Taksim Gezi Parkı’nda köklenen ağaçların, talan edilen parkın fotoğraflarına bakarken aklımdan bu cümle geçti. Taksim’de ağaçları kurtarmaya çalışanlara imza kampanyasıyla destek olmakla yatışmadı hıncım. Gölgesinde şimdiye kadar dinlenmiş olanların hepsi orada olsaydı, kimsenin gücü yetmezdi o ağaçlara dokunmaya diye söylendim. Çaresizlikle gittim pencere içindeki saksıya su verdim sonra da. Çaresizlik duygusu geçmedi geçmesine gerçi… Daha ağaç denmez ona biliyorum ama biraz dağılır gibi oldu yine de kasvetim…
Geçen Eylül’dü, Ankara Garı’nda, “Haydarpaşa Gardır Gar Kalacak!” pankartlarımızla eylem yapmıştık. Beş on kişi ancak vardık. Sonra, grup dağıldı. Biz iki eski arkadaş, Merkez Lokantası’na gittik. Meşelerin altına kurulan masalardan birine yöneldik. Yağmurun geleceği belliydi ama oturabildiğimiz kadar otururuz dedik. Yemekten sonra bahçeden meşe palamudu topladık. Çok çok topladık, biri tutmazsa diğeri tutsun diye. Ardından inceden başlayan yağmur altında Gazi İstasyonu’na yürüdük. Kebapçı yapıldığını biliyorduk bilmesine de Gazi İstasyonu’nun, içine girip o hali görmeye ancak beraber olunca gücümüz yetti ikimizin de. İstasyonun bekleme salonuna kullanılmayan masalar, kırık plastik sandalyeler yığılmış, anons odası lokantanın masa örtülerinin yıkandığı çamaşırhaneye dönüştürülmüş. Arka bahçe mezbelelik… Nemli çamaşır, köfte kokusu…
Kasvetimizi dağıtmak için çantalarımıza doldurduğumuz meşe palamutlarını nasıl dikeceğimizi konuştuk dönüş yolunda. Biraz suda bekletip sonra dikmeliymiş. Eve gelince ilk iş suya koymak oldu palamutları. Üç gün sonra da toprağa yerleştirdiğimizi birbirimize haber verdik. Arada bir sulayıp, bazen kuytu bir köşeye yerleştirilen saksıda olduklarını bile unutarak beş ay geçti palamutların üzerinden. Bir gün, gözüme ilişiverdi: incecik bir filiz, ucunda her kıvrımı tastamam üç meşe yapracığıyla boy vermişti saksıda.
Geçen gün, saksısını büyüttüm meşemin. Toprağı az gelecek diye korkuyorum yine de… Güneşli bir köşeye aldım. Bir arkadaşım dibini sulama dedi, yapraklarına su püskürtmek iyiymiş. Üç yaprağın arasından boylanıyor şimdi filiz. Gövdesi biraz daha sertleşti artık. Hâlâ çok narin ama. Sokağın köşesindeki elli yıllık meşenin gövdesine başka gözle bakıyorum her geçişte artık. Ne çok zaman, ne çok emekmiş ağacın gövdesinin sertleşmesi, güçlenmesi meğer. Meşenin kabuğuna anıt ağaç levhasını çaktıklarında canım yanmıştı zaten, şimdi saksıdaki filize her bakışımda kesik kesik bir sızı... Dalların budanan kısmında bir kedi ailesi barınmıştı geçen yazlardan birinde. Mahalleli bir gün görmeyince birbirine sorar olduydu kedileri. Kedilerle meşe iyiydi birlikte.
Benim filizimin gölgesi dibine düşüyor ancak, o da sabah güneşi vurduğunda. Köşedeki meşenin gölgesi geniş, sakin, serin.
Palamutları toplarken, belki bir dahaki mevsime çıkmaz bu bahçe diye geçmiş içimizden ikimizin de, sonradan konuştuk da... Çıkmadı da zaten. Atatürk Orman Çiftliği talanından payını aldı, bir bahaneyle kapatıldı Merkez Lokantası. Ne çok şey var artık bir dahaki mevsime çıkmayan: bahçe, gölge, ağaçlar. Bir şehri şehir yapan ne varsa, çıkmıyor artık bir sonraki mevsime. Ağaçları kesenler diyorlar ki, yenisini dikeriz. Ağaçlar diyorlar, yenisi diyorlar… Hep çoğul konuşuyorlar, büyüklüklerden yeniliklerden bahsediyorlar hep.
Kedisi oluyor hâlbuki kestikleri ağaçlardan birinin… Bir tek onun gölgesinde serinlemek isteyeni oluyor, sonbaharda düşen yaprağını toplayıp kitabının arasında kurutanı oluyor. “Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan. Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor. Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.”(*) diyen şiirin olduğu sayfasına yerleştireni oluyor yaprağını ağacın. Umursamıyorlar.
Biz ağacın ruhundan özür diliyoruz da yanında geçerken onlar gölgesini satamadıkları ağacı kesiyorlar. Kesilirken acıyordur ağaçlar… Umursamıyorlar. (FÇ/HK)
(*) “Öteki”, Birhan Keskin.