Sosyal bilimcileri tutkuyla alana bağlayan en önemli unsurlardan biri toplum ve birey söz konusu olduğunda hemen hemen hiçbir zaman hangi gelişmelerin yaşanacağını kesin olarak bilememe halinin bahşettiği cazibedir. Sosyal bilimlerle uğraşan herkes, her an şaşırmaya ve hatta yanılmaya hazır olmalıdır. Zira yaşamın “sürprizlere” ve altüst oluşlara içkin ritmi, tekinsiz olduğu kadar büyüleyicidir de. Gezi Direnişi -ki bu adlandırmayı özellikle kullanıyorum çünkü Gezi’nin yanına eklediğiniz sözcük sizin sürece bakışınızı da resmediyor- tam da yakında vuku bulacak olanı tahmin edememenin kanıtıdır.
Gezi’de ilk çadırların yakılmasından birkaç gün önce benimle röportaj yapan sevgili Halil Emrah Macit, bana Atina’dan Stockholm’e sokakların isyanla çalkalanmasına rağmen Türkiye’de neden ses çıkmadığını sormuştu. Ben ise suale şöyle cevap vermiştim: “Bizde olmuyor değil, bizde de ciddi bir toplumsal hareketlilik söz konusu ancak bu hareket çok parçalı. Bir araya gelmede ciddi bir eş güdüm sorunu yaşanıyor. Bunun yanı sıra, bu devirde, neo-liberal politikaların kendisi büyük ölçüde küresel ağlar üzerinden ve bu ağların kılcal damarları üzerinden yürüyor dolayısıyla direnişin de ancak bu şekilde örgütlenirse bir anlamı var. Biz o kadar kendi içimize kapalıyız ki, dışarıda olup bitenlerle temas kurmak, ortak bir öğütlenme ve ortak bir direniş modeli geliştirme konusunda oldukça yetersiz ve isteksiziz. Tüm bu sürece ilave olarak ciddi bir siyasetsizleşme durumuyla karşı karşıyayız. Siyasi alanlar daraldıkça siyasal tepkiler oldukça bireysel, dayanışmadan ve kolektif hareketten uzak bir kimliğe bürünüyor. Tam da bunu ortadan kaldırabilmek için tekrar sokakları ve meydanları keşfetmemiz gerekiyor. Bunu yapacak itici güç yine genç nüfus.” **
Röportaj yayına hazırlanırken Türkiye’de Gezi parkı ile başlayan müthiş gelişmeler yaşandı ve söyleşinin yayınlandığı gün binlerce insanla birlikte Gezi’ye tekrar girebilmek için sokakta devlet şiddetine karşı mücadele verirken bulduk kendimizi. Özgürlükler ve demokratik talepler için sokaklar ve meydanların yeniden keşfi çoktan gerçekleşmişti bile. Mücadelenin sesi gürleştikçe, direniş zenginleştikçe benim şaşkınlığım da katlanıyordu sanki.
Özlemle adeta beklediğimizi bilmeden beklediğimiz ve hayatımızın merkezine “birden bire” düşen Gezi Direnişi akademide birbirinden farklı tepkilere neden oldu. Akademinin özgürlükten, demokrasiden, emekten ve insanca yaşamdan yana olan bileşenleri başlangıcından itibaren Gezi Direnişi’ni büyük bir hayranlık ve umutla benimsedi. Direnişin içindeki çoksesliliği, dinamizmi, dayanışmayı, değiştirme arzusunu görüp alkışladı; mücadeleyi anlamaya çalıştı. Hareketim biricikliğini teslim etmek kaydı ile ve komplo teorilerine prim vermeksizin makul karşılaştırma çerçevelerine başvurdu. Bazı akademisyenler ise oldukça tepeden bir bakışla ve burun bükerek yaklaştı tüm olup bitene. İlgilenmemek ile bekleyişe geçmek arasında belirsiz bir sahada top çevirdiler. Direnişin politik anlamı net bir şekilde ortaya çıkınca da iktidarın varlığına kendi ikbalini adamışlığın verdiği ruh haliyle tüm bakiyelerini direnişi itibarsızlaştırmak için kullandılar.
Yeni bir üniversite hayali
Gezi Direnişi esnasında akademisyenlerin önemli bir kısmı, bizzat direnişin bir parçası olarak elinden gelen çabayı ortaya koymaktan çekinmedi. Akademik titr ya da içinden gelinen bilimsel disiplin değil “çapulcu” olmanın mutluluğunda ve direnişin ilham verici ruhunda birleştiler kitle ile. Nasıl mücadele esnasında bir taraftar, taraftardan başka bir şeyse artık ya da bir öğrenci öğrenciden öte bir şey akademisyenler de öyleydi. Meydanlar, sokaklar ve en çok da Gezi parkının içi, akademisyenlerle öğrencilerin buluşma zemini olarak aralarındaki ilişkiyi de başkalaştırdı, dönüştürdü, özgürleştirdi. Belki de ilk defa hayatlarında bu kadar çok sorumluluğu ve hayali aynı anda, aynı yerde anonim bir biçimde paylaştılar. İnsafsızca sıkılan biber gazlarından beraber kaçtılar; tazyikli suya beraber direndiler; kapısını açık buldukları binalara birlikte sığındılar; beraber yaralananlara müdahale ettiler; çadır kurdular; yemek dağıttılar; çöp topladılar; bostan’da toprağa birlikte daldırdılar ellerini. Hocalığın didaktik üslubu yerine samimi ve eşitler arası bir dil yaratıldı böylece.
Öğretim elemanlarının mücadelesinin bir parçası doğrudan sahada cereyan ederken diğer kısmı da üniversite kampüslerinde ve yükseköğretim bileşenlerinin oluşturduğu platformlarda gerçekleşti. Hükümetin seferber ettiği şiddete ve bu şiddeti savunanlara karşı demokratik tavır koymak başlı başına birleştirici bir sürecin ilk adımıydı. Gezi Direnişinin haklı taleplerinin arkasında duran, polis şiddetini kınayan, AKP’nin kutuplaştırıcı dilini eleştiren kurumsal tepkiler ortaya çıktı. İşte bütün bu gelişmelere paralel olarak lonca sistemi esasına göre işleyen akademinin köhne çatısı çöktü yerine duvarsız, tavansız özgür bir akademia’nın umut ülkesi doğdu adeta.
Forum deneyimi
Her parkı Gezi yapan bir motivasyonla forumların düzenlendiği bu coğrafyada yeni bir siyasal platform ve yeni bir siyaset inşa ediliyor. Bunun ilk provaları Gezi’de gerçekleşmişti. Öğrencilerimizle son müdahale öncesinde Gezi Park’ında yaptığımız forumlar amfilerde yaptığımız nice ders ve tartışmadan çok daha verimli, çok daha zihin açıcıydı. Hepimizin hoca hepimizin öğrenci olduğu forumlarda, daha önce hiç sesini duyma fırsatımızın olmadığı arkadaşlarımızın düşüncelerini öğrenme, kalplerine dokunma, hayallerine ortak olma şansına kavuştuk. Hem de forumlara katılan tüm dostlarımızı kendine hayran bırakan bir kompozisyon içinde. Sadece öğretim üyeliği yaptığım İstanbul Siyasal’dan değil birçok başka fakülteden katılımcı ile emsalsiz bir paylaşım zemininin taşlarını döşedik hep beraber. Mezunlarla halen okuyanlar, araştırma görevlileri ile emektar hocalar aralarında hiçbir hiyerarşi olmaksızın “gezi’den neler öğrendik” sorusu etrafında fikirlerini dile getirdiler; deneyimlerini aktardılar. Gezi’deki muhteşem yeni dünyayı gaddar emirleri ve simsiyah elleri ile iktidar bozmaya çalıştıktan sonra Gezi’de yaptığımız forumları kampüslere taşıdık. Üniversite bahçelerinde hem bugünkü demokrasinin sınırları ve sığlığını, hem devlet şiddetini hem de birbirimizin yaralarını konuştuk. Ayrıca önümüzdeki süreçte bizi bekleyenler üzerine tartıştık; somut mekanizmalar önerdik. Birçok üniversitede bu forumlardan meclisler çıktı.
Akademia için turnusol kâğıdı
Gezi Direnişi sırasında, daha özgür ve daha demokratik bir Türkiye için mücadele eden çok sayıda üniversite öğrencisi ciddi şekilde polis şiddeti nedeniyle yaralandı; yine birçok öğrencimiz gözaltında kötü muameleye maruz kaldı. Bizler gibi Park’ta sabahlayan, sokaklarda, alanda mücadele veren, ya da buna fırsat bulamasa dahi yaşananların heyecanı ve/veya polis şiddetinin korkunçluğu ile zihnini direniş dışında bir yerde toplayamayan öğrencilerimiz bir de final sınavlarına girme yükümlülüğü altındaydı. Sınav döneminde hem kurum olarak üniversiteler hem de bir bir hocalar önemli bir demokrasi sınavı verdi. Üniversitelerin bir bölümü -ki sayıca çok fazla değil- öğrencilerine ek telafi hakkı tanırken çoğunluğu bu seçeneği değerlendirmeye dahi almadı. Aynı tespiti akademisyenler için yapmak da mümkün. Gezi’nin sınav sorularına taşınmasının müsait olduğu kimi derslerde akademisyenler anlattıkları teorik bilgileri Gezi direnişi üzerinden pratik bir alanda öğrencilerin değerlendirebilecekleri soruları sormayı tercih etti. Yine Gezi Direnişi konjonktürünü dikkate alan bazı öğretim üyeleri öğrencilerine daha rahat cevaplanabilecek sorular yöneltmeyi seçti. Bir kısmı ise tüm yaşananları yok saymayı “akademik mesafe gerekliliği” gibi sunarak, öğrencilerin aleyhinde bir pozisyonda sabitlendi. Ancak direnişe destek veren öğrencilerin aleyhinde tavır takınan üniversite yönetimleri de hocalar da öğrencilerimizin azmine ve heyecanına set çekemedi. Türkiye’nin hemen hemen her üniversitesinde mezuniyet törenlerinde öğrenciler Gezi Direnişine gönderdikleri selam ile bir kez daha gündemi sarstılar. Hem de tam Gezi’nin ruhuna uygun yaratıcılıkları ve mizah yüklü sloganlarıyla…
Gezi Direnişi, birçok alanda olduğu gibi akademia için de bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. 10 yılı aşkın süredir AKP hükümetinin biçimlemek için büyük çaba sarf ettiği üniversitelerde iktidarın akademisyenleri ve özgür akademisyenler birbirinden net bir şekilde ayrıldı. AKP’nin kanatları altında doğrudan ya da dolaylı bir biçimde yükselenler, klientalist ağlar içerisine girenler ve maddi açıdan zenginleşenler Gezi Direnişi ile başlayan süreci kendi varlıklarına ve geleceklerine karşı bir saldırı olarak telakki etti. Bu nedenle sürekli bir biçimde komplo teorileri, aşağılamalar ve yalanlarla mücadelenin içini boşaltmayı tercih etti. Hal böyleyken “üç-beş eylemci çapulcu değil, Yahudi, Ermeni ve Rum öz’ünde ahmakların bileşeni bir grubun isyancıları ile dün’den yarına kavgamız olacaktır… Yahudi, Ermeni ve Rum’sanız Gezi eylemlerinde aktif rol almanızı anlayışla karşılıyorum, lütfen soyunuzu araştırın” diyen profesörlere de rastladık; evinin penceresinden bakıp analiz yapanlara da; gazete köşelerinde direnişi Latin Amerika referanslı “darbeye hazırlık” gibi gösterenlere de. Mezkûr cephe menşeli ve bugünlerde ortalarda dolaşan, “bilimsel” bir bakış açısı ile yazıldığı iddia edilen sefil raporlar da iktidarın pozisyonunu meşrulaştırmaya çalışmaktan öteye bir anlam ifade etmiyor. Tüm bu karalamalara ve hedef göstermelere rağmen Gezi Direnişinin dinamiklerini anlamaya gayret eden, pratiği çok boyutlu analize tabi tutan, kuramsal yeni arayışlar içine giren özgür ruhlu bir akademia ise dimdik ayakta. Bundan sonra üniversitelerde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu hem akademisyenlerin birbirileriyle münasebeti, hem akademisyen öğrenci ilişkisi hem de genel olarak üniversitenin sokakla kurduğu bağ anlamında böyle. (GGÖ/HK)
* Bu yazı Redaksiyon Dergisinin 3. Sayısında yayınlanmıştır.