Sizlere bir ruh sağlığı uzmanı olarak, görüntüleri izlemeyin, izlettirmeyin demeyeceğim. Sizlere bu anın, bu dehşetin görüntülerini izlettirmek insanları travmatize eder, güvensiz hissettirir, katliamı yapanlara hizmet eder de demeyeceğim. İsrail’den, ABD’den, AB’nin ‘gelişmiş’ ülkelerinden meslektaşlarımın ‘büyük katliamlar sonrası toplum ruh sağlığını korumak’ için yazdıkları, yayınladıkları ilkelerin, kuralların hiç birisinden söz etmeyeceğim.
Dün Ankara’da ne oldu? Nasıl oldu? Kimler paramparça parçalandı? Barış için toplanan, barış isteyen, kilometrelerce yol kat ederek yeter artık diyen insanları kimin katletmek istediğinden de söz etmeyeceğim. Hepimiz biliyoruz.
Olay anını tekrar tekrar izleyin, ağlamaktan haliniz kalmayana, içiniz dışına çıkana kadar izleyin. İnsanları kurtarmak için var güçleriyle çalışanlara bakın, yüzünü göremediğim ama kızıl saçlarının çaresizlikle salınışını hiç unutmayacağım kadın ve belli ki hekim meslektaşımın can kurtarma, can verme mücadelesini yeniden yeniden izleyin, ölü bedenleri toplamaya çalışan, ölmüş sevgilisine, yoldaşına sıkıca sarılmış bırakmayan insanların yüzlerine bakın, bayrakların altındaki ölmüşleri tek tek dolaşıp, bir yaşam ibaresi arayan dostumun hıçkırıklarına kulak verin, başını çaresizlikle ellerinin içine almış adama, gözlerinden süzülen yaşlarla sanki başka bir dünyada süzülerek dolaşan genç kadının yüzüne iyi bakın, bakın ve unutmayın. Barış yazılı bayrakların altında upuzun üst üste yatan kadın, erkek, çoluk çocuk, ihtiyar ve genç bedenleri tahayyül edin. Yaşamımız boyunca her gece o yüzlerle uyumaya çalışalım, her sabah aklımıza ilk bu görüntüler gelsin. Artık hepimiz hastalanalım, hepimiz delirelim acıdan. Her yaptığımız iyi şeyden utanç duyalım, güzel bir şey yerken, çocuğumuzu severken, sevdiğimizle sevişirken hep aklımıza gelsin, hep yaptığımız şeyden alıkoysun bizi. Öyle hastalanalım, öyle hastalanalım ki artık birbirimizden başka sığınacak yerimiz olmadığını anlayalım.
Olan her şeyin dehşetini kat kat içimize salmak istiyorlar, yaşanılan her şeyi hızla unutturmak istiyorlar. Bir bilim kurgu filminde gibiyiz sanki, insanların bellekleri ile, anıları ile oynuyorlar. Belleklerimize kazılı olanları çıkartıp, herkes bir örnek resmi tarih diskleri yerleştirmeye çalışıyorlar. Korkunç bir katliam diyenlerin gözlerinin içindeki umarsızlığı aklımızda tutalım. Yayın yasakları getiriyorlar, sosyal medyayı kapatıyorlar, internet hızını düşürüyorlar, twitterda yeni kişileri takip etmenize izin vermiyorlar. Retweet yaptığınız içeriklerden dolayı hesabınızı donduruyorlar. Her an peşinizdeyiz, her anınızı izliyoruz diyorlar. Ancak bu kocaman panoptikon içinde bombacıları bilmediklerini düşünmemizi istiyorlar.
Ellerinden geleni yaptıklarını söylüyorlar, güvenlik açığı olmadığını... Ellerinden geleni yaptılar, bir kez daha biliyoruz, ellerinden geleni yaptılar.. ‘Güvenlik’ ne demek, sağlanan güvenlik kimin güvenliği diye soralım, yaralılara müdahale edenlere biber gazı ile ‘müdahale’ edenler kimin güvenliğini sağlıyor, kimler güvende bu ülkede, kimlerin kat kat güvenlik görevlileri, silahları, kapılarından ayrılmayan kendileri yerine ölümü göze alan fedaileri var diye soralım.. Kimler güvende bu ülkede? Yeniden yeniden soralım. Bu devlet kimlerin güvenliğini sağlıyor? Güvende hissetmiyorsanız, her an nereden geldiğini bilmediğiniz ya da çok iyi bildiğiniz şekilde kendinizin, sevdiklerinizin, tanıdıklarınızın, dostlarınızın başına bir şey gelmesinden endişe ediyorsanız sorun lütfen, bunca polis, bunca asker, bunca güvenlik görevlisi, bunca biber gazı, bunca TOMA, bunca plastik mermi ve bunca gerçek mermi ne için? Kimin güvenliği için? Kimi kimden koruyorlar? Hiç güvende değiliz, hiç güvende hissetmeyin, ayağımız altındaki yere sağlam basmayın, sağlam basamayız bu günlerde ve inanın ki sağlam bastığınızı hayal etmek, güvende hissetmek, hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam etmek bir hastalık. Bu travma sonrası, travma sonrası stres bozukluğu geçirmemek bir vicdani hastalık. Maç izleyenlerden olmamızı istiyorlar, unutmamızı istiyorlar, üç gün sonra seçim çalışmalarına başlayacak her siyasetten liderleri düşünün, üç gün sonra bir şey olmamış gibi yaşamımızı sürdürmemizi istiyorlar. Üç gün müdür yirmibirinci yüzyılda toplu yas süresi?
Her gürültüye irkilin, çocuklarınızı sarın sarmalayın ufacık çıtırtılarda, size travma sonrası stres bozukluğu demişler, tedavi etmeye kalkmışlar aldırış etmeyin, hepimiz travma sonrası stres bozukluğuyuz o halde ve haksız mıyız? Güvende miyiz? Tedbiri elden nasıl bırakalım? Meydanlara giderken yanınızdakilere iyi bakın, herkesin bilhassa tekinsiz görünenlerin üzeri aransın, hepimiz birbirimize dikkat edelim, koruyalım, kollayalım, ‘Biz’ kimsek ve nasılsak artık bizden birileri üstümüzü arasın, bu hafta hep tekinsiz hissedelim, oluk oluk kan akacak sözleri aklımızdan çıkmasın, çok sahip çıkalım birbirimize, aranarak girelim meydanlara, ses çıkarmaya, cenaze törenlerine ve yasımızı tutmaya.
Ama yas nasıl tutulur ki? 86, 97, 105, 117 gibi sayılara indirgenmeye çalışan insanları gözünüzün önüne getirin? Kimin cebinde kaç parası, bankaya ne kadar kredi kartı borcu vardı düşünün. En son ne zaman yemek yemişlerdi, en son ne zaman ağız dolusu kahkahayla gülmüşlerdi, en son ne zaman küfretmiş, en son ne zaman sevdikleri birisiyle geçirmişlerdi geceyi, en son ne zaman ödev yapmış, en son ne zaman işe gitmiş, en son ne zaman parasızlıktan bunalmış, en son ne zaman sevdikleri bir şarkı türkü dolanmıştı ağızlarına..
Bir kişi mi, on üç kişi mi, bin kişi mi düşündüren daha da fenası ‘ohh yalnızca yirmiymiş’, ‘otuz oldu’, ‘kırk oldu’ derken hissettiğiniz ferahlama, endişe, üzüntü gibi duygularınızla halleşin. Tanıdıklarınızın hayatta olmasından, sağ salim olmasından, ucuz atlatmasında duyduğunuz sevincin burukluğunu, utancını aklınızdan hiç çıkarmayın. Ne zamandır aramadığınız arkadaşınızı, artık yüzünü görmeseniz olur dediğiniz eski sevgilinizi ya da üç beş başka düşünce nedeniyle karşıt siyasetten diye addettiğiniz dostunuzu aramanızı, sormanızı da aklınızda tutun.
Yarından tezi yok, canlı hafızalarımızın merkezini oluşturalım, her bir ölen giden için her bir dostumuz, yoldaşımız, tanışımız, sevdiğimiz ve hiç bilmediğimiz kaybımız için ayrı ayrı alanlar yaratalım, eşyalarını toplayalım, saklayalım bir köşede, ne köşesi kocaman bir müzede, hiç birini unutmayalım. Bu ülkenin çocuklarını bu utanç müzesinde gezdirmeden mezun etmeyelim hiç bir okuldan. Tekrar tekrar hatırlayalım, hiç unutmayalım diye isimlerini durmaksızın sayalım içlerimizden, her birimiz en az onunun ismini ezbere bilsin, bilmeyene kınayarak bakalım, sabah akşam içimizden tekrar tekrar sayalım. Kocaman bloglar oluşturalım her biri için ayrı ayrı, her birine hatırladıkları her şeyi yazsın yakınları, her gün okuyalım yitirdiklerimizin sıradan ve sevgili hayatlarını. Onlar hakkındaki tüm anıları toplayalım, anneleri, babaları, öğretmenleri, çocukları, yeni eski sevgilileri, eşleri, dostları onu anlatsınlar bize. Nasıl birisinin yok edildiğini bilelim, ve acımız bir kez daha artsın. Gözyaşlarımız sel olsun aksın. Patolojik yas, hastalıklı yas desinler, en hastalıklısından yas tutalım ve hiç unutmayalım, unutturmayalım.
En ağırından olsun yasımız ama sevdiklerimizi aramayı sarılmayı, kaybı birebir yaşayanların yakınları ile buluşmayı ihmal etmeyelim, artık hepimizin yakını olsun onlar. Her bir şehirde kocaman taziye çadırları kurulsun, hepimiz sizin evladınızız diyelim anne babalarına, çocuklarına sımsıkı sarılalım, elimizden ne geliyorsa yapalım. Üç ay sonra boşalmasın cenaze evleri, her bayram her seyran yerlerini belleyelim, biz buradayız nasılsınız, unutmadık unutmayız diyelim.
Olan biten bunca sıcakken, bunca sıcak saklayalım, içimizdeki ateş sıcak tutsun bu hafıza kazanını.. İyileşebilmek için önce delirmemiz lazım, yeniden birisine güvenebilmek, yeniden sevdiğimizi durup dururken yitirmeyeceğimizi bilmek için delirme zamanı, yas tutma zamanı, isyan etme zamanı şimdi. Muktedir bilmeli ki; bunu hiç unutmayacağız, hiç unutturmayacağız, adalet olduğuna inandığımız vakte kadar açık kalacak ölülerimizin, geçip gidenlerimizin mezarları, içimizin yaraları...
Unutmayacağız, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz.... (ADÇB/HK)
* Bu yazı Birikim Dergisi'nde yayınlandı.