Dünyada Soğuk Savaşın sonlanmasıyla 1990’larda ‘strateji’ kavramı değişmeye başladı; ‘strateji’ politik aktörlerin konumlarını anlamlandıracak adeta sihirli bir formül ve bir hegemonya aracı halinde lanse edilmeye başlandı.
11 Eylül olayları sonrasında ise hem dünyada hem de Türkiye’de stratejik araştırma yaptığını iddia eden sivil kuruluşların sayısında muazzam bir artış gözlemleniyor. Çoğunun faaliyetleri komplo teorilerinin bir gömlek daha iyisini üretmekle sınırlı; ancak kamuoyu algısını yönlendirme çerçevesinde etkinlikleri yabana atılmayacak düzeyde.
Türkiye’de stratejik düşünce dernekleri, kuruluşları ilk başlarda emekli askerlerin ve büyükelçilerin mihmandarlığında kuruldu. Birçoğu devletin resmi politikalarına meşruiyet kazandırma ve muktedirlere akıl verme misyonunu üstlenmiştir.
AKP iktidarı boyunca ise çok temelde hükümete yakın stratejik düşünce kuruluşları ile ulusalcı muhalifleri arasında gözle görülür bir mücadele iklimi hakim oldu; şu anda bahsi geçen mücadelede güçlü taraf iktidarın güdümünde ya da ona yakın olanlar. Zira bu tip sivil kuruluşların karşılaştıkları sorunların başında gelen maddi kaynak ve bağlantı bulma konusunda elleri oldukça rahat. Bürokratlar, iktidara yakın akademisyenler ve aynı kulvardaki gazeteciler mezkûr kuruluşların beşeri kaynaklarını oluşturuyor. Sadece kulis haberlerine değil hükümetin işleyiş mekanizmalarına dair somut bilgilere de ulaşabiliyorlar. Tüm bu nedenlerle dış politikadan ‘içeri’ye gündeme dair her başlıkta bir rapor yayınlayabiliyorlar. Ekseriyetle entelektüel açıdan zayıf olan bu raporlar kamuoyuna hükümetin etkisindeki medyanın desteğiyle “hakikat” gibi sunuluyor.
Gezi Direnişi gibi Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihinde bir dönüm noktası olacak bir tecrübe üzerine iktidara yakın düşünce kuruluşlarının dezenformasyon yapmaması beklenemezdi. İlk ataklardan biri Stratejik Düşünce Enstitüsü’nden geldi. Yasin Aktay’ın başkanlığındaki Stratejik Düşünce Enstitüsü, Mart 2009’da kurulan Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfına bağlı bir kuruluşmuş.
Web’deki tanıtım sayfasına göre Enstitü, “iç ve dış politika bağlamında geleceğin Türkiye’sini şekillendirme yolunda ortak aklı, bilimsel çalışmayı halk iradesi ve egemenliğini esas alan bir sivil düşünce kuruluşu olma” iddiasında.
“Şekillendirme” vurgusu başlı başına tüyler ürpertici zaten.
Bizim için önemli olan Enstitü’nün Gezi için hazırladığı rapor. Zira bu rapor iktidar dilinin nasıl bilimsel bir kisve ile yeniden üretildiğini göstermesi açısından manidar ve Gezi Direnişinin ötesinde iktidar çevrelerinin bugünkü mantalitesini ele veriyor.
“Taksim Gezi Parkı Eylemleri Raporu” adını taşıyan metin Enstitü’nün 7 Haziran’da topladığı Çalıştay’ın sonucunda oluşmuş. Çalıştay’a katılanlar arasında akademisyenlerin yanı sıra Yeni Şafak yazarından eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanvekili’ne; Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarından rektör yardımcılarına uzanan ve kompozisyondan yönelimlerini kestirebileceğiniz bir kadro mevcut.
Hükümetin stepnesi olmak
AKP iktidarı yirmi günü aşan bir süredir Gezi direnişini itibarsızlaştırmak ve kriminalize etmek için elinden geleni ardına koymadı. Sadece biz direnişçileri değil; bize destek olan az sayıdaki gazeteci ve sanatçıyı da namlunun ucuna yerleştirdi.
Bugünlerde devam eden cadı avı ise bu sürecin direkt bir parçası. AKP’nin kendine muhalif olanlara yönelik izlediği siyasete bilenler için hiç de sürpriz olmayan ama sonuçları itibari ile bir dizi yeni hukuksuzluğa yol açacağı belli olan operasyonlara meşruiyet zemini yaratmak ise iktidar sözcüleri kadar onlarla bütünleşik entelijansiyanın da işi elbette!
Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün raporunu da bu çerçevede değerlendirmek gerek. Rapor, Gezi direnişinin hükümet karşıtı bir planlamanın ürünü olduğunu ve olaylar sürdükçe “planlayıcıların” arttığını veri olarak kabul ederek başlıyor. ODTÜ’de uydu fırlatma töreninde sonra Reyhanlı’da olanlar gibi Gezi de bir “derin tertip işi” rapora sunuş yazan Yasin Aktay’a göre. Zaten ilerleyen satırlarda Aktay olayların “tipik bir Ergenekoncu, darbeci operasyonu” olduğu görüldü diyor. Direnişin içindeki otoriter ve militarist tutumları dışlayan, onlarla dalga geçen kendiliğindenliği ve özgürlükçü ruhu yok sayıyor. Tıpkı sanatçıları kitlesine yuhalatan başbakan gibi direnişe destek veren gazetecileri ve sanatçıları kışkırtıcılık ile itham etmesi ise metinde bizzat kendisinin eleştirdiği popülizmin dik alası. Hükümetin emir ve telkinle gazeteci, sanatçı kovdurduğu bir ülkede cesaretle sesini çıkaranları “yangına körükle gidenler” olarak etiketlemek insaf sınırlarının dışında.
Gezi direnişi esnasında ana akım medyanın ne kadar kötü bir sınav verdiği ortada. O kadar büyük bir sefalet içindeydiler ki sosyal medya erişimi olmayanlar ancak ulusalcı kanallardan o da sabırlarını zorlaya zorlaya olup biteni izlemek zorunda kaldılar. Ancak bu mecburiyet dahi raporda hükümete karşı komplo savının bir delili şeklinde sunuluyor.
Ana akım medya bu denli üç maymunu oynarken raporun sunuşunda Yasin Aktay, saldırganların medyada polis mağduru olarak gösterildiğini iddia ediyor. Öncelikle uzun müddet medyada gösterilen bir şey yok (ki raporda bu durum bile olayların büyümesi için özellikle tercih edilen bir taktik olarak sunuluyor); ikincisi “saldıranlar” değil protesto edenler; üçüncüsü mağdur gösterilenler nedense Aktay’ın ileri sürdüğü gibi “saldırganlar” değil polislerdi.
Bir medya skandalı olarak servis edilen tekstler üzerinden, direnişçileri aşağılayıcı spot’larla haber geçen ana akım medya, sadece iktidarın işine geldiği yerlerde görüntü aktardı kamuoyuna.
Entelektüel körlük mü iktidar yalakalığı mı?
AKP iktidarının yerel yönetim ve şehircilik anlayışını öven Aktay, “marka” haline geldiğini iddia ettiği iktidarın belediyeciliğini eleştirenlerin haksızlık yaptığını söylemekten kendini alamıyor. Doğayla barışık, kentin kültürel mirasına sahip çıkan belediyecilik ve çevrecilik derken Aktay acaba müzeden camiye çevrilen kiliseleri, TOKİ’lere ve onla hareket eden taşeron inşaat firmalarına açılan kamu alanlarını, talan edilen ormanlık arazileri, HES’leri, maden ve turizm şirketlerine peşkeş çeken doğa harikalarını bilmiyor mu?
Aktay, Topçu Kışlasının daha önce bilinen bir proje olduğu, demokratik yollardan onaylandığı, genel bir düzenlemenin önemli bir parçası olduğu gibi gülünç temellendirmelerle iktidarın oldubittisine arka çıkıyor. Yasin Aktay’ın cümleleri ile: “Taksim’deki Gezi Parkı konusunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Meclis kararıyla geçmiş olan ve son seçimlerde AK Parti’nin halkla paylaştığı Taksim Meydanı projesi bilinmeyen bir proje değil. Bu proje tamamlandığında Taksim’de sökülen ağaçların sadece yerleri değişmiş, ilaveten daha fazla ağacı da ihtiva edeceği de proje münderecatında yer alıyor. Taksim’de İstanbul’un şanına yaraşır bir meydan düzenlemesinin gerektireceği unsurlar düşünülmüş. Meydana bir tarihi bina yapmak gerekiyor. Ama bunu uydurmaya gerek yok. Zaten eskiden orada var olan ve mimari yapısı itibariyle meydana çok yakışacağı düşünülen bir yapı, eski topçu kışlası. (s. 6; vurgular bana ait)”
Ben okuduğumda tarihi bir bina yapma gerekliliğinde onlarca mantık hatası buluyorum zaten; bir de yakışacağı düşünülmüş! Kusura bakmasınlar ama ya Gezi direnişi ve çerçevesinde gerçekleşenleri anlama kapasitesinden uzaklar ya da iktidarla olan ilişkileri nedeni ile gördüklerini bu kadar eğip bükerek alenen yalan söylüyorlar. Zira “Taksim düzenleme” projesi dayatıldığı andan itibaren sivil inisiyatifler müthiş bir demokrasi mücadelesi verdi; tarihin ihyasını politik ve ekonomik bir çıkar için kullanılmasına karşı çıktı; gezinin korunmasının şehircilik ve çevresel açıdan önemi vurgulandı.
Hem sadece Taksim ile de başlamadı bu mücadele; Haydarpaşa, Galataport tüm tepeden inme politikalara karşı kitlesel eylemler gerçekleşti. Şimdi bunları yok mu sayacağız?
Rapor, histerik bir toplumsal ruh haline işaret ettiğini iddia ettikleri Gezi protestolarının neden olduğu “maddi zararlar”ın dökümü ile başlıyor. Gezi parkındaki ağaçların yer değiştirmesi çalışmaları sırasında sol eğilimli ve marjinal grupların eyleme geçtikleri ve onlara müdahale edilmesinden sonra sosyal medya marifetiyle örgütlendikleri yazılıyor.
Gezi Eylemlerinin başka şehirlere taşınması ise hükümete karşı komplonun bir kanıtı gibi sunuluyor. Gezi’dekilerin diğer şehirlerdeki şiddeti kınamadığı söyleniyor: “Herkes biliyor ki, o hareketin Taksim dışına da bir yansıması var ve bu yansımadan saldırgan bir Vandalizm, militarizm, faşizme kadar giden bir ulusalcı anti-siyasallık üstelik Taksim bu sokak gösterilerine yansıyan şiddeti kendi varlığı ve gücü için bir gösterge olarak sunmaktan hiç de çekinmiyor, arasına hiç mesafe koymaya çalışmıyor” (s. 9). Demek ki Ankara’da, Mersin’de ve daha birçok şehirde Gezi direnişi için eylem yapıp polisin saldırısı ile karşılaşanlara bakma gayretinde bile bulunmamışlar.
Rapora göre Gezi’deki eylemci profili marjinal sol olarak tarif ediliyor. Hatta anlaşılması mümkün olmayacak bir şekilde “ulusalcı-sol çizgiye” yakınlar deniyor; hâlbuki Taksim için oluşturulan dayanışma ağında sosyalistler kadar liberaller, çevreciler, anarşistler, çevreciler de vardı.
Raporda ülke genelindeki olaylara “karışanlar” ise ayrı bir kategori olarak sınıflandırılıyor. Ulusalcı solcular, Beyaz Türkler, Devrimci sol partiler ve örgütler, feministler ve anarşistler “marjinal” kesimler olarak aynı kümede sayılıyor, seküler milliyetçi gruplar, anti-kapitalist Müslümanlar (ki raporda yanlış bir biçimde Müslüman kapitalistler olarak yazılı), “kriminal gruplar”, kendilerini bunlara yakın hisseden sanatçı, gazeteci, akademisyen ve iş çevrelerinden kişiler dahil olanlar şeklinde zikredilmiş. Tabi anti-komünizm bakiyesi kandırılmış gençler ve maceraperestler tüm bunlara eklenmiş. Kitle bu kadar geniş olunca; böyle bir kompozisyonun kendiliğindenliğine inanmak çalıştaya katılanlar için korkulu bir rüya olsa gerek; o nedenle bu kitlenin birlikteliğini de organize güçlere bağlıyorlar: “Bu ölçüde geniş bir kitlenin -münferit bazı hadiseler dışında- bu kadar farklı konu üzerinde mutabakat sağlaması ve ortak bir dil kullanması akla çok yatkın gelmemektedir. Bu da, eylemcilerin sokağa çıkış amaçlarından bağımsız bir şekilde, gösterilerin arkasında duran, onları organize eden, yöneten ve yönlendiren karanlık güç ya da güçlerin de varlığını akla getirmektedir” (s.18; vurgu bana ait).
Rapora göre eylemciler doğrudan Başbakanı (Erdoğan sanki ortada başka yetki sahibi muhatap bırakmış gibi) hedef alarak iktidar partisi içinde bir bölünmeyi hedeflemiş. Uluslararası istihbarat görevlileri de bunlara katılmış; uluslararası medya bu yüzden canlı görüntüler aktarmış falan. Amaç bölgesinde itibarı yüksek, sözü dinlenen Türkiye’yi yıpratmakmış. Suriye politikası sarpa saran, AB ile ilişkileri her geçen gün daha da bozulan Türkiye’nin uluslararası siyasette nasıl bir ağırlığı olduğunun taktiri okuyucunun. Biz bu masalların ve paranoyaların Soğuk Savaş döneminde kaldığını zannediyorduk yanılmışız. Türk Sağının zihniyet dünyasında korkutucu bir devamlılık söz konusu.
Raporda tahmin edebileceğiniz gibi polisin uyguladığı şiddet, uzun süre valinin ve belediye başkanının sorumluluk almaması sonrasında ise hükümetin güdümünde hareket etmesi gibi çok kritik mevzular es geçilmiş. Direnişe katılan gençlerin yaşam tarzı üzerinde iktidar tarafından hiçbir şekilde baskı kurulmadığı ama sanki öyleymiş gibi bir atmosferin yaratıldığı iddia edilmiş. Tabi içki sınırlandırmalarından kürtaj yasaklama tartışmalarına, ertesi gün hapının reçeteye bağlanmasından kamu görevlilerinin ahlak bekçiliği uygulamalarına kadar uzanan bir dizi mesele zaten Türkiye’de gerçekleşmiyor!
Kendilerini sanal bir mağduriyet içinde hissettikleri ileri sürülen bu gençleri ıslah etmekte her zamanki gibi Milli Eğitim Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı ve YÖK’e düşmektedir! Evet doğru okudunuz rapora göre eğitim politikaları demokratik değerlere ve insan haklarına saygılı, milli-manevi değerlerle uyumlu bir yapıya kavuşturulunca “isyankâr” gençliğimiz susacak. Vaktinde YÖK’ü ve Milli Eğitim Bakanlığını homojen bireyler yetiştirme sevdasındaki kurumlar olarak tanımlayan (ki doğrudur) isimler şimdi kendilerine uygun bir tekbiçimlilik için aynı kurumlardan medet umuyorlar. Tüm bunlardan sonra raporun öneriler bölümünde yer alan liberal demokrasi çağrılarına itibar etmek sizce ne kadar mümkün?
Neyin “sivil”i neyin stratejisi
Neticede “sivil” olmayı AKP’lilikle özdeşleştiren; “stratejiyi” de iktidara yol haritası sunma olarak anlayan bir zihniyetin ürünüdür. Diğer bir ifade ile iktidar kanadının söylemine paralel; Başbakanın vulgar söyleminin içeriğine uygun ama üslubunu incelten bu rapor, her türlü anlama çabasının uzağında politik bir yandaşlık teşebbüsüdür. AKP için hazırlanmış bir defans ve direnişi karalama operasyonudur. Bu açıdan tam bir stratejik sefalettir ve AKP başta olmak üzere hiç kimseye faydası yoktur. Zamanında özgürlük ve demokratik değerler savunusu yaptığını iddia eden bir söylemin bugün nasıl bir iktidar diline dönüştüğünün göstergesidir. Ötekileştirmeyelim diyip ötekileştirmenin özetidir.
Tüm bu manzaraya bakarak, düşünce üretme ve analiz çerçevesi geliştirme faaliyetinin iktidar yanlısı kuruluşların ya da ulusalcı-militarist çevrelerin eline bırakılamayacak kadar önemli bir iş olduğunu söylemek gerek. O nedenle Gezi direnişi sonrasında mahallelerde, üniversitelerde, parklarda tertiplenen forumlar çok önemli. Tepeden, ‘uzman’ eli ile değil paylaşıma dayalı, birlikte düşünme pratiğini canlandırarak iktidarın hegemonyasına karşı müthiş bir cevap niteliğindeki forumlarda yeni bir Türkiye çıkacak. (GGÖ/HK)