Yerel seçimler öncesinde Türkiye kamuoyu mahalli meselelerden çok “büyük siyaset”i konuşuyor. Son genel seçimlerden bu yana toplum üzerindeki baskısını arttıran, politik kanalları daraltan, ittifak ilişkilerini yeniden tanzim etmeye çalışan Adalet ve kalkınma Partisi (AKP) iktidarının gündem belirleme kabiliyeti büyük ölçüde kayboldu.
Reaksiyoner ve agresif bir politik hat üzerinden yerel seçimleri dahi bir varlık-yokluk savaşına indirgeyen hükümet, on yılı aşkın iktidar döneminde izlediği “denetimli gerginlik” politikasını da artık sürdüremiyor. Zira politik arenada “gerginlik” had safhada ancak bunun üzerinde kontrol sağlama ve böylece oy oranını arttırma olanağı çoktan berhava olmuş durumda.
Türkiye’nin yakın geleceğinin omurgası içine girdiğimiz seçim döneminin sonuçlarıyla şekillenmeye başlayacak. Bu nedenle yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimi kendi özgül önemlerinden sıyrılarak ülkenin politik ajandasını belirleyecek hamlelerin start noktasına dönüştü.
Haziran direnişleri ve sonrasında sürdürülen toplumsal hareketliliğin zorlayıcı etkisiyle iktidar bloğu oluşan yarılma, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmaları ve iktidarın buna karşı izlediği tutum şüphesiz seçim maratonunu doğrudan etkileyecek.
AKP’nin iktidarı sürecinde seçmen tercihlerini ve algısını yönlendirmek üzere geliştirdiği söylemsel stratejinin semantik dünyasına dair ipuçları sunmak bu yazının hedeflerinden biri; diğeri ise merkez sağ politik gelenek ile AKP’nin siyasal patikası arasındaki süreklilikleri ve değişimleri analiz etmeye çalışmak.
Sağın iki temel özelliği
Türkiye sağının politik gramerinin iki çok temel özelliği vardır.
İlki özgürlük tanımını ekonomik özgürlüğe indirgemek ve böylece politik özgürlükleri tartışma alanının dışına itmek. Bu ilk unsuru gerçekleştirmek adına toplumsal kontrol ağlarını tahkim etmek ve mümkünse onlara çatı olmak.
İkincisi ise milleti ortalamayla/çoğunlukla eş tutmak ve buradan milli iradeyi kendi tekelinde göstermek. Bunu yaparken de madunu, farklı olanı tekinsiz, şüpheli ya da suçlu ilan etmek.
Tarihsel perspektiften bakıldığında bahsedilen özellikleri siyasetinin merkezine koyan sağ akımların seçmene seslenme stratejisi ise üç unsurdan oluşur; sağ popülizm, kapitalist kalkınmacılık ve milliyetçi söylem.
Sağ popülizm, halkın genelinde mevcut olduğu farz edilen değer ve alışkanlıkları, kitle-seçkin zıtlığı çerçevesinde ele alarak çoğunluğa ait olanı yeniden tanımlamak, söylemsel düzeyde yüceltmek ve bu vasıtayla seçmenin kendisiyle özdeşim kurmasını sağlamak biçiminde tarif edilebilir. Kimi zaman aşırı basitleştirmeler kimi zaman da vasatın tepkiselliğini ajite eden şablonlar sağ popülizmin araçları olarak kullanılır. Türkiye sağının kalkınmacılığı ise modernleşmeyi biçimsel öğelere indirgemeye dayalı kurucu siyasetin izini sürerek “Büyük ve Güçlü Türkiye” imajını yaratma stratejisini politik bir vaade çevirir.
Bu çerçevede; önemli olan evrensel hukuk, demokrasinin gelişmesi, özgürlükler, sosyal adaletin temini değil otobanlar, barajlar, fabrikalar, gökdelenler gibi seçmene icraat başlığı altında gösterilebilir şeylerdir. Kalkınmacılığın Türkiye sağındaki başlangıç yeri Soğuk Savaş iklimiyle çakıştığından kapitalizme endekslenen ekonomik büyüme anti-komünizm için de olmazsa olmaz olarak görülmüştür.
Celal Bayar’ın 1950’lerde Türkiye’nin geleceğin “Küçük Amerika”sı olacağını savunması kalkınmacılı-Batıcılık ve anti-komünizm arasında kurulan ilişkinin tezahürlerinden biridir.
Milliyetçilik, sağ Kemalizm’den Türk-İslam sentezciliğine kadar geniş bir yelpazeyi kucaklar. “Milli birlik ve beraberlik” sağlama iddiasını siyasal gramerin ayrılmaz parçası olarak yeniden kurar. Merkez sağ siyaset, Türk milliyetçiliğinin hegemonik savlarına (örneğin tek millet, tek devlet, tek bayrak) sonuna kadar sahip çıkar, “aşırı” olarak tabir ettiği versiyonlarını bünyesinden tamamen dışlamaz ama denetim altında tutmaya çalışır. Her birlik-beraberlik çıkışının “içeride” ve “dışarıda” düşmanlar yaratmak suretiyle gerçekleştirildiği de akılda tutulmalıdır. Sağ popülizm, kapitalist kalkınmacılık ve neoliberal motiflerle süslenmiş milliyetçilik bugünün iktidarının da alet kutusunu oluşturmaktadır.
Demokrat Parti’nin mirası: AP’den AKP’ye
Bir siyasal aktörün, kendini politik bir gelenek içinde tarif etmesi ve sürdürdüğünü iddia ettiği hattı siyaset diline yansıtması, öncelikle politik yelpazede konumlandığı yeri perçinlemesine yardımcı olur.
Devralınan mirası seçmek, o geleneğe oy veren kitlenin kolektif hafızasına seslenerek seçmeni kendi yanına çekmek için atılan adımlardan biridir. Türkiye’deki merkez sağ gelenek için altı çizilen en önemli unsur Demokrat Parti’nin (DP) mirasının takipçisi olmaktır.
Demokrat Parti, sadece 1950 ile 1960 arasında Türkiye’yi kesintisiz yönetmiş bir iktidar olarak değil, tek parti dönemini seçmenin tercihi ile sona erdiren bir politik güç olarak kutsanır. Ki o tek parti seçkinci ve seküler referanslarla siyaset yapmıştır.
Demokrat Partinin “Yeter Söz Milletindir” sloganı, Türkiye sağının “milli irade” kavramsallaştırmasının “veciz” bir ifadesidir.
Türkiye sağı, “milli” olanı Sünni-Türk muhafazakâr-milliyetçi bir çoğunluk ile tarif eder ve “milli irade”yi bahsi geçen çoğunluğun temsiliyetini elinde tutan siyasi gücün her istediğini yapması olarak algılar.
1960 sonrasının merkez sağ partileri Demokrat Parti göndermelerini sıklıkla mağduriyet ve milli iradeye saygısızlık temasıyla birleştirir. 27 Mayıs askeri darbesi ile “sabık” ve “sakıt” hal düşürülen politik aktörlere karşı yürütülen itibarsızlaştırma kampanyası ve ondan da vahimi Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idamları sözünü ettiğimiz mağduriyet söylemini kendini onların mirasçısı olarak gören partiler için politik bir stratejiye dönüştürmüştür. Bu minvalde iktidarlarına karşı yükselen eleştiriler, darbeci hevesler ile eş tutulmuştur. Ordunun 27 Mayıs sonrasında da politik alanı adeta boğarcasına ve sıkça siyasete müdahale etmesi, muhalefetin askerle potansiyel işbirliğine yorulmuştur. AKP dönemi ise bahsettiğim çerçevede adeta zirve noktasıdır.
AKP, “milli görüş” gömleğini çıkardığını iddia eden “yenilikçi” politik aktörler tarafından oluşturulmuş bir siyasal parti olarak, hem liberalleri içine alan daha geniş bir çevreye göz kırpmış hem de kendini merkez sağda konumlamanın hesaplarını yapmıştı.
1990’lı yıllarda merkez sağı oluşturan iki rakip partinin -Doğru Yol Partisi (DYP) ve Anavatan Partisi'nin (ANAP)- 2000’lerin başında tamamen erimiş olması AKP’nin bu boşluğu doldurma arzusunu gerçekleştirilebilir kılmıştır.
Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül başta olmak üzere AKP’li siyasetçiler, merkez sağın iki önemli figürüne bu vesile ile selam göndermeyi ihmal etmemiştir.
Bu isimlerden ilki Adnan Menderes’tir; özellikle Ergenekon soruşturmaları sırasında sıkça tekrarlanan “biz bu yola kefenimizle çıktık” ifadesi doğrudan Menderes’in idamına gönderme yaparak Adnan Menderes ile Erdoğan arasında bir özdeşim kurmuştur.
2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi esnasında ve hükümete karşı darbe planlarının gündeme getirildiği konjonktürde AKP, Demokrat Parti geleneğine daha çok referans vermeye başlamıştır. Bir yanda muhalefetin başını çektiği cumhuriyet mitingleri diğer yanda iktidarın “milli irade” söylemi politik alanı hızla demokratik rekabetçilikten uzaklaştırıp savaş arenasına çevirirken, Erdoğan Demokrat Partinin sloganını bir kez daha yardıma çağırmıştır.
2007 Mayısında Erdoğan şöyle diyordu: “Çok açık anlaşılmaktadır ki asıl tahammül edilemeyen milli iradedir, milletin söz sahibi olmasıdır. Çok partili hayata geçildiğinde o zaman ’yeter söz milletindir’ diyenler, bu ülkede gümbür gümbür iktidara gelmişti Menderes ile birlikte. Şimdi biz 3 Kasımda ne dedik hatırlayın. Önce ’yeter söz milletindir’ süreci başlamıştı, şimdi ’yeter karar milletindir’ dedik ve yola böyle devam ettik. Şimdi bunu söylüyoruz; yeter, karar milletindir... Millete gideceğiz. Cumhurbaşkanlığında da genel milletvekilliği seçimlerinde de..."
Yine 2007 yazında duvarlara asılan “milletin adamları” afişiyle Adanan Menderes ile Recep Tayyip Erdoğan “milletine âşık liderler” kategorisinde yan yana getirilmiştir. Sağın önemli ismi Süleyman Demirel 28 Şubat döneminin cumhurbaşkanı olduğundan resimde yer almamıştır.
AKP’nin CHP eleştirileri için Demokrat Parti ve Menderes elverişli bir hareket noktası oluşturmuştur. Bugünün CHP’sini İnönü’nün liderliğini yaptığı dönemdeki icraatları üzerinden vurmak Erdoğan’ın halen devam eden siyasi stratejileri arasındadır.
“Milletin adamları” afişinde Erdoğan ve Menderes’in yanı sıra Türkiye sağının diğer önemli figürü Turgut Özal vardır. AKP’nin Turgut Özal ile kurduğu muhayyel bağ, büyük ölçüde ANAP’ın kalkınma, serbest piyasa ve icraat vurgusunu eksik etmeyen siyasal söylemine dayandırılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında tek başına iktidara gelmiş olması, AKP’liler tarafından bir başarı öyküsü olarak hatırlatılmıştır. Özal’ın mirasının Mesut Yılmaz başta olmak üzere ANAP’ın sonradan başına geçen aktörlerce sürdürülememiş olması da AKP’nin bu mirasa sahip çıkmasında şüphesiz etkilidir.
ANAP, Menderes’in “Büyük Türkiye” (Büyük Türkiye için Desteğinizi Bekliyorum”) söylemini yenilemiş; AKP ise Özal’ın liberal sağ ile muhafazakâr sağ arasında kurduğu ilişkiyi sahiplenirken “Büyük Türkiye” sloganını da bu stratejinin nihai hedefi olarak bir propaganda malzemesi yapmıştır. İçinde bulunduğumuz süreçte de bu stratejiyi sürdürüyor.
İcraattan hizmete!
Merkez sağ siyaset, istikrar ile kalkınmayı birbirini zorunlu bir şekilde tamamlayan kavramlar olarak kullanır. İstikrar olmadan kalkınmanın gerçekleşemeyeceğine dair şablon, istikrarı mevcut iktidarın ve ekonomik bölüşümün devamlılığı şeklinde kodlar. Örneğin Demokrat Parti 1957 seçimi için hazırlattığı afişte “1950: Geri Kalmış Bir Millettik; 1957: İleri Bir Dünya Milleti Olduk” ifadesini yazdırırken hem kendi iktidarlarında kat edilen yolu hem de “kalkınmanın devamı” için iktidarda kalmaları gerektiğini ileri sürmüştür.
Ahmet İnsel’in belirttiği gibi patronaj ilişkileri üzerinden kalkınmacılık ile milliyetçiliği birleştiren Demokrat Parti’nin “Dağlar Yol, Viraneler Bağ Oldu” sloganı da aynı heybeden çıkmıştır. Sonraki yıllarda Demokratların bu taktiği merkez sağ partilerce takip edilmiştir.
Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi, kalkınma söylemine iyiden iyiye sarılmış ve Ömer Turan’ın dikkat çektiği üzere bizzat Demirel kalkınma ile beka arasında doğrudan ilişki kurmuştur. Şehirlilerin kalkınma beklentisini karşılayacağını iddia eden Adalet Partisi “Su ve Yol Ana Davalarımızdandır” derken taşradaki seçmene de hizmet sinyalleri göndermiştir. Boğaz köprüsünün inşası ise kalkınmaya dair performansın sembolü haline dönüştürülmüştür. Öyle ki; Adalet Partisinin 1973 tarihli “Avrupa’yı Asya’ya Biz Bağladık” afişinde köprüden heybetli olan kıratın kendisidir. Demirel de uzun süre “”barajlar kıralı” olarak nam yapmaktan memnun görünecektir.
AKP’nin 2007’den itibaren sıkça kullandığı “Durmak Yok, Yola Devam” ve sonrasında “İşimiz Hizmet, Gücümüz Millet” sloganı tam da merkez sağın bahsettiğim politik tasavvurunun ürünüdür. 2001 krizi ve 1990’ların hızla değişen hükümet kompozisyonlarını anımsatan ve seçmenin bilinçaltına sinyaller gönderen AKP stratejisi, bu sloganın türevlerine sonraki yıllarda da başvurmuştur.
“Durmak Yok, Hizmete Devam” ve “Nice AK Yıllara” örneğin bu çerçevede türetilmiş sloganlardır. Muktedirin kendini “milletin hizmetkârı” olarak betimleyip iktidarını demokratik denetimden azade kılarak doğallaştırmak ve normalleştirmek istemesi de Türkiye sağının tarihinde önemli bir politik stratejidir. AKP’nin bilhassa da Erdoğan’ın sık sık başvurduğu bu kalıp daha önceleri de Adalet Partisi tarafından kullanılmıştır. Adalet Partisinin “Milletin Efendisine Böyle Hizmet Edilir” başlıklı seçim afişi, “hizmet” vurgusu ile “köylü milletin efendisidir” diyen Mustafa Kemal’in mirasına sahip çıkıldığı izlenimini yaratma taktiğini birleştirmiştir. Bu çerçevede bizzat Mustafa Kemal’in bu sözü taşradaki huzursuzluklara karşı pragmatik bir yerden üretmiş olmasının anlamı yoktur zira Adalet Partisi de benzer bir politik hamle yapmaktadır.
AKP, tıpkı Demokrat Parti – Adalet Partisi çizgisinin izlediği gibi Mustafa Kemal’in “muasır medeniyet” projesini kendisinin devam ettirdiğini ileri sürmekte ve “hizmet” vurgusunu popülist çerçeveden yorumlayarak reel siyasetteki muhaliflerini sadece söz üretmekle itham etmektedir.
Türkiye’nin siyasi tarihinde DYP ve ANAP tarafından da icraat ve hizmet sözcüklerine bolca yer verildiğini biliyoruz. Özal’ın “icraatın içinden” programları aracılığıyla propagandayı rutinleştirme çabasını da hatırlıyoruz. Ancak ne Özal’ın ANAP’ı ne de Demirel’in DYP’si, AKP kadar “hizmet” ve “istikrar” sloganını siyasal propagandasının merkezine bu denli uzun ve sabit bir biçimde yerleştirememiştir.
AKP neredeyse tüm politik söylemini bu iki temel üzerine inşa etmiştir. AKP’nin “İstikrar Sürsün, Türkiye Büyüsün” sloganı, kitlelerin refahının ancak kendisi ile mümkün olacağını ileri süren bir siyasal hamlenin ürünüydü. 2014’ün Türkiye’sinde önümüzde seçim maratonu varken iktidar partisi yine en çok “hizmet”i sloganlarında kullanıyor. “Daima Hizmet, Daima Millet” AKP’nin icraat vurgusu, iktidarının günahlarını kapatma stratejisinin bir parçası olarak partinin siyasal söylemine içkin hale getiriliyor. “Çılgın projecilik” bir yanda, geleneksel iktidar ağlarını yeniden üren mikro alandaki “hizmetler” diğer yanda AKP’nin seçmenini etkileme yolları olarak canlı tutuluyor.
Beraber yürüdük biz bu yollarda!
“Beraber yürüdük biz bu yollarda” on yıl önce AKP için yeni kurmaya çalıştıkları klientalist ağların nemalandırılması projesinin popülist dışavurumuydu. Beraber yürünen yol iktidar yolu, tesis edilmeye çalışılan ise iktidarın kılcallaşmasıydı.
Erdoğan başta olmak üzere AKP’liler bilhassa ikinci iktidar dönemlerinde performansa endeksli bir milliyetçilik tanımı yaparken, kendilerine ulusalcı cenahtan gelen eleştirilere karşı “tek millet, tek bayrak, tek vatan tek devlet” sloganını sıkça kullanmaya başlamıştır.
AKP’nin politik cephede safları sıkılaştırma çabasının billboardlara yansıyan en somut örneklerinden biri şüphesiz "Bir ve beraberiz, yetmiş milyon kardeşiz" sloganıdır. 70 milyonun “kardeş” olduğuna ve bu kardeşliğin de AKP ile cisimleştiğine dair iddia Haziran direnişleri sonrasında kısmen rafa kaldırılacaktır.
AKP’nin nazarında artık direnen ve isyan edenler, “üvey kardeş” bile değildir. Onlar iktidara karşı girişilmiş “büyük bir komplonun ajanlarıdır”! Haziran direnişleri esnasında AKP’nin karşı atağı olan mitinglerden Kazlıçeşme öncesinde üretilen “Büyük Oyunu Bozmaya, Haydi Tarih Yazmaya” sloganı bu ruh halini betimlemiştir.
AKP’nin kendi geleceği ile Türkiye’nin geleceğini birleştirme ve bu dolayımla hep iktidarda kalacağına dair seçmene mesaj verme çabasını 2023 ve 2071 tarihlerini sloganlarının içine yerleştirme stratejisinde gözlemleyebiliriz.
Cumhuriyetin yüzüncü yılına yapılan referans, ulusalcı-Kemalist cenahın eleştirilerine karşı AKP’nin orta vadede “cumhuriyete sahip çıkarak” iktidarını sürdüreceği iddiasının taşıyıcısıdır.
Partinin “Büyük Millet, Büyük Güç, Hedef 2023” sloganı, bir yandan güç fetişizmini beslerken diğer yandan milletin gücünün AKP’de – Erdoğan’da diye okuyabilirsiniz- somutlaştığı fikrini, seçmenin bilinçaltına işlemeyi amaçlar. Malazgirt’in bininci yılı ise sağ-muhafazakâr bakiyede hem Anadolucu motiflere sahip çıkan geleneğe hem de Yeni-Osmanlıcı/emperyal düşlere seslenir. Malum sağ gelenek 1071’i Anadolu’nun Müslümanlaştırılması ve önce Selçuklular sonra da Osmanlılar ile “büyük güç” olmaya giden yolun başlangıcı şeklinde yorumlar. AKP, 2071 göndermesi ile Türkiye sağının arzuladığı “makbul kuşakları” kendisinin yarattığına/yaratacağına ve böylece iktidarının nesilden nesile sürekliliği temin edeceğini kendi tabanına müjdeler!
AKP’nin on iki yıllık iktidar serüveninde başvurduğu siyasal sembolizm ve seçim propagandası teknikleri merkez sağ siyasetin geleneksel kalıplarını güncelleyerek tekrarlama yönünde.
Başbakanın özellikle Haziran direnişleri sonrasında iktidarını muhafaza etmek adına “tek adam-tek lider” vurgusunu AKP’nin bekası ile özdeşleştirmesi, partinin seçim hazırlıklarına (bkz. AKP’nin 2014 seçim şarkısının sözleri: Göründüğü gibi Adam Erdoğan) ve AKP’li adayların propagandasına da yansıyor.
Erdoğan, siyasal hegemonyasını ve meşruiyetini kaybettikçe parti tüzel kişiliğini doğrudan kendi şahsında topluyor. Partinin “milli irade”yi temsil etme iddiası da “milli irade”nin bizzat Başbakanın bedeninde somutlaştığı önkabulüne dayanıyor. Tüm ülkeyi kontrol etmeye çalışan Recep Tayyip Erdoğan, seçim kampanyasını da neredeyse tek başına götürüyor. Köşeye sıkıştıkça politik alanı daraltmak için saldırgan ve tahammülsüz tavrını arttıran AKP seçim maratonu öncesinde seferber ettiği toplumsal algı manipülasyonlarında istediği oranda başarılı olacak gibi görünmüyor. Zira 2002’de “Yasaksız Türkiye”, “Yoksulluk ve Yolsuzlukla Mücadele” sloganları eşliğinde iktidara gelen AKP, bugün tam manasıyla yolsuzluklara batmış; devlet şiddeti ve yasaklarla muhalefeti bastırmaktan medet uman, iletişim kanallarını dahi susturmaya çalışan bir partiye dönüşmüş durumda. Komplo teorileri ile siyasal mevzi belirleyen AKP, liderinin ağzından polis şiddeti neticesinde hayatını kaybeden Berkin’i ve onun yaslı annesini kitlesine hedef gösterecek kadar aciz bir duruma düşmüştür.
AKP’nin hizmet’ten kendini zenginleştirmek, büyük düşünmek’ten (Sen Türkiye’sin Büyük Düşün!) ise minareyi çalmadan kılıfı hazırlamak olduğu umarız yoksulluğa ve yoksunluğa mahkûm edilen kitlelerce anlaşılmıştır.
Türkiye’nin siyasetinden büyük bir değişimin olacağı aşikâr ancak bu değişimin yönü henüz belirsiz. Demokrasiden ve özgürlüklerden yana olanların mevcut kalıplar içinde kalmadan, dışlayıcı ve küçümseyici bir siyasi dile hapsolmadan alternatif oluşturması bu belirsizliği halklar için umutlu bir istikamete yöneltebilir. (GGÖ/HK)