Ankara’nın verilecek pek çok hesabı var, kolay değil bir tarihin, devletler tarihinin yazıldığı yer olmak, kalbinde anıtkabiri taşımak kolay değil. Ama Ankara, yalnızca anıtlaştırılmış olan bir merkez hafızayı değil, o hafızaya karşı duran başka bir radikalliği de taşır. AKP iktidarı ile birlikte bambaşka bir yola dönmüş olan bu hafızanın içinde, ne çok şey birikmiştir, kim bilir? 1980 sonrası adında Ankara geçiyor diye kanun hükmünde kararnameyle birinci lige yükselen Ankaragücü’ne karşı direnen kendi taraftarı ve Gençlerbirliği mi? “Burası benim Ankara’m, kimseye yedirtmem” diyen özel yetkili savcılarına mı? ODTÜ’ye gelip de kendini taşrada hisseden yalnız ve umutlu çocuklarına mı? Yüksel Caddesi’nde kendini artık eylemci zanneden heykeller çokluğuna mı?
Sonra, Gezi Parkı geçiyor, Ankara’nın ve İstanbul’un üzerinden. Hatırlamaya başladıkça gezi parkını, Ankara’yı unutuyormuşuz, harfler küçülüyormuş gibi geliyor. Devletin öyle ya da böyle merkezinde yaşananlar, yalnızca o kimliğe ait ya da yakın olanların üzerine kalıyormuş gibi.
Merkez ve çevreye, merkezleştirilmiş çevreye, devletleştirilmiş taşraya, oranın yoksunluğuna dair pek çok şey söylenebilir. Edebiyatından, şiirine, sokaklarından, isyanına öyle bir yer Ankara çünkü. Ama geçen yıl, bir dost sohbetinde geçenler geliyor aklıma, AKP ile birlikte üzerine kimlik edinen ve bunu direniş üzerinden gerçekleştiren neredeyse başka bir yerdi Ankara, unutmamak lazım. Buna ister kemalist refleksin evrilmesi diyelim, ister devlete her daim en yakın olanın en çok direnme ihtiyacı diyelim, Ankara 2000 ölüm oruçlarından başlayarak, her yerin unuttuğu ve yok saydığı bir hafızayla, garip ve anlaşılmaz direnişler sergiledi. Behzat Ç.’nin ankaralılık üzerinde yarattığı etki, pek çok başka bakımdan değerlendirilebileceği gibi, kendi kimliğini talep eden bir kentin artık talep etmekten çıkıp doğrudan kurmaya yönelmesi gibi okunabilirdi. AKP’nin –hadi bir de Melih Gökçek diyelim- öncesinde, Ankara merkezdi çünkü, devlet aklının, yürürlüğünün, işlerliğinin merkezi. İsyanları da buradan büyürdü, ufak ufak. Sonrasında unutuldu, ankara. Nasıl olduğunu hiç fark etmeden, hiç sezemeden. Tekel direnişi ile Sakarya caddesine yayılan ruh bile, unutulmanın radikalliğinden aldı hep payını.
Devlet ve ona karşı duran ikiliğinden, başka alanlarda kurulan bir iktidarın hiç görmediği ve fakat sürekli kaşıdığı bir kimlik haline dönüştü. İzmir değildi Ankara, bir zamanlar iktidarın en sert haline karşı çıkmışlığı vardı. En sert darbeler, en radikal direnişler –sonrasında unutulacak olsa da- Ankara’da yaşanırdı. Ne örgütler kurulmuş, ne tarihler yazılmıştı ODTÜ’nün, Siyasal’ın mekanında ve zamanında. AKP, Ankara’ya bir kimlik verdi, kimi zaman en çirkefinden, kimi zaman en yok sayanından. Tarih yeniden yazılmaya Ankara kimliği üzerinden de başladı.
Ankara, neden en çok direndi, Dikmen neden düşmedi? İstanbul, Adana, Hatay, Amed, İzmir olamayacağı için. Kendi tekilliğinin farkına, merkez olmadığına, başkent olmadığına AKP ile birlikte inandığı için. Kendi kimliğini çağırmanın önemini fark ettiği için. Ankara sokaklarında günlerce yaşanan amansız çatışmaların son hızla unutulacağının çok farkında olduğu için. Unutulmanın ne demek olduğunu bildiği için.
İzmir, Ankara’nın emekli olmuş haliydi eskiden, ufaktan bir de deniz eklenmişi. İzmirliler kusura bakmasın, Ankara’nın devletleştirilmesiyle İzmir’in mübadele yangını neredeyse aynı dinamiklerle işlemişti, maalesef. Şimdi ise, Ankara emekli olamadı. O kadar arada kaldı ki, alıştığını yapamadı, gördüğüne alışamadı.
Zapt edilemeyen tek yer, Taksim meydanı değildi. Bir de yasaklı Kızılay Meydanı vardı ki, herkes unuttu. Ucu Başbakanlık ile Genelkurmay başkanlığının üzerinde bir devletin olabileceği en gri ve en estetik biçimde dalganan bayraklara çıkan Kızılay Meydanı vardı Ankara’nın. Devletleştirilmiş değerlerin yitiminin karşısında, Ankara neye isyan edeceğini şaşıranlarla dolup taşıyordu. Bildiniz mi, Kuğulu toplaşmalarıyla Kızılay meydan savaşları arasındaki farkı? Yeniden devlet olmak isteyenlerle, ne varsa karşısında ona karşı çıkacak ankaralı kimliğiydi oralarda çelişenler.
Geçmişine 1995-96 DTCF çatışmalarını, ölüm oruçlarında binlerce kişinin gözaltına alındığı stadyumları, Kızılay Meydanı’nı bırakmayarak kurulan memur sendikalarını, Ankara’nın unutulmacak olan ayazında –en azından soğuğunu unutamazdı ya kimse- 72 gün işgalle büyüyen Tekel direnişini katarak alanların hafızası başka bir direnişin içinde deviniyordu Haziran isyanında. Haziran İsyanı, Ankara’nın ne yaparsa yapsın merkez olamayacağının kanıtıydı. Ne yaparsa yapsın, isyanının daha şiddetli olması gerektiğinin ve isyanın şiddetinin ezilenin bilgisine, kenarın köşenin bilgisine yazılacağının ispatı. Ankara bu Haziran’da unutulacağını bile bile direndi, en manidarı da buydu.