Her başkaldırı, her devrim tahmin edilemez, öngörülemez ve biriciktir.
Zira ne kadar teorik şablonu, hazırlığı önceden düşünülse de belirleyici olan pratiğin kendisidir. Koskocaman bir hanedanı yerinden oynatıp uzun vadede dünyanın siyasi iklimini değiştiren Fransız İhtilali’nden 1917 Ekim Devrimine ve bugün Arap Baharına tüm isyan ve devrim hareketleri, belirli bir kıvama gelmiş ancak gündeliğin içinde tespiti zor bir dizi parametrenin “bir anda” ateşleyici bir unsur üzerinden inisiyatifi başlatması ve kitleleri mobilize etmesi ile gerçekleşir.
Başkaldırılar ve tüm devrimler, kolektif eylemliliğin en önemli öğesi olan dinamizmi, bilinemezliği ve değişimi içinde barındırır ve sonuçları itibari ile de belirli bir çerçeveye oturtulması mümkün değildir. Bu yüzden tarih boyunca muhafazakâr siyaset kuramcıları ve iktidarı elinde tutanlar devrimlerden ve ayaklanmalardan korkmuştur.
“Müesses nizam”ın doğrudan altüst olduğu, tüm taşların yerinden oynadığı böyle zamanlarda hem muhalefet pratikleri hem de iktidar yeniden örgütlenir. Gezi direnişi ile başlayan ve Türkiye’nin birçok şehrinde çığ gibi büyüyen başkaldırı da toplumsal eylemliliğin tekinsiz ama yaratıcı ruhunun ilham verici tüm özelliklerine sahip. Tüm bu süreçte olup bitenleri heyecanımızı sonuna kadar haykırarak ama yaşarken de üzerine düşünerek konuşmalıyız.
İsyanın nedenleri üzerine
“Gezi Direnişi”ni yaratan iklim, hem uluslararası hem de ülke içi birikmiş ve katmanlanmış bir dizi gelişmenin sonucu. Neoliberalizm ile iç içe geçmiş güvencesizleştirme operasyonlarına ve bunlara eşlik eden otoriter zihniyete karşı dünyanın dört bir yanında aktörlerin en başta gençler olduğu isyan ve devrim rüzgârları esiyor.
Ortadoğu ise gençlerin öznesi olduğu, Yemen’den Libya ve Mısır’a kadar bir dizi halk hareketi ile sarsıldı ve sarsılmaya devam ediyor. Elbette her bir ülkedeki hareketin kendine ait bir referans dünyası ve iç dinamizmi var ancak bu ülkelerin birbirine ilham kaynağı olma özelliğini göz ardı etmemize neden olmamalı. Bugünün dünyasını çalkalayan ve muktedirlerin kontrolündeki sistemde gedikler açan başkaldırı hareketleri yekdiğerine yeni tecrübeler aktaran metot kitapçıklarına dönüşüyor.
Türkiye’de on yılı aşkın süredir iktidarda olan AKP’nin dayatmacı performansı ve son dönemde yaşananlar bu isyanın gerçekleşme anını çağırdı. Belki Arap baharındaki gibi rejim değiştirme amacını gütmüyor ama iktidarın her türlü farklılığı ve toplumsal talebi yok sayan tarzını kabul etmediğini haykırıyor. Yaşam tarzı üzerinden yapılan tartışmalar, iktidarın anti-demokratik biçimde içki yasağından doğum kontrolüne hayatın tüm aşamalarını düzenleme inadı özellikle orta sınıfların geleneksel kaygılarını körükledi ve AKP doğrudan gündeliğin ritmine müdahale etmek suretiyle yurttaşların nefes alma ve kendini gerçekleştirme alanlarını kapattı.
1 Mayıs’ta iktidar, yasakçı zihniyeti ve inadı ile devasa bir şehri kilitleyip bayram kutlamak isteyen insanlara polis marifeti ile kan kusturdu. Diğer yandan hükümet mezhepçi iç ve dış politikası ile hem ülke içindeki Alevilerin tedirginliğini arttırdı hem de Ortadoğu’daki kanlı denklemlere bu perspektiften dâhil oldu. Sonunda Reyhanlı saldırısının gösterdiği üzere savaşın bir kısmını Türkiye içine çekti. Daha yeni AKP zaten kendisi başlı başına çevre sorunu olan ve kimseye kulak asmaksızın temelleri atılan 3. Köprüye Yavuz Sultan Selim adını verme basiretsizliğini gösterdi. Bu dayatmaların kaçınılmaz sonucu olarak Aleviler ve Alevilerin konumu ile empati kurabilenler başta olmak üzere iktidarın politikalarına direnmek için yeni bir mevzi açıldı
İsyanın aktörleri
Türkiye’de daha önce eşine benzerine rastlamadığımız çapta heterojen bir kitlenin direnişine ve eylemliliğine şahit olduk; oluyoruz. Öylesine spontan öylesine farklı ki bildiğimiz kalıplara sığmıyor.
Tek tek isyanın aktörlerine geçmeden önce kitleyi ortak kesen hat üzerine bir iki söz söylemek şart. İlkin tüm özneleri birleştiren müthiş bir öfkeyi iliklerinize kadar hissetmeniz mümkün. Biriktirilmiş bu öfkenin birbiriyle iç içe geçen iki veçhesi var; biri iktidarın epeyce bir süredir uyguladığı tahammülsüz ve otoriter tavır; diğer ise bunun uzantısı olarak meydanda, sokakta polislerin gözleri dönmüşçesine saldırması. Polis resmen karşısında “düşman” olan bir silahlı kuvvetler tavrı ile hem fiziki güçle hem de cinsiyetçi şiddetle harekete geçip hiçbir insani kaideyi hesaba katmaksızın harp ediyor. Ortaklık arz eden unsurlardan bir diğer ise aktörlerin kimliği ne olursa olsun esas hareketi yaratan kitlenin gençlerden müteşekkil oluşu.
Gezi direnişi ile başlayıp kitleselleşen eylemlerde meydanlarda görmeye alıştığımız ve sol muhalefetin önemli unsurları Taksim Dayanışma Platformu ile beraber taleplerin daha derinden demokratik ve özgürlükçü bir zemine oturması için önemli birer lokomotif oldu. Siyasi ajandası ve politik bilinci belirli olan aktörlere, amalgam nitelikte bir kitle adım adım katıldı. Bizim için esas önemli olan bu kitlenin anatomisi üzerine düşünmek. Alanda politik gruplar dışında en çok göze çarpanlar taraftar gruplarıydı. “Çarşı” başlı başına bir muhalefet odağı olarak zaten uzun süredir etkinliğini ve dinamizmini koruyor; bu süreçte diğer takım taraftarları da eylemliliklerini “spor dışı” alanlara taşıdı. Sloganların bu kadar tribünleri andırmasında taraftar kitlesinin rolü büyük olsa gerek. Bu bahiste bir not daha, isyana politik örgütler liderlik yapmadığından alışagelmiş olduğumuz sloganlar hep bir ağızdan pek dillendirilmiyor. Sahada “Onuncu Yıl Marşı” ya da “Dağ Başını Duman Almış”ı duymak şaşırtıcı gelebilir. Ancak politik geçmişi olmayan bir kitle için tek birleştirici yeni icat edilen sloganlar ile bu marşlar.
Tüm bunların dışında ki özellikle üzerinde durulması gereken grup, kendiliğinden ve hiçbir örgütlenme içinde faaliyet göstermeksizin müstakilen hareket eden öznelerdi. Bahsettiğim öznelerin bir kısmını “lümpen” olarak tarif edebileceğimiz grubu oluşturuyor. Kentsel dönüşümden yeni rant alanları açmaya AKP’nin tüm bu sermaye odaklı operasyonlarının mağdur ettiği kitleler içlerindeki öfkeyi ifade ederken politikleşiyorlar; siyasal özne haline geliyorlar. İş makinesine taş atarken bu gençler, aynı zamanda evlerini yıkan greyderlere taş atıyorlar. Bir başka deyişle Taksim’de kaybettikleri mahallelerini yıkanları bir kez daha arıyorlar. Orta ve orta-üst sınıfların ise daha çok “yaşam tarzı” odaklı bir hareket noktasından direnişe katıldıklarını görüyoruz. Politik algıları oldukça vasat olan fakat olup bitenlere tepki vermesi gerektiğini fark eden orta ve orta-üst sınıflar “milli sembollerle” dışarıdalar. Bu aktörler daha çok hafta sonu gezmesi şeklinde alana dahil olsalar da oradaki atmosferin dönüştürücü etkisinden uzak kalamıyorlar.
Kazanımlarımız
Kazanımları hem pratik hem de teorik düzlemde değerlendirmek gerekiyor. Kuramsal açıdan bize Türkiye’de gençlerin merkezde olduğu böyle bir imkânı göstermesi açısından yeni kapılar açıyor. Apolitik olduğu iddia edilen genç nüfusun nasıl yaşamlarına ve şehirlerine sahip çıktığını görüyoruz. Diğer yandan saha tecrübesi açısından da Türkiye’nin ilk kez tanık olduğu bir yaratıcılık ve beraber hareket etme başarısını müjdeledi. Alanda birbirini hiç tanımayan insanların gazdan ve tazyikli sudan etkilenenlere canhıraş yardım etmesi, eylemin ikinci gününden itibaren biber gazına karşı hazırlıklı olan aktörlerin çoğalması, yaşamında barikat görmemiş gençlerin barikat kurması çok önemli ve ilginç bir kazanımdı. Spontan hareket eden kitleler, her şeye rağmen vazgeçmemeyi çok kısa zamanda öğrendiler ve müthiş bir kararlılık gösterdiler. Steril yaşam koşulları içinde en ufak bir tehdit karşısında kırılgan olmaya meyyal özneler, dirençle ve bilenerek yüklenmeye devam etti. Ana akım medya zaten yitip giden kredisini ve güvenilirliğini tamamen kaybetti ve eylemlilik içindeki herkes birer medya mensubu gibi çalıştı. Bir başka kazanımımız İstanbul Gezi parkı için başlatılan bir eylemin lokal olmaktan hızla çıkabilecek bir yaygınlığa kavuşturulabilmesidir. Başkaldırı ve isyan, polis şiddetine karşı halkın direnişi dünya kamuoyunda müthiş destek görüyor ve imkânlar sunuyor.
Aleni riskler
Amalgam karakterli bir kitle hareketliliğinin organize edilmesi ve yönlendirilmesi çok zor. Bu haklı ve kitlesel direnişin meşruiyetini yitirmemesi için gerekli politik örgütlenme ve ilkelerin üzerinde mutabık kalmanın yollarını bulmalıyız. Eylemlerin ulusalcı ve faşist gruplar tarafından manipüle edileme ihtimali var. Peşinen şunu söyleyeyim İstanbul direnişinde bu gruplar mücadeleye sonradan katıldı ve çok da geniş gruplar olmadıkları halde görünür hale geldiler. Ülkenin birçok kentinde bu atmosferi kalkan yaprak sokağa çıkan Kemalistler ise Mustafa Kemal kültü ve milliyetçi semboller üzerinden sığ bir iktidar karşıtlığına meyletmek üzere. 2007’de cumhurbaşkanlığı seçim döneminde Cumhuriyet mitingleri ile oluşturulmak istenen havayı yeniden yaratmak için çaba sarf ediyorlar. Ulusalcı ittifak silsilesi daha önce başarısız olmuş ve sonuçları itibari ile sadece AKP’nin iktidarını tahkim etmeye aracı olan bir mekanizmayı yeniden dayatmakla tarihi bir başka hata yapıyor. Yine de kendi adıma bu isyanın dinamiklerinin bu gruplara geniş bir alan açmayacağına dair bir inancım mevcut.
Bundan sonra ne yapabiliriz
Öncelikle polis şiddetine karşı örgütlenip hem hukuki hem de yaratıcı fiili çözümler bulmalıyız. Her ne kadar Recep Tayyip Erdoğan %50’yi sokağa dökmekle bizi tehdit etse de ben vasatın bu şiddete karşı AKP’ye oy verseler dahi mağdur kitle ile gönül bağı kurabileceklerine inanıyorum. En azından mağduriyet söylemi ile iktidara gelen ve orada kalan partinin mağdur ettiklerinin isyanına kulak tıkamak AKP tabanı için de bir vicdan problemidir.
Buradaki enerji ve dinamizmi arttırarak devam ettirmek ve demokrasiyi, insan haklarını, kentin kültürel değerlerini merkeze alan bir siyaset örgütlemek için tüm belleğimizi ve bugünün getirdiği yeni kazanımları beraberce yeniden formüle etmeliyiz. Tam bu noktada ulusalcı, militarist, cinsiyetçi ve zenofobik söylemlere ve bunların taşıyıcısı politik aktörlere meşruiyet alanı açabilecek herhangi bir ittifak ilişkisinin içerisine girmemek çok önemli. İktidara karşı siyasi mücadele yürütürken kutuplaşmaları muhalefetin içerisine çekmemek gerekli. Politize olmayan kitleyi demokratik ve emekten, özgürlükten yana bir kanala sevk etmek için siyasal ajanda dayatmayan ancak beraber çözüm üreten yeni bir örgütlülük zemini şart. Başbakanın “çapulcu” olarak nitelediği kitle değişimi gerçekleştirecek gücün adıdır. Yeter ki meşru mücadele zeminimizi ve hareketin dinamizmini kaybetmeyelim. (GGÖ/HK)
* Fotoğraf: Haluk Kalafat / İstanbul