Taksim Gezi Parkı direnişçileriyle dayanışmanın geniş tabanlı bir muhalefet hareketine dönüşmesi, Türkiye’de kamusal alanın genişlemesi ve yeniden inşası için yeni olanaklar yaratabilir.
Gösterilere katılanların Türk medya korporasyonlarına haklı olarak tepki göstermesi, bu açıdan önemli bir alana işaret ediyor: Tam da bu korporasyonların ve yayın kanallarının işlevi olmayan bir şeyin onlardan istenmesinin gösterdiği bir duruma…
31 Mayıs sabahı Gezi Parkına yapılan baskına tahammül edemeyen ve polisin tavrında özgürlük adına ne varsa kaybedeceklerini düşünen geniş kentli halk kesimleri. Polisin insan hayatını hiçe sayan müdahaleleriyle karşılaşınca gösteriler isyana dönüştü.
Bunda kuşkusuz, Başbakanın ve partisinin otoriteryen yönelimini, neo-liberal ve neo-muhafazakar gündemi doğrultusunda hızla ve kimseyi dinlemeden ilerleyeceğini göstermesinden kaynaklanan kaygılar ve gerginlikler de önemli bir rol oynadı.
Hayat tarzı ve kamusal hayatı ciddi zarar göreceği artık ayan beyan ortada olan kentli orta sınıf kesimlerin içten içe kaynayan, her dışa vurum girişiminde bastırılan öfkesi, bana öyle görünüyor ki, bu toplumsal hareketin direklerinden birini oluşturdu.
Başbakanın yanıtı, Ahmet İnsel’in deyimiyle ‘otoriteryen taşkınlığı’, bu isyanı körükledi. Gösterilere katılanların büyük çoğunluğu daha önce belki siyasal bir partinin ya da ideolojinin düzenlediği mitinglere katılmış, birilerinin iktidar taleplerini desteklemişlerdi. Ama kendiliğinden bir toplumsal harekete ilk defa katılıyor, çoğu iktidar aygıtlarının hışmına ilk kez uğruyordu.
Dahası, sigara ve alkolle ilgili kısıtlamalar konusunda, katliamlar ve kitlesel işkenceyle ilgili olduğundan daha fazla konuşmuşlardı. İstanbul’un ve Türkiye’nin ormanlarının süregiden yağmasından, hızla boşalan, hekimsiz ve hemşiresiz kalan hastanelerden, sağlıkta özelleştirme yıkımından daha fazla Gezi parkı konusunda konuşmuşlardı.
Meydana çıkar çıkmaz da, 12 Eylülden beri iktidar sahiplerinin ceberrutluğuna karşı çıkanların çok iyi bildiği bir şeyi öğrendiler: Polis şiddetinin keyfiliğini, sınır tanımazlığını, hukuksuzluğu, zulmü, hakareti…
Adaletsizlik tecrübesinden empatiye geçiş mümkün mü?
Bir şeyi daha öğrendiler: Medya korporasyonlarının haber verdiği ile onların bizzat yaşadıkları, tanık olduğu gerçeklikler arasında bir uçurum vardı. Kamusal alan öylesine kuşatılmıştı ki, seslerini onları işitmeye hazır olan bir azınlığa duyurabiliyorlardı sadece.
Kamu hayatı açısından yaşamsal önem taşıyan bilgiler – köylerin neden ve kim tarafından yakılıyordu; ormanlar neden ve kim tarafından talan ediliyor, orman arazisi olmaktan çıkıyordu; hastanelerde neler oluyor da artık hekimler kalmıyordu ve özel hastanelere mahkumduk – kapalı devre olarak üretilip tüketiliyordu.
Yakılan köyler ve bu köylerden zorla göçettirilerek sefalete teslim edilen, yıllardır kentlerin varoşlarında yaşayan sakinleri, sadece Kürtlerin bilgi ve kaygı alanındaydı; içme suyumuz ve ormanlar bir avuç çevrecinin derdiydi.
Şimdi iktidarda olan AKP’ye oy veren ve iktidarlarca hep ‘sessiz çoğunluk’ denen kesime, yani ‘kitleler’e ulaşmanın, ne yaşandığını onlara da anlatmanın bir yolu yoktu. Tıpkı bir zamanlar kendilerine ancak 12 Eylül ya da 28 Şubat medyasının izin verdiği kadar ve biçimde ulaşılabildiği gibi.
Bugün de meydanlarda ve parklarda gösterilere katılan ve muhalefeti tecrübe etmeye başlayanların ne kadarı Başbakanın dayatmacılığının ve polis şiddetinin ötesinde kaygılara sahip; ne kadarı sadece AKP’nin muhafazakâr dayatmalarından korktuğu için meydanları ve parkları dolduruyor bilemem.
Kesin olan şey, bu meydanlarda ve parklarda duruş kazanan Kentli orta sınıfların, şimdi Kent yoksullarıyla, solcu öğrencilerle, yeşil ya da insan hakları aktivistleriyle ve Kürtlerle, Alevilerle, Ermenilerle, Romanlarla daha çok karşılaşma ve onları işitme imkanları bulduklarıdır. Bu da Türkiye için yeni, dönüştürücü bir olanaktır.
Şimdi direnmeyi ve ‘orantısız şiddet’i tecrübe edenler, yaygın medya tarafından sessiz bırakıldıklarını, seslerinin geniş toplum kesimlerine ulaşamayacağını gördüler. Bunun için de – sol muhalefetin tekelci medya diyerek zaten mahkûm etmiş olduğu - medyaya öfke duydular.
Oysa yanıbaşlarında yürüyen solcu öğrenciler için, işsiz kalan emekçiler için, suyun ve ormanların - bu hükümetçe ve önceki hükümetlerce - kâr dağıtmak üzere talan edilmesine direnenler için, köylerinin yakılıp yıkılmasına isyan edenler için bu yeni bir haber değildi.
12 Eylül döneminin Mamak zindanında Türkiye tarihinin en amansız işkencelerine maruz kalanlar, Emin Çölaşan’ın Hürriyet Gazetesinde yayınlanan Mamak güzellemesini iyi biliyordu. Kürt köylüler anne babalarının, çocuklarının öldürülmesini bütün dünyaya duyurabildiklerini ama Türkiye’ye duyuramadıklarını gördüler.
Bugünün ‘endişeli modernleri’, o zaman TRT’de Ertürk Yöndem’in programlarını izleyip o Kürt köylülerin geri kalmışlığını, devlete nankörlüklerini sıralayan höykürmelerle tatmin oluyor; evlerinin derli toplu, herşeyin yolunda olduğuna seviniyor, yine Emin Çölaşan’ın yazılarıyla insan hakları savunucularına karşı coşuyorlardı.
Aynı kesimler, türbanlı kız çocuklarına yapılan baskı ve hakaretlerin de rejimin korunması için gerekli olduğunu, çünkü turban takmanın ardında başka niyetler, bizim bilmediğimiz bağlantılar olduğunu dinleyip rahat uykularına dönüyorlardı. Polisin ve yargının, Genel Kurmayca işaretlenmiş hedeflere saldırılarından hiç rahatsız değillerdi. Çünkü Uğur Dündar’ların çizdiği ‘her daim haklı ve güçlü Türkiye’ tablosu onları tatmin etmeye yeterdi.
‘Hayata Dönüş’ operasyonlarında insanlar bütün dünyanın gözleri önünde yakılırken, Türkiye’nin sessiz çoğunluğu haykırarak onaylıyordu o zamanın hükümetini. Şimdi anlıyoruz ki, o zamanın hükümeti bile, Adalet Bakanlığı-İçişleri Bakanlığı bürokrasilerince ne kadar kurnaz, ne kadar zalimane bir plana dahil edildiklerini görememişlerdi. O bürokratlar hâlâ yerlerinde ve bugün de AKP’ye aynı coşkuyla hizmet ediyor.
Bu operasyonun hedeflerinin geçmişi de vardı: Belki adalet talebinde ‘ileri gitmiş’ gençlerdi, ama sadece fikirleri nedeniyle evlerine baskın yapılır ve işkenceye götürülürken komşuları kar maskeli polisleri alkışlamıştı. Bu görüntüler TV kanallarında yayınlanırken, ‘Devlet’in ülkenin birlik ve büünlüğünü bir kez daha teröristlerden koruduğunu öğrenen yurttaşlar evlerinin pencerelerine bayraklar asmıyor muydu?
Aynı TV kanalları Türkiye’de çocukların işkence görmesine dair eleştiri yapan bir Avrupa kurumuna karşı protesto kampanyasına çağrıldığında binlerce faks gönderen, ama çocukların kim olduğunu ve gerçekte başlarına neler geldiğini merak bile etmeyen kimlerdi? Hangi partileri destekliyorlar şimdi?
Daha dün Roboski’de öldürülenlerin kaçakçı olduğu konusunda bir uzlaşma yok muydu? Üstelik de bu hikaye, yine bu kesimlerin hali hazırda alerjik olduğu AKP rejimince uydurulmadı mı? Sanki kaçakçı olsalar, havadan böylesine zalimane, böylesine Vietnamane bir şekilde bombalanmaları meşru gösterilebilirmiş gibi… Ve meşru görülmedi mi?
Medya korporasyonlarının patronları ve mesleğinin çakalı olan bir çok meşhur gazeteci, bütün bu hikayelerin içyüzünü ve bu hikayelerde kendilerine biçilen rolleri, pek çok siyasetçiden de iyi biliyordu. Cüz’i bir ihale karşılığında…
‘Orantısız zeka’: Direniş kendi medyasını yaratabilir mi?
Şimdi bu toplumsal hareketliğin kafa ve gönül açıklığı, bu ölü toprağından silkinmişlik, bir ‘endişeli modern’in (ki endişesinde haklılığı şimdi ayan beyan ortadadır) yanı başında yürüyen Kürde ya da türbanlı kıza dönüp bakmasına (ya da tersi) ve bir şeyin kafasına dank etmesine yol açarsa, Türkiye yeni bir noktaya taşınacaktır. Bu, iktidara heveslenen, iktidara tutunan bir hareketten çok daha büyük bir güçtür.
Toplumsal hareket, sosyal medyadan, internet üzerindeki canlı yayın kanallarından son derece etkin bir şekilde yararlandı.
Doğru: bu bilgi dolaşımının alıcısı, büyük ölçüde zaten onun içinde olanlar, farklı saiklerle destekleyenler onların Facebook arkadaşları ya da Twitter takipçileri.
Ama aynı zamanda komşuları... Ankara Çiğdem mahallesindeki akşam gösterilerini anlatan bir arkadaşım, TKPli gençlerin yönlendirdiği bu toplantıların herkesin kendi görüşlerini, kendi yaşam penceresinden bakışını anlattığı bir sürekli foruma döndüğünü gözlemliyor. Gezi ve Kuğulu Parkları’nda yaşanan bu dönüşüm deneyimlerinin, başka mahallelerde Halkevleri, EMEPli ya da CHPli gençler tarafından da, birbirinden habersiz olarak çoğaltıldığını görüyoruz.
Kentlilik keşfedildikçe mahallelilik de keşfediliyor.
Gezi Parkının temsil ettiği kamusal alan, yüzyüze karşılaşmaların ve bir başkasını görüp işitmenin mekanıdır. Sosyal medya, modern kentte artık mümkün olmayan bu alanın inşa yollarından sadece birisi.
Karşılaşma, bakışma ve işitmenin başka yolları da var. Gösteriler de bunun yollarından biri.
Eminim ki, iktidarın orantısız şiddetine karşı orantısız zeka kıvılcımlarıyla yanıt veren toplumsal direniş hareketi, iletişmenin ve birbirine dert anlatmanın yaratıcı yollarını bulmaya devam edecektir.
Bianet’in uzun zamandır yapmaya ve yaygınlaştırmaya çalıştığı yurttaş gazeteciliği de, bu tür yollardan biri.
Toplumsal harekete katılmanın bir yolu da, yanıbaşımızda olan ve daha uzakta duranlara, durdukları yerin ardındaki hikayeyi sormak ve hepimize anlatmak olabilir. Bu karşılaşmaların hangi sorulara, hangi cevaplara yol açtığını...
AKP devranının skolastları üzerine bir son not
Son zamanlarda bir tür 28 Şubat gazetesine dönüşen Yeni Şafak gazetesinde, Amerikan sosyolojisinin aşındırılmış kalıplarını fazlaca kullanan yazarlar (Bkz. Süleyman Seyfi Öğün ve Yusuf Kaplan), bu yeni toplumsal hareketin hızlı modernleşmenin veya post-modern durumun hatalı yan sonuçları (disfonksiyonları) olduğunu söyler gibiler. AKP için de pek alâ aynı şey söylenebilir, Selefi hareket için de. Bunların hiçbirisi için de böyle bir yaklaşım bize bir şey söylemiş olmazdı.
Üstten bakmayı içselleştirmiş skolastiklerin, kendiliğinden gelişen aykırı, düzene ve kutupsal bir konuma yerleştirilemeyen hareketlere ’altkültür’ muamelesi yapması da kanıksadığımız, içsıkıntısı vermekten başka bir şeye yaramayan bir tutum. Artık devrini tamamlamış bir neşriyat tarzı ve bütün bu gazetelerde değer kazanan görüşleriyle karşımıza çıkıp yeni vaazlar veren köşe beyleri...
Hayata okudukları kitapların aynasından bakarak kişisel siyasal duruşlarını, önyargılarını, taraftarlıklarını yüceltmeyi alışkanlık edinmiş bu tür üstten bakışçı skolastik yaklaşımların göremeyeceği, insanın kentine sahip çıkmasının işte bu yaşadığımız dünyada, bugünde yaratabileceği olanakların zenginliğidir. (YB/HK)