“Söylesem tesiri yok, sussam gönül râzı değil” diyor Fuzuli. O haldeyim, haldeyiz belki de. Söylenenlerin, duyması gerekenlerin nezdinde hiçbir anlamının olmadığı günler yaşıyoruz.
Dünyamızı değiştirmeye çalışıyoruz bir yandan umutla, bir yandan “içim(iz)de ölen biri var.”
Hayatımıza yeni kelimeler girdi, yeni anlamlar. “Akrep” mesela. Ya da “bağzı”. Gülüyoruz ba(ğ)zen, mizah kurtarıyor bizi, gençlerin zeka dolu mesajları, sloganları. Öte yandan bir haberle yıkılıyor, yılıyor, irtifa kaybediyoruz.
Kimimiz “İlk defa bir ülkem oldu” diyor, kimimiz “Hayır sevmiyoruz. Niye terk edelim? Değiştireceğiz” diyor. Ben hep sevdim bu ülkeyi, yaşadığım şehri, halk otobüsünde yanıma oturan bin bir türlü insanı.
Belki burası “bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”, belki “bunlar” diye başlanan nefret dolu cümlelerdeki “bunlar” biziz ama burası bizim de evimiz.
Bir iktidarın gelip “ileri demokrasi” adı altında, her şeyi “biz biliriz” kibriyle hayatlarımıza musallat olup, bizi öldürmeye hakkı olmadığını biliyoruz. Ve bunun için savaşıyoruz. Burası bizim de ülkem diye.
Gezi’nin bize kazandırdıklarını da biliyoruz. Kaybettirdiklerini de.
Hepimizin göğsünde birer düğüm oldu ölümler ve sıkılmış yumruk olarak meydanlarda onları andık. Öldüler, yazmak ne kadar acı, okumak da, düşünün ki bu acıyı evlat acısı, baba acısı, kardeş acısı olarak duyanları.
Sebep neydi? Gezi parkındaki ağaçlar yaşasın diye mi öldü misal Ankara’da Ethem. Söyleyince kızıyor başbakan. Varsın kızsın. Sadece oradaki üç beş ağaç değildi sorun. Değildi, evet.
Bu halk meydanlara başbakanın çağrısıyla geldi. Yıllarca yürüttüğü politikalar bir yana eylemlerin ilk gününden şu satırları yazdığım saate kadar tutunduğu tavırdır insanları sokaklara çıkaran.
Onun inadı, kibri, nefret dolu ve ayrımcı söylemleri insanları bir araya getirdi.
Bugün meydanlara çıkan herkes, hiç abartmıyorum, her şeyi göze alarak çıkıyor evinden. Su ve biber gazını saymıyorum bile, dayağı, gözaltına alınmayı, tutuklanmayı, kör olmayı ve hatta ölmeyi.
Evet ölmeyi diyorum. Yazması bile acı veren o çirkin kelimeyi kullanıyorum gene.
Bizler, Ethem Sarısülük’ün katilinin serbest bırakıldığı andan itibaren sokağa her çıkışımızda aslında ölümü göze almışız demektir.
Kapsülle değil, kurşunla ölmeyi göze almış bir halk yarattı başbakan.
Sebepler, süreç üzerine o kadar çok yazılıp çizildi ki yazılacak bir cümle daha fazla geliyor bana da.
Belki artık sırada ne olması gerektiği üzerine konuşma, hatta Foucault ya da Marx’ı dinlemek gerek.
Foucault entelektüelin diyor,ben İNSANın diyorum yeni rolü; “herkes hakkındaki ifade bulamamış hakikati söylemek için biraz öne veya biraz yana çıkmak değil, iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etmek” tir.
İktidar yalan dolu söylemleriyle hakikati gizlerken, hep bir ağızdan gerçeği haykırmaya gayret ettik. Korku sınırını aşmış olan gençler de, “ne olursa olsun halkın yanındayım” diyebilen toplumun önde gelen kesimleri de hakikati söylemek için öne çıktılar bir bir. Her ne kadar yandaş medyanın, tarafı en başından beri belli programcıları tarafından sözleri kesilse de sıklıkla, ellerinden geleni yaptılar.
Dünyayı yorumladılar ellerinden geldiğince, dilleri döndükçe.
Artık mücadelenin evrilme zamanıdır.
Foucault’dan çok önce Marx “filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa asıl sorun onu değiştirmektir” demişti. Tamam filozof değiliz ama bizler de kendi halimizde yorumladık olayları. Kendi aramızda, forumlarda, meydanlarda, sosyal medyada ve artık konuşmaktan, yorumlamaktan, hatta işgal etmekten ya da durmaktan farklı şeyler yapmanın “asıl sorun”a odaklanmanın vakti geldi.
Şimdi dünyayı elbirliğiyle değiştirmenin vaktidir. Ütopik geliyor değil mi? Çok değil iki ay öncesine kadar bu kadar farklı politik görüşü olan insanın bir araya gelmesi ya da apolitik dediğimiz 90 kuşağının böyle bir direnişle bize ders vermesi de ütopik gelmiyor muydu size?
Peki dünyayı değiştirmeye nereden başlarsınız? Kendinizden elbette. Önce tüm önyargılardan arınıp, gezi ruhunun bizlere kattığı “birliktelik” erdemini içselleştirmeliyiz. Ve sonra evlerimize yönelmeliyiz.
Kendi evlerimizden başlamalıyız kendi devrimimize. Önce annelerimize, babalarımıza anlatmalıyız ne ile ve ne şartlarda mücadele ettiğimizi, duydukları yalanları, duydukları yalanları, duydukları yalanları, duydukları yalanları. – defalarca dinledikleri yalanları anlatmalıyız onlara.
Annemize, babamıza, kardeşimize, bakkalımıza, manavımıza, kuaförümüze, otobüste yanımızda oturan teyzeye, taksiciye, restoranda bize servis yapan garsona. Herkese.
Onların diliyle anlatmalıyız gerekirse, yalanla imanın bir arada bulunmayacağını söylemeliyiz.
Başörtüsünü malzeme yaparak kendine oy toplayan iktidarın, yıllardır bunu değiştirmeye gücü olduğu halde değiştirmediğini anlatmalıyız. Seni kullanıyorlar demeliyiz, inancını istismar ediyorlar.
Faiz lobisi diye uydurma bir kavramla aslında seçmeninin zekasıyla bile dalga geçtiklerini ve Ali Duran Topuz’un ifadesiyle yapılan her şeyi onaylayan bir “caiz lobisi”nin ortaya çıktığını anlatmalıyız. “Benim polisimi öldürdüler”, “Camide içki içtiler” gibi onlarca yalanın arkasına sığındıklarını, ellerinde belge olsa zaten bir gün bile durmayacaklarını. Yukarıdan bakarak değil ama yanlarında olarak konuşmalıyız insanlarla.
“Başbakan ne derse doğrudur”a inanmanın mantığını sorgulattırmalıyız halka. Eğer ekonomiye zarar geldiyse onlarla birlikte aynı zarardan etkilendiğimizi ama hayatlarımızı onların da daha özgür bir ülkede yaşamaları için riske attığımızı...
“Aldatan cehennemdedir” demeli ve aldatıldıklarını anlatmalıyız belki de.
Bu süreçte hatalı olduğumuzu düşündüğümüz şeyler varsa onları da eklemeliyiz. Kibre kapılmadan, iktidarın diline bürünmeden. ASLA küçümsememeli, cahil dememeli, üç paket makarna için oy verdiler gibi alçaltıcı ve hatta neredeyse alçakça söylemlere sığınmamalıyız.
Burslu okuttuklarını söyledikleri çocuklarının iş dünyasına atıldıklarında gemi sahibi olduğunu anlatmalıyız. Dinlemeyenlere, dinleyip de unutmuş olanlara başbakan’ın “gemi var, gemicik var” sözünü hatırlatmalıyız.
Çoğunun kira evlerde, asgari ücretle geçinmeye mahkum olduğu bir ülkede birilerinin kısa zamanda nasıl zengin olduklarını anlatmalıyız sonra. “Saray odası” adını koydukları ultra-lüks evlerin sahiplerinin hep aynı “mahalle”den geldiklerini…
Bıkmadan, usanmadan, durmadan, dinlenmeden.
Ölülerimizi anlatmalıyız, öldürmenin dahi ödüllendirildiğini, polislerin alnından öpülüp “destan yazdıkları” söylendiğini…
Başbakan’ın her konuşmasında “bunlar camide bile içki içtiler” diyerek anlattığı caminin müezzininin “ben din adamıyım, yalan söyleyemem” diyerek camide içki içilmediğini söylediğini bilmeli herkes.
Ve belki de en önemlisi;
Ölülerimizin yattıkları yerde huzurlu olabilmesi için, iktidara rağmen, iftiralara rağmen, bizi düşman kılanlara rağmen, artık ölmeyelim demeliyiz. Kimse ölmesin. Ne bir tane daha eylemci, ne de bir polis.
“Kardeş olalım” demiyorum, gerçek kardeşleri bile birbirine düşürenlere inat, düşman olmamalıyız biz.
“Bunlar” ile “benim” diye başlayan cümlelerdeki “onlar” olarak aynı göğün altında nefes alıyoruz ve aynı topraklarda çürüyor bedenlerimiz.
Ölülerimizin hatırına, bıkmadan, usanmadan anlatmalıyız şimdi. Nefesimiz yettiği, sözümüz yükseldiğince.
O nedenle şimdi hepimiz için anlatma vaktidir.
Çünkü“bu daha başlangıç, mücadeleye devam.” (SK/HK)