Türkiye’nin bir parçasında süren savaşın sonucunda yaşamını yitiren insanlarımızın sayısı artarken buna karşı farklı çevrelerden itirazlar yükseliyor. Bu çerçevede farklı üniversitelerden birçok akademisyenler, çözüm ve barış temennilerini bir bildiriyle açıkladılar. Tabii bunun üzerine çok geçmeden hemen hedef haline getirildiler. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın akademisyenleri ağır ve haksız ithamlarla eleştirmesinden sadece saatler sonra birçok odak harekete geçti. Bu farklı odakların söylem ve metinlerindeki vurguların örtüşmesiyle de ilginç bir kokteyl oluştu.
Hedef haline getirilen akademisyenlerin “Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi” adıyla 1128 imzayla deklare ettiği metin; özü itibariyle sivil toplum örgütleri, bağımsız heyetler ve siyasi partilerin sokağa çıkma yasakları kapsamında hazırladıkları raporlar ve medya aracılığıyla kamuoyuna yansıyan hak ihlalleri ve hukuksuz uygulamalara bir itirazı içermekle birlikte müzakere ve barış çağrısında bulunmaktadır. Bu metinde muhatap devlet ve devleti yöneten hükümettir. Çünkü icra kurumu olarak “Devlet” bulunmaktadır. Buna karşın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hedef göstermesiyle Yükseköğretim Kurulu (YÖK) bunu bir talimat telakki edip anında “Gereği yapılacak” dedi.
Bu yetmezmiş gibi, yine farklı üniversitelerden akademisyenler de “Türkiye İçin Akademisyenler” adıyla bir metin hazırlayıp imzaya açtılar. Bildiri; tamamen milliyetçi histeri ile hazırlanmış olmakla birlikte savaşın derinleştirilmesine çağrıda bulunup meslektaşlarını ağır sözlerle itham ediyordu. Bildiride aylardır kamuoyuna yansıyan iddialar ve hukuksuzluklara en ufak bir işaret etme eğilimi ya da sivil cenazelere ilişkin uygulamalara yönelik bir şey yok. Bu bildiri, daha önce “Oluk oluk kan akacak” diyen organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in açıklamasıyla adeta tamamlanıyordu. Böylece YÖK başta olmak üzere adeta hipnoz olmuşçasına üniversiteler sırayla barış isteyen akademisyenlere soruşturma açmaya ve linç etmeye başladı. Tabii herkes merak ediyor; acaba savaş bildirisi yayınlayan akademisyenler, “Kanınızla duş alacağız” diyen Sedat Peker ile aynı çizgiye gelmiş olabilme olasılığını hesaplamışlar mıdır?
Engizisyon mahkemesi gibi
Burada sıkıntı yaratan durum, YÖK’ün akademilerin özerkliği ve akademisyenlerin özgürlüğünü savunması gerekirken adeta bir Engizisyon mahkemesi gibi hareket etmesidir. Anayasa ve kanun üzerinde güya bir düşünce ve bunu yayma hürriyeti var; ama sistemle örtüştüğü oranda…
Burada aklımıza YÖK’ün 6 Kasım 1981’de kurulmasından hemen sonra ilk iş olarak 1402 sayılı Sıkıyönetim kanununda değişiklik yaparak binlerce kamu çalışanının ve akademisyenlerin işten atılmasına olanak tanıması geliyor. Tarihe 1402’likler davası olarak geçen olayın üzerinden yıllar geçtikçe bugün o dönemin uygulayıcıları ancak “Darbeci” olarak anılıyor.
Dolayısıyla tarih, barış ve demokrasi mücadelesinde bazen insana bir şans tanır. O an işte, güçten yana değil, insanlığın onurundan yana tavır aldığınızda bu şansı kullanıp tarihe geçersiniz. Daha geçen aylarda İspanyol şair ve oyun yazarı Federico Garcia Lorca’nın İspanya iç savaşında Franco’nun askerleri tarafından kurşuna dizildiği haberleri basına yansımıştı. Sanırım bunu itiraf eden subaylar da olmuştu. Biraz düşünelim; Lorca’yı 1936’da daha 38 yaşında iken infaz eden subayı veya askerleri hatırlayan var mı? İsmi tarihin çöplüğüne düşen bu infazcıyı kim merak ediyor? Ama Lorca bugün güce biat etmediği ve milliyetçiliğe teslim olmadığı için İspanyol edebiyatının yüz akı olarak herkes tarafından tanımaktadır.
“Vencereis pero no convencereis!”
Aynı şekilde General Franco rejiminde yaşamış olan akademisyen Miguel de Unamuno’yu anımsamak gerekir. Franco taraftarları milliyetçiler her yerde olduğu gibi Unamuno’nun rektörü olduğu Salamanca Üniversitesinde de örgütlenmeye çalışıyor ve tacizlerde bulunuyorlardı. Milliyetçiler 12 Eylül 1936’da rektörün de iznini almadan “Irk Şenliği” düzenler. Unamuno’un da bulunduğu mekanda Franco taraftarları falanjistler şov yaparken kürsüye Francocu General Millan-Astray çıkar. General Astray, iç ve dış tehlikelerden bahsedip aydınlara hakaret ettikten sonra bolca faşizm övgüsü yaparken konuşması “Viva la muerta! (Yaşasın ölüm!) nidaları ile sonlanır. Bunun üzerine kürsüye çıkan rektör Unamuno, faşistlerin tüm müdahalelerine rağmen şunları söyler:
"Neler söyleyeceğimi merak ediyorsunuz. Öte yandan, beni çok iyi tanıyorsunuz. Böyle bir dönemde susamam. Susmak, yalan söylemek olur. Çünkü susmak, boyun eğmektir. Az önce burada ölüsevicilerin anlamsız çığlığını duydum, 'yaşasın ölüm' diye bir slogan atıldı... Bunu söyleyen General Millan Astray bir sakattır. Cervantes de öyleydi. Fakat General Astray, Cervantes gibi büyük bir adam olmadığı için, amacı bütün İspanya'yı da sakatlamak, kendine benzetmek! "Siz kazanacaksınız, çünkü kaba kuvvet sizin elinizde... Fakat sizde akıl da yok, hak hukuk da... Sizin gibi insanlara 'İspanya'yı düşünün' demeye gerek bile görmüyorum... Yeneceksiniz fakat ikna edemeyeceksiniz! (Vencereis pero no convencereis!”
Savaşı “reddetme”nin önemi
Buradan elbette Fransa’nın Cezayir’i işgali ve Cezayirlilerin bağımsızlık mücadelesi karşısında Fransız aydınların tavrından bahsetmek gerekir. Cezayirliler 1 Kasım 1954’te Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve silahlı kolu Ulusal Kurtuluş Ordusu (ALN)'nun kuruluşlarını ilan eder. Buna mukabil Fransız ordusunun temel odak noktası “terörle mücadele” iken bu dönemin Cezayir yöneticisi Jacques Soustelle “en önemli görevinin barışı sağlamak olduğunu” belirtip yöntem olarak da "FLN'in kökünün kazınılması gerektiğine" işaret ediyordu. Bunun sonucu olarak yüz binlerce insanın ölmesi ve milyonlarcasının göç etmek zorunda kalması da pek bilinen bir savaş bilançosudur.
Tam da bu savaş ortamında Fransa’nın bir bölümü şoven ve milliyetçi bir tarafa savrulurken Jean Paul Sartre, André Breton, Simone de Beauvoir ve Francis Jeanson gibi dönemin en etkili ve tanınan aydınlarının da içinde yer aldığı 121 aydın; yaptıkları açıklama ile Fransa’yı emperyalist davranmakla suçladıkları gibi Fransa’nın kendi değerlerinden uzaklaştığını ve insanların öldüğü böyle bir ortamda savaşı “reddetme”nin önemini belirtip toplumu Cezayirlilerle dayanışmaya davet ederler. Bunun üzerine Cezayir ile dayanışma içinde olan birçok kişi tutuklanır veya şiddete maruz kalır. Tabii buna karşı da Fransız aydınları dayanışma içinde mücadeleyi sürdürürler.
Aydınlara saldırı kabul edilemez
Dolayısıyla bugün Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte çok geçmeden “savaş”a karşı durup barışın yolunu açacak yöntemleri göstermek her aydının görevidir. Bu süreçte “Barış istiyoruz”, “çocuklar ölüyor”, “siyasal çözüm”, “Hukuksuzluk yaşanıyor” gibi itirazların Engizisyoncu zihniyetler tarafından “ihanet” ile itham edilmesi kabul edilemez. Silahlı çözüm denemeleri artık aşılmıştır. Toplumun militarist, şoven ve milliyetçi bir tarafa kayması; birlik ve beraberlik duygusunu yok edecek bir zehirdir. Dolayısıyla fikirlerini barış çağrısı ile açıklayan akademisyenlere yönelik çok boyutlu saldırılar asla kabul edilemez. Bu sebeple de bilinmelidir ki bugün Fransa’nın gururu Sartre’dir, General de Gaulle değildir. Almanya’nın gururu Einstein’dir, Hitler değil. İspanya’nın gururu Federico Garcia Lorca’dır, General Astray değildir.
Ve sözün özü; Profesör Edward Said’in İsrail tarafına taş atarken çekilen fotoğrafının basına yansıması üzerine onun Columbia Üniversitesindeki görevinden alınması istendiğinde Columbia Üniversitesi Rektörü Jonathan R. Cole’un yaptığı açıklamayı Türkiye’deki tüm rektörlerin tekrar okumasını tavsiye ediyorum. (İG/HK)
*