Kabul gören modern tarih anlayışına göre tarihte yaşanan kimi “olay”ların daha önceki zamana ait nedenleri olduğu düşünülür. Bizi zorunlu olarak şimdiki zamana, yaşanan “an”a getiren bir nedenler silsilesi varmış gibi yazılır tarih. Bugünlerde de birçok kişi, beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan ve öldürücü polis saldırılarına rağmen yaygınlaşarak, çoğullaşarak süren Gezi Direnişi’ni açıklama ihtiyacı içinde. Radikal gazetesinin genel yayın yönetmeni Eyüp Can, 18 Haziran tarihli yazısında şöyle diyordu: “Necati Şaşmaz’ın dediği gibi olan biteni daha iyi anlamamızı sağlayacak sosyologlara ihtiyaç var. ‘Fosforlu kedi gözlerine sahip sosyologlar!’”
Sosyologlar ve kedi gözleri arasında nasıl bir ilişki olduğunu bir yana bırakır ve bu olaylarda ölen, yaralanan, gözaltına alınan birçok kişinin yanısıra 11 kişinin de gözünü kaybettiğini hatırlayacak olursak belki de sosyolojik açıklamalara girişmeden önce, zaman içinde belirli bir şekilde görmeyi öğrenmiş gözlerimizi başkalaştırıp bakmayı denemeliyiz “an”a.
Yaşanan an, acil, dolayımsız ve yakındır; geçmişle bağını kopartarak henüz olmayana açılır. Oysa eleştirel bile olsa analiz, ister istemez daha önceden verili bir takım çerçevelerden hareket ederek ele aldığı meseleyi öteler, genelleştirir, ve böylece cansızlaştırır. An ve analiz arasında kolay kolay giderilemeyecek bir gerilim var. Ancak, hakikatin bu iki taraftan birinde barındığını düşünmek de oldukça yanıltıcı. Çatışmalı ve zamansal olarak çoğul bir anın içindeyiz.
Uzun yıllardır “burası Türkiye” klişesinin gerekçelediği her türlü şiddete çarpa çarpa bugünlere gelmiş bir kuşak, devletin şiddet repertuarına oldukça aşina. Bu aşinalık Cumhuriyet tarihi boyunca toplumun genelinde büyük ölçüde normalleşmiş gözaltıların, işkencelerin, uzun tutuklulukların, kaybetmelerin, katliamların hafızasını taşıyor, ama bir yandan da aşinalık, insanları devletin mantığına yakınlaştırıyor, tehlikeli bir akrabalık kuruyor.
Bugünün eskileri, devletin şiddet repertuarını iyi tanıyorlar. Devletin hangi katliamları yapıp hangi “yaraları kaşıyacağını”, hangi provokasyonla “toplumun fay hatlarını” harekete geçireceğini, cinayetler işleyip nasıl faili meçhul kılacağını çok iyi biliyorlar. Beklenti ufku, geçmişte olmuş olanla belirleniyor. Ancak bildiğimizi biliyor, bildiğimizi bekliyoruz. Oysa bugüne yeni olanlar geçmişten gelen aşinalığı sıfırlayarak yepyeni bir hayat kurmayı düşleyebiliyorlar; bu zeminde, iktidarla belirli bir mücadele geleneğinden gelmesine rağmen iktidarı yeniden üreten hiyerarşik, patriyarkal yapıları aşamamış eski sol hareketleri eleştiriyorlar, her türlü muktedirleşen bilgiye, varolan söz söyleme ve politika yapma biçimine direniyorlar. Analiz edilmek, genel söylemlerin, eski siyasi partilerin ya da hareketlerin içinde temsil edilmek değil, hayatı değiştirmeye birebir katılmak, bugünü ve yarını özgürce yaratmak istiyorlar, bunun için yeni teknolojileri de ustaca kullanarak doğrudan demokrasiye ilişkin yeni yöntemler geliştiriyorlar. (Bu iki duruş şu anda ne kuşaksal olarak ne de siyasi görüş olarak belirli somut gruplara tekabül etmiyor elbette, sadece birer eğilim olarak, bir gerginlik alanı olarak ortaya çıkıyor.) Ama geçmişte halklarına karşı soykırım yapmış ve bunun hâlâ hesabını vermemiş bir devlet bu özgürlük arayışına izin verecek mi; devlet erkânıyla uzun yol arkadaşlıkları sonucunda palazlanmış sermaye grupları bu yeni oluşumlara daha ne kadar “tolerans” gösterecek? Yıllardır devlet zulmüyle omuz omuza yürüyen kapitalist politikalarla kemikleşmiş sınıfsal, etnik, dinsel, cinsiyetsel, bölgesel farklar nasıl aşılacak? Bunlar tepemizde sallanan kaçınılmaz ve ürpertici sorular. Ama öte yandan, bu soruları bilgi ve hafıza adına birer uyarı olarak gündeme getirdiğimizde bugünün özgürlük ruhunu ve çoşkusunu zedeliyor, yeninin önünü eskiyle kapatıyor olmaz mıyız?
Peki, an ile analiz, geçmişin acı hafızası ile bugünün özgürlük ruhu nasıl birleşebilir? Bu gerilim aşılabilir mi? Ya da bu gerilimi yeniden düşünmek bize taze bir politika imkânı sunabilir mi? “Nasıl ki bir nehir denize kavuşmadan önce iki kola ayrılarak bölünür ve gücünü yitirirse, bir kriz sonucu çatallanan anlatı da kaçınılmaz olarak dinamik gücünü kurban eder” diyor Catherine Gallagher, geçmişle bugün ilişkisini dert edinen bir yazısında.[i] Belki de gerçekten başka türlü bakmalıyız bu ikiliğe: çatışmaları yok saymadan ortak kaygılarda birleşmek için. Bugün, bize tam da bu yeni bakışın imkânını veriyor: iktidar söylemlerinin kronolojik anlatılarını parçalayarak, dün, bugün ve yarının iktidar kodlarını kaybettiği bu alacakaranlık kuşağında, geçmişle yüzleşerek ama onun tarafından ele geçirilmeden, dünü de değiştirerek bugünü özgürleştirmeye kalkışma imkânını.
Bu “an” sadece içinde kaçınılmaz olarak geçmişi, yıllar boyu biriken öfkelerin ve özlemlerin öngörülemeyen bir şekilde patlamasını taşımıyor, bir yandan da geçmişin yerleşikleşmiş anlatılarını parçalıyor, geçmişi bugüne getiriyor ve bugün içinde dönüştürüyor. 12 Eylül darbesi sonrasında üzerimize çöken ölü toprağını tam 30 senedir aralamaya çalışıyorduk. 80’ler, 90’lar boyunca Kürdistan’da yaşanan devlet zulmünü epeydir konuşmaya, Kürtlerin nice bedeller ödeyerek sürdürdükleri mücadelelerin sonucu dile gelen barış sürecini derinleştirmeye gayret ediyorduk. 1915 Ermeni soykırımını henüz yeni yeni de olsa gündeme getirmek için uğraşıyorduk. Ama bu anın direniş ruhu, bu farklı tarihsel felaketlerin ve hafızaların kronolojik eksenini de kaydırdı, beklenmedik bir anda hepsini bugüne taşıdı. İktidarların ördüğü zamansallık ve ilerleme anlayışını bir süreliğine de olsa yerle bir etti.
Bu direnişin farklı anlarında birçok buluşma gerçekleşti, gerçekleşiyor. Bunlar aynı düzeyde buluşmalar değil, sorunsuz ve çatışmasız hiç değil. Ama varolan duruşlarda küçük çatlaklar açıyor. Tam da bu çatlaklardan sızan başkalık, henüz nereye devrileceğini bilmediğimiz bu anı imkânlı kılıyor. Belirli anlarda, ulusalcılarla Kürtler temas ediyor, feministler ve LGBT aktivistleri erkek futbol taraftarlarıyla cinsiyetçi dili sorguluyor, yıllarca devlet şiddetiyle izole edilmiş Gazi mahallesi Gezi parkına destek vermek için mahallenin dışına çıkıyor, 78’liler 12 Eylül darbesini 12 Eylül rejiminin “apolitik” gençleriyle birlikte tartışıyor, anti-kapitalist müslümanlar inanç pratiklerini ve iktidar eleştirisini aynı anda deneyimliyor. İstanbul’un “ışıltılı merkezi” karşısında taşralaştırılmış, karanlık ve şiddetle terbiye edilmeye çalışılan kentlerden yükselen “her yer Taksim, her yer direniş” sesleri eşitlik ve özgürlük arzusunu ilk kez bu kadar güçle haykırıyor. Ulusal retoriğin kimi simgeleri de literal bir okumayla yeniden yorumlanabiliyor, örneğin liseli gençler, “Atatürk, Cumhuriyet’i polise değil gençliğe emanet etti” diyerek polise direniyor. Gezi parkının yine devlet şiddetiyle örülmüş somut tarihi de patlıyor, örneğin burada Ermeniler tarafından 1915’te inşa edilmiş, sonra 1922’de sessiz sedasız kaldırılmış bir soykırım anıtı olduğunu ilk kez duyuyoruz. Bir de gerçekleşmeyen ama keşke gerçekleşseydi diyebileceğimiz buluşmalar var…onlarca, yüzlerce... örneğin keşke Gezi anneleri az ötedeki Cumartesi Annelerine bir ziyarette bulunsaydı! Kısmen gerçekleşen ve gerçekleşmese bile hayal ettirdiği buluşmalarla Gezi Parkı direnişi, en geniş anlamıyla “bizi” burada ve şimdi zamandaş kılıyor.
Çatışmaların sona erdiği ya da kolayca uzlaşacağı anlamına gelmiyor tabii ki. Ama Michel-Rolph Trouillot’un dediği gibi geçmiş, geçmişte olanlar değil de bir pozisyonsa[ii], tarihin farklı “dönemlerinde” farklı yerlerdeki toplumsal öznelerin adalet, özgürlük ve eşitlik arayışlarını bugünün aciliyet duygusuyla yeniden anlamdırma gücüne sahip bu zamandaş pozisyon politik imgelemi de devrimcileştirebilir. Daha geniş bir birlikteliğin önünü açabilir. Önü şiddetle, hilelerle, yalanlarla kesilse de dönüşmüş hafızanın hafızası, yeninin sesini taşıyacak. Bunun simgesinin de farklı yaşamsal alanların beslendiği ve ortaklaştığı bir dünyayı imleyen ağaçlar olması zorunlu değildi belki ama tesadüf de değil.
* Meltem Ahıska, Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü