27 Mayıs günü Taksim’de başlayan ve hızla tüm Türkiye kentlerine yayılan toplumsal direnişe katılanların niyetlerini, amaçlarını okuyabildiğimi iddia etmeyeceğim. Hareketin çok farklı kesimlerden insanlardan oluştuğu ve rejimin uygulamalarına farklı itiraz noktalarından hareket ettikleri, Türkiye’nin geleceğine dair çok farklı tahayyülleri olduğu kesin. Toplumsal hareketin bu renkli ama birbiriyle - en azından şimdilik - barışık, birbirine gönül açmış hali, hareketin enerjisini ve çekici yanını oluşturuyor. Hareketin bileşenlerinin, destekleyenlerinin bu gönül açıklığı ve çok renklilik hali üzerinde düşüneceği ve bu hali içselleştirmenin yollarını arayacağı umudunda olmak istiyor insan. Bu hepimiz için çok yeni bir şey.
Buna karşılık, en azından toplumsal direnişi harekete geçiren etkenler üzerine konuşmak mümkün.
31 Mayıs sabahı Gezi Parkına yapılan baskına tahammül edemeyen ve özgürlük adına ne varsa kaybedeceklerini düşünen kentli halk kesimleri, polis aracılığıyla uygulanan, insan hayatını hiçe sayan müdahalelerle karşılaşınca gösteriler isyana dönüştü. Bunda kuşkusuz, Başbakanın ve partisinin, siyasal, ekonomik ve toplumsal topyekûn dönüştürme gündemi doğrultusunda hızla ve kimseyi dinlemeden yoluna devam edeceğini ilan etmekte olmasından kaynaklanan kaygılar ve gerginlikler de önemli bir rol oynadı.
Kentli hayat tarzlarına ve kentlerin nefes aldığı kamusal alanlara göz diken AKP iktidarı ve ardındaki inşaat lobisi, paniğe kapılarak, bu isyanı körüklemiş gibi görünüyor. Gösterilere katılanların büyük çoğunluğu daha önce kendiliğinden bir toplumsal harekete katılmamış, hele iktidar aygıtlarının hışmına hiç uğramamıştı. Yıllardır devlet aygıtlarını elinde tutanların otoriteryen uygulamalarına karşı çıkanların çok iyi bildiği bir şeyi öğrendiler: Polis şiddetinin keyfiliğini, sınır tanımazlığını, kendi vergileriyle ödenen zulmü, hakareti.
Ceberut devlet iktidarını bu kez kendi siyasal ve ekonomik ikbali için kullanan AKP ve etrafında kenetlenmiş çıkar gruplarına karşı çare yoktu; çünkü global neo-liberal kapitalist hegemonya, dünyanın etkisi altında tuttuğu büyük bir kısmında amansız, topyekûn bir iktidar kurmuş görünüyor. Çünkü AKP, 12 Eylül rejiminin aygıtlarını, ordu, polis, yargı ve medyayı tekeli altına almayı başarmış ve bunun için de, neoliberal istilanın başka bir mekanizmasını kullanmıştı: Devlet eliyle, yasama ve bürokrasi eliyle sermayenin el değiştirmesini sağlamış ve sermaye birikimini sıkıca kontrolü altına almıştı.
Özellikle, ekonominin motoru haline gelen inşaat sektöründe hızlı ve kolay kâr kanallarını – akarsuların ve ormanların talana açılması, sağlık ve eğitim sektörlerindeki reformlar yoluyla – rahatlatmış, hükümete ve AKP belediyeleriyle sıkı bir ilişki içine sokmuştu. (Şimdi anlıyoruz ki, Tabiat Kanunu, ülkenin doğasına son darbeyi vuracaktı.)
İnşaat ve bankacılık sektörleriyle içiçe olan tekelci medya şirketleri de, iktidarla yeni bir göbek bağı kurarak, neredeyse topyekûn kontrolü altına alındı, bağımsız gazetecilik yapanlar bizzat Başbakanın talimatıyla işten çıkarıldı.
AKP’nin dayatmacı politikalarına, kamu ve doğa kaynaklarının talan edilmesine ve sağlık ve öğrenim alanlarında hızlı neoliberal değişimlere karşı yapacak bir şey yok gibi görünüyordu. Çünkü AKP iktidarına yükselen her itiraz hızla bastırılıyor ve ODTÜ örneğinde olduğu gibi yaralı protestocular medya tarafından mahkum ediliyor, mahkemeler tarafından süresiz, yargısız zindana mahkum ediliyordu. Her ciddi eleştiri ve protesto, neoliberal polisiye taktiklerin rutin bir uygulaması olarak kriminalize ediliyor, geniş halk kitlelerinde korku oluşturuyordu. Adı konulmamış bir olağanüstü hal rejimi, yatak odalarımıza kadar uzanmaya başladı.
AKP rejiminin üç payandası
AKP iktidarının on yılı, muhalefet hareketlerine ve toplumsal itirazlara karşı orantısız şiddet kullanımıyla işaretlendi. Ancak evlerine ekmek getiremeyecek duruma geldiklerinde seslerini çıkaran emekçiler, kadın hakları aktivistleri, üniversitelere yönelik baskılara karşı gösteri yapan öğrenci ve öğretim üyeleri, akarsuların, ormanların ve parkların talan edilmesine karşı çıkan sivil hareketlerden Başbakanı protesto eden Karadenizlilere, daha neler, Cumhuriyet Bayramını sokaklarda kutlamak isteyenlere kadar şiddetin katı, sıvı ve gaz halleri sınır tanımaz bir şekilde kullanıldı.
Medyanın iktidarda kim varsa onunla göbek bağı içinde olması, bu olaylardaki tetikçi tutumunu açıklayabilirdi. Ama tasfiye ve yer değiştirmelerin ardından yargının da, iktidarın uygulamalarını koşulsuz meşrulaştırma ve kolluk güçleri önlerine ne koyduysa o yönde karar verme hali, toplumsal ve siyasal muhalefet grupları açısından karanlık bir Türkiye tablosu çiziyor.
Aynı zamanda AKP, başı yeni Hıristiyan Sağı tarafından çekilen global tahakkümün muazzam kaynaklar harcayarak yarattığı toplumsal muhafazakâr gündemden başarıyla yararlanıyor. Kürtaj ve eşcinsellik gibi ABD sağının takıntısı olan meseleleri Türkiye’nin gündemine sürerek, cinsellik konusunda kafası karışık ve korku dolu Türk halkının büyük bir kısmının gündemin işgal edebiliyor. Ve bu arada hızla, yandaş sermayenin önünü açan yeni yasalar çıkarıyor.
Fakat bütün bu saptamalar, AKP’nin toplumsal hareketlere karşı, ayyuka çıkan korkusunu ve orantısız şiddet kullanımını nasıl açıklayabilir? Başbakan, mümin ve ahlaklı bir gençlik yaratacaklarını defaatle söylemişti. Ömer Çelik, Gramsci’ye tuhaf bir göndermede bulunarak, kültürel hegemonyaya dayalı bir iktidar olduklarını ilan etmişti. Öyleyse ne oldu? Kendi söylemleri içinde tutarlı kalmaları açısından, eğitim ve kültür kurumlarında, hatta medya üzerindeki denetimleriyle yetinmeleri, Türkiye’deki köklü dönüşüm hedeflerine bu alanlar üzerinden yürümeleri beklenmez miydi?
Başbakan ve danışmanları, denetim mekanizmalarının zayıflatıldığı bir Başkanlık sistemi heveslerini ilan eder ve ‘çılgın’ projelerini yürürlüğe sokarken, özgürlüklere müdahale eleştirilerine ahlak ve din adına cevap veriyor, özel yaşamın artık devlet denetimine alınması gerektiğini ilan ediyor, heykellerden ekmeğe kadar her konuda kendi tercihlerini dayatıyordu.
Yaşam alanları direnişin odağı haline geliyor
Artık şu açıktır: AKP, ciddi bir muhalefetin olmamasıyla övünürken bir yandan da her muhalefet hareketine şiddetle müdahale ediyor, toplumsal hareketlere katılanların suç işlediğini ilan ediyor, itirazları dinlemekten ve itirazların işitilmesinden korkuyor.
Dolayısıyla, bir yandan haklılıkları konusunda çok emin görünen ve herkesin bu haklılık inancını tekrarlamasını isteyen AKP, eleştiriye, tartışmaya, hatta mizaha karşı büyük bir korku duyuyor. Başbakan’ın ‘mütedeyyin gençlik’ hedefi, bu gençliğin başka sesleri işitmesi tehdidiyle yüzleşemiyor. Bu yüzden üniversitedeki ve medyadaki aykırı sesler, orantısız bir şiddetle bastırılıyor. Bu yüzden sosyal medyaya karşı fetvalar veriliyor.
Hem polis şiddeti, hem de Başbakan ve AKP tarafından toplumsal hareketin genişlemesine ve sürmesine karşı baskı ve tehditler, Türkiye’nin geleceğine dair iki önemli ipucu veriyor: Bir, AKP otoriteryenizmi ciddi bir tehdittir ve totaliter eğilimler göstermektedir. İki, AKP toplumsal hareketlerde ciddi bir tehdit görmektedir, bu yüzden de toplumsal hareketleri demokratik yönetme kabiliyeti yoktur.
AKP’nin neoliberal hırsları, Türkiye’ye özgü sermaye birikimi süreciyle şekillenmektedir elbette: yani müteahhit kapitalizmi, doğanın ve kamusal alanların talan edilmesi, yabancı sermaye bağımlılığı, sadece sermayenin değil geçim yollarının da yeni ve yandaş gruplara aktarılma süreci, bu kesimlerin minnet ve bağımlılık ilişkilerinden beslenen iktidarın kapalı döngüsü… (YB/HK)
Yine bu ortamda, Meclis’teki iktidar talep eden muhalif partiler, Türkiye toplumuna ciddi bir temsil alternatifi sunmuyor. Fakat AKP’nin çok övündüğü bu durum, AKP’den değil, bu partilerin de neoliberal politikalara mahkum olmasından, dolayısıyla neoliberal oyunu daha iyi oynayan, köşebaşlarını zaten tutmuş olan bir partiye gerçekten de alternatif olamayacakları gerçeğinden kaynaklanıyor.
Neoliberal AKP rejiminin, korkutma ve yıldırma yöntemleriyle yarattığı muhalefet boşluğu, şimdi öyle görünüyor ki, apolitik bir kuşak tarafından dolduruluyor ve kent meydanlarında ve mahallelerde yeni buluşmalara yol açıyor. AKP kariyer entelektüellerinin kültürel savaşı kazandıklarını ilan ettikleri noktada, tam da bu savaşın tahrip etmeye yöneldiği alanlarda, kent meydanlarında, inşaat şirketlerine peşkeş çekilen doğa alanlarında, akarsu yataklarında direnç yükseliyor. AKP’nin neoliberal ve toplumsal muhafazakar politikleriyle hedef aldığı yaşam alanlarından doğuyor toplumsal direniş.