düşünen sıradan insanlar...
Silah kaçakçılığına dair gizli bilgilere ulaşmayı nasıl başardınız?
Bu mürettebatla birlikte aylar geçirdim. Büyük bir tabu vardı elbette: Çok uzun bir süre "kalaşnikof" lafını telaffuz bile etmedim. Görünüşte uçaklarla, balıklarla ve Afrika'nın genel manzarasıyla ilgileniyordum. Zaman içinde, onlara Güney'e taşıdıkları sandıkların mahiyeti üzerine sorular sormaya başladım, ilk başlarda, bilmediklerini söylüyorlardı, ama bir süre sonra itiraf ettiler. Onlar açısından aslında bir tür günah çıkarma gibi oldu. İnsan birden bir çelişkiyle karşı karşıya kalıyor, çünkü karşında Afrika'nın derinlerinde sefil sefil dolaşan sevimli Ukraynalı bir adam var; aynı zamanda bu adamın oraya bomba taşıdığını öğreniyorsun.
Bu filmle bir sorgulamayı kışkırtmak istedim. Teksas'ta yapıldığı gibi "kötü adam"ı ipe çekmek değil mesele, bunun o kadar basit olmadığını göstermek istedim. Zaten küreselleşme denen şey de, dünya üzerindeki altı milyar insanın birbiriyle ilişkisini etkileyen en karmaşık hikâye. Niçin buraya geldik? "Darwin'in Kâbusu"nun anahtar sorusu da bu zaten: Niçin bu noktaya geldik?
Dizginler kimin elinde sizce?
Bunu tam olarak tanımlamak zor. Aslında, hepimiz dizginin bir ucundan tutuyoruz. Filmde göstermeye çalıştığım da bu: Hiç kimse hiçbir şeyden sorumlu değil, herkes her şeyden sorumlu. Özellikle de bizler, dünyanın Kuzey'inde yaşayanlar, çünkü bizler daha fazla habere, bilgiye ulaşabiliyoruz. Tanzanyalı bir çocuk çok daha sı sorumlu. Niçin öksüz kaldığını bile bilmiyor, çünkü babası balıkçı, çünkü Dünya Bankası bu fabrikalara yatırım yapıyor...
Peki balıkçılar niçin AIDS'den ölüyor? Çünkü fahişelerle çalışma kamplarına "kapatılmışlar". Ölümcül bir zincirleme durum... Peki kim kabahatli? Tanzanya'ya kredileri verenler mi, bu fabrikaları işletenler mi, o balıkları tüketen bizler mi? Sonuçta, "kötü" olan, hepimizin faili olduğu sistem. Küresel kapitalizm öylesine iyi işleyen bir makine ki, yaptığı dehşet verici tahribatı henüz tam olarak göremiyoruz.
Dolar akışının güzel yüzeyinin gerisinde devasa bir çürüme var ve sanıyorum kapağı biraz aralayıp içine bakmaya başlamak gerekiyor. Bu fenomenin henüz sadece başındayız ve yeryüzündeki hayatı ne derece değiştireceğine dair aslında en ufak bir fikir sahibi değiliz.
Filminizde bu insanî felakete dair dehşet verici görüntüler var. Çekimler nasıl oldu?
Film, Afrika'ya yaptığımız dört seyahatin sonucu. Giderken, cephane sandıklarının, dönüşte de balık sandıklarının üzerinde oturuyorduk. Filme temel olan fikirlerden biri de, sadece gözle görülür olanı ifade etmek değil, bir ruh halini aktarmaktı. Seyircinin bu akıl almaz yolculuğu yaşamasını istedim. Fonda Nil levreği var, ama dediğim gibi, herhangi başka bir hammadde de olabilirdi, petrol ya da mesela Kongo'da pek çok kişinin hayatına mal olan elmas gibi.
Nijerya'nın bir köyün on kilometre ötede verimli bir petrol kuyusunun bulunması o köylüler için ölüm fermanının imzalanması anlamına gelir. Çünkü, kısa bir süre sonra yatırımcılar gelecek, köyün gençleri bu yeni zenginliği korumak için silah altına alınıp asker olacak, diğerleri isyan edecek, kızlar hizmetçi ya da fahişe olarak çalışmak üzere şehre göçecek, ihtiyarlar toplumsal tahribat yüzünden ölecek... Asla bu mantığın dışına çıkılmıyor!
Bilinçleri ve vicdanları harekete geçirmek için sinemanın gücüne inanıyor musunuz?
Filmimin dünyayı değiştirebileceğine inanmıyorum, ama kişisel olarak beni çok değiştirdi ve her seyircinin de bakış açısını değiştirebileceğini düşünüyorum, iktidardaki muktedir siyasetçileri doğrudan etkilemeyeceği aşikâr, ama kolektif bilinç üzerinde derin bir etkisi olabilir.
Bir medyum olarak sinemanın sadece ham enformasyon aktarmanın ötesinde, bunu doğrudan beyne ulaşan bir dile çevirebilme özelliğine de sahip olduğunu düşünüyorum.
"Kongo'nun doğusunda 4 milyon kişi öldü" diye okuyabilirsiniz, bu çok büyük bir sayı, ama aynı zamanda çok uzak ve ölenler başkaları... Ancak, illâ bir yorum olmadan, doğrudan ve yakın plan bir görüntüyle karşı karşıya olduğunuzda, düşünmeye başlamak zorundasınız. Bu, hakiki bir hayat tecrübesi, harekete geçme arzusu uyandıran çok yaratıcı bir tecrübe. Elbette anında sonuç veren bir etki değil, filmden çıkar çıkmaz herkes Greenpeace'e ya da ATTAC'a üye olmaya koşmayacak.
Ama ilk eylem, kendi konumun üzerine kendini sorgulamandır. Ben kişisel olarak hiçbir cevap vermiyorum. Benim görevim film yapmakla sınırlı, hayatımı ve enerjimi seferber eden bu, sonra herkes istediği sonuca varır. Mesela aynı siyasetçilere oy verilmeyebilir... Ama eğer bu gezegen üzerinde hayatta kalmak istiyorsak, öncelikle, acilen, biraz daha fazla düşünmeliyiz!(Sİ/EÜ)