Tayyip Erdogan'ın "Kürtaj cinayettir" sözü sonrası Türkiye toplumunu geren ve bir kez daha kutuplaştıran tartışma aslında sadece bugüne ve sadece Türkiye toplumuna özgü değil.
Tüm dünyada olan ve insanlığın varoluşundan beri süren bir tartışma kürtaj. Dini, ahlaki, bilimsel, cinsel, ekonomik, nüfusbilim gibi boyutlarıyla hepimizin yaşamına bir şekilde dokunan; dini, etnik, sınıfsal farklılıklar gözetilmeden herkesi ilgilendiren bir konu.
Türkiye'de Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan kürtaj tartışması 1983 yılında belirli kurallar dahilinde serbestleştirilince büyük ölçüde sonlandırıldı.
Kürtaj meselesi aslına bakılırsa büyük ölçüde nüfusun artırılması, azaltılması bağlamında gündeme geldi. Birinci Dünya Savaşı sonrası hemen her yeri kasıp kavuran nüfus sorunu Türkiye için daha da yakıcı bir şekilde kendini dayatmıştı.
1911'den 1922'ye kadar süren süreçte Osmanlı nüfusu savaş, kıtlık, hastalık, mübadele, tehcir gibi nedenlerle neredeyse yüzde otuzlara varan oranlarda azalmıştı. Nüfus hareketlerinin boyutu o denli akıl almaz boyutlara ulaşmıştı ki Türkiye'nin bir "demografik deprem" yaşadığını söylemek pek de abartılı olmasa gerek.
Atatürk gibi yeni siyasal rejimin önderleri açısından nüfus meselesi son derece merkezi bir yer işgal ediyordu. Nüfus büyük, zengin ve güçlü bir devlet olmanın birincil şartı gibi algılanmakta, Türk neslinin bekası için elzem görünmekteydi. Bu nedenle ilk elde 1927 yılında bir nüfus sayımı gerçekleştirildi.
Çok çocuklu ailelere özendirici mali ve manevi teşvikler getirildi. 1938'de evlenme yaşı erkeklerde 17'ye, kadınlarda 15'e çekildi. Rejimin propaganda organlarında aile, çocuk, evlilik gibi kavramların artık devletin doğrudan ilgi alanına girdiği vurgulanıp bunların sadece ve sadece özel alanla sınırlandırılamayacağının altı çizildi.
Bu vesileyle devlet gebeliği önleyici alet ve ilaçların satılmasını önlediği gibi Osmanlı'dan beri olan kürtaj yasağını da perçinledi. Doğum kontrolü, kürtaj gibi konularda propaganda yapmak bile cezaya tabi hale geldi.
1 Mart 1926'da gündeme gelen 765 sayılı Ceza Yasası'ndaki Kasden Çocuk Düşürmek ve Düşürtmek Cürümleri bölümü "hayat ve vücut bütünlüğü hakkı" gerekçe gösterilerek ilaç ve alet kullanılarak çocuk düşürmeyi yasakladı.
Kanunda bu bölümün ismi 1936'da Irkın Tümlüğü ve Sağlığı Aleyhine Cürümler biçiminde değiştirildi ve "..amaç çocuk düşürmenin önüne geçmek ve nesli korumak olduğuna göre.." gerekçesiyle tamamen faşist İtalya'dan esinlenerek revize edilip cezalar ağırlaştırıldı.
İsmin değişimi ve gerekçesinin niteliği Türkiye'nin 1920'lerden 1930'lara geçirdiği ideolojik değişimin adeta bir aynası gibiydi. 1930 yılında yasalaşan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu da evliliği bireysel değil, kamusal bir kurum olarak ele alması ve kürtaj konusunda yasaklar içermesi bakımından önemli bir kanundu.
Necip Ali Küçüka gibi rejimin propaganda aygıtı yarı resmi Ülkü dergisinin yöneticileri kürtajı "bizim gibi az zaman içinde çoğalmaya muhtaç olan millet ve memleketler için....Türk dünyasına karşı açık bir ihanet" olarak değerlendirdiler.
Aslına bakılırsa Tek Parti döneminde bile hem kırlarda, hem de kentlerde kürtajın çok yaygın olduğu yönünde söylentiler hiç eksik olmadı.
"Aile nizamının ve disiplininin" dejenere olması ve çağın sorunu olarak gösterilen "ahlaki ve içtimai buhran" gibi olgulardan sürekli dem vurulması ve bunun sık sık kürtaja bağlanması da yasaklanmasına rağmen kürtajın yaygın başvurulan bir yöntem olduğuna dair bize ipuçları vermekteydi.
Kürtaj 1950'ler sonuna kadar basında hemen hemen hiç tartışılmadı. Daha çok ölümle sonuçlanan kürtajlara dair açılan mahkeme haberleri basında yer aldı.
Doğum kontrolü ve kürtaj gibi meselelerde asıl değişim 1960'lı yılların başlarından itibaren gerçekleşti. Bunun nedeni sağlık hizmetlerindeki gelişmelere paralel olarak çocuk ölümlerinin azalması sonucu nüfusun yılda yüzde iki civarında büyümesi ve nüfus artışının getireceği sosyal ve ekonomik problemlerden duyulan korkuydu.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika Brleşik Devletleri (ABD) önderliğinde azgelişmiş ülkelerin nüfusunun azaltılması politikalarının da küresel bazda nüfus meselesine bakış açısını değiştirdiği gözleniyordu.
Yasak olmasına rağmen kürtajın inanılmaz boyutlarda gerçekleşiyor olması 1950'li yılların sonlarına doğru artık bu konuda birşeyler yapılmasını dayattı. Bu nedenle 1965 yılında kabul edilen Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ile nüfusu artırıcı politikalar terk edilerek, gebeliği önleyici alet ve ilaçların ithali, dağıtımı ve kullanımı yasak olmaktan çıkartıldı.
Daha önce doğum kontrolü hakkında eğitim ve propoganda gibi yasak olan faaliyetler serbestleştirildiği gibi devlet de kamuoyunu bu yönde eğitmek için kolları sıvadığını ilan etti.
Ancak kürtaj hakkı bu iklim değişikliğinden gereken payı alamadı, yasak devam etti. Yine de anne veya bebeğin sağlığının tehlikede olması gibi durumlar için sınırlar biraz genişletildi. Artık nüfusun niceliği değil, niteliğine vurgu öne çıkarılıyordu.
1960'lar sonrasının değişen kültürel atmosferi içerisinde doğum kontrolü ve kürtaja daha olumlu bakan bir kültürel iklim gelişti. Artık konu "azgelişmişlik" bağlamında ekonomik boyutlarıyla inceleniyor, yurt savunması için nicelik değil, nitelik yönünden kuvvetli bir nüfusdan bahsediliyordu.
Hiç kuşkusuz muhafazakarların bu konudaki tutumlarının tam olarak ortadan kalktığını söylemek mümkün değil. İşgücü meselesi, yurt savunması, "millet olarak bekamız," az nüfusun "milleti lükse, tembelliğe, alkolizme sürüklediği" gibi temalar etrafında doğum kontrolü ve kürtaj karşıtı ciddi bir muhalefet varlığını sürdürdü.
1970'li yıllar doğum kontrolü ve kürtaj tartışmalarının yoğunlaşmasını da beraberiende getirdi. Türk Tabipleri Birliği, Türk Jinekoloji Cemiyeti, Türkiye Aile Planlaması Derneği, Üniversiteli Kadınlar Derneği gibi meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları doğum kontrolünün gerekliliği ve kürtajın serbestleştirilmesi için raporlar oluşturup, bu yönde faaliyetlerde bulundular.
Türk Tabipleri Birliği başkanı Dr. Erdal Atabek devletin "tıbbi sosyo ekonomik ve moral değerlere dayanan kürtajı bir devlet hizmeti olarak saymak ve ücretsiz yapmak.." zorunda olduğunu vurguladı. Türk Tabipleri Birliği'nin doktorlar arasında yaptırdığı ankette yüzde 94'lük bir oranda kürtajın yasallaşması gerektiği dile getirildi.
Dünya ve Türkiye'de kürtaj olgusuna bakışın değişmesinin altında yatan en büyük etken hiç kuşkusuz yasak olmasına rağmen kürtajın yaygın olarak milyonlarca kadın tarafından yapılmasıydı.
Türkiye'de kürtaj yaptıran kadınların çok önemli bir bölümünü evli kadınlar oluşturmaktaydı. Yasadışı ve kayıtdışı olduğu için tam olarak sayıları bilemememize rağmen çeşitli araştırmalar, tahminler mevcut.
Bir araştırmaya göre 1970'li yılların başında toplam 1.5 milyon doğum, 500 bin civarında da düşük olmaktaydı.
20 ile 30 yaşları arasındaki kadınlarda her iki doğuma bir, 30 ila 40 yaşları arasındakilerde ise her iki doğuma üç düşük vakası gerçekleşmekteydi.
Bir başka veriye göre 1970'te şehirlerde 294 bin, toplamda 350 bin düşük vardı.
1979'da yapılan tahminlere göre yılda 500 bin düşük yapılmakta, bunlardan 25 bin civarinda kadın hayatını kaybetmekteydi. 1979 itibariyle dünyada 20 milyon kürtaj yapıldığı düşünülürse Türkiye'de bu rakamın yüzde 2'si gerçekleşmekteydi.
Türkiye nüfusunun o yıl itibariyle 43 milyonla dünya nüfusunun yüzde biri olduğu dikkate alınırsa kürtaj oranı dünya ortalamasının iki katı diye düşünülebilir.
1980'de doğurganlık dönemindeki kadınların yüzde 98'inin en az bir kere çocuk düşürmeye tevessül ettiği gözlenmekteydi. Sağlık Bakanlığı'nın verilerine göre 1981'de 450 bin düşük vakasından 350 bininin kendi tercihiyle düşük yaptığı bildiriliyordu.
1980'lerin sonlarında 500 bin düşük olduğu, her 100 doğuma karşı 26 isteyerek yapılan kürtaj olduğu söyleniyordu.
Kürtajın yasak olması yüzünden her yıl 10 ila 15 bin kadın düşük yaparken hayatını kaybetmekte, en az bir o kadar kadın da sakat kalmaktaydı.
Bunun nedeni onbinlerce kadının sık sık "kibrit çöpü, sabun fitili, tavuk tüyü, ayakkabı cirişi, şiş, tığ, saç tokası, firkete, derece, çeşitli ilaç karışımlarından yapılan fitiller, bitki kökleri, fındık, patates, çivi, süpürge çöpü, sardunya çiçeği sapı, çıra, çöven kökü" gibi maddeler kullanarak ilkel metodlarla ve merdiven altı muayehanelerdeki gayri hijenik koşullarda adeta intihar edilircesine düşük yapmaya çalışmasıydı.
Yasak olmasına rağmen sosyal ve psikolojik nedenlerle canları pahasına bu riskli süreci uzun yıllar yaşayacaktı Türkiye kadınları.
İşin traji komik yanı, kanunen yasak olmasına rağmen bu denli yaygın yapılan kürtaj yüzünden mahkemelere inanılmaz az sayıda vakanın intikal etmesiydi. 1969'da tahminen 270 bin vakanın sadece 19'u mahkemelere yansıyordu.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) 1979 yılında kürtaja ilişkin verdiği bir yasa önergesinde mahkemelere yansıyan vakaların yüzbinde dört olduğu vurgulanıyordu.
Ancak Füsun Önal, Müjde Ar gibi sanat dünyasının önde gelen isimleri magazin dergilerine verdikleri mülakatlardan dolayı kürtaj yapmaktan savcılıklara çağırılıp, ifadeleri alınabiliyordu!
Ayrıca 1965'de çok özel durumlarda kürtajın yapılabilmesine olanak sağlandıktan sonra doktorlar ve hastalar bir şekilde işi kılıfına uydurup durumlarını yasallaştırarak zaten kürtaj yapmaktaydılar.
Örneğin kadınlar başka bir hastalık uydurularak kasten önce röntgen ışınlarına maruz bırakılıp kürtaj yapılabilmesinin önü "yasal" bir şekilde açılabiliyordu.
Herhalde başka hiçbir tarihsel ve sosyolojik olgu adalet kavramının ve duygusunun bu kadar ayaklar altına alınmasına yol açmamıştır.
Öte yandan, merdiven altına itilmek zorunda bırakılan bu yaygın pratiğin yarattığı korkunç bir kayıtdışı ekonomiden de söz etmek gerekiyor.
Yasadışı yapılan kürtajlar haliyle pahalıya mal oluyor, bugünkü parayla 100 milyonlarca liralık bir kayıtdışı sektör oluşuyordu. İronik olan, kürtajın "kağıt üzerindeki" soyut yasadışılığı, "gerçek hayatta" somut cinayetlere ve kayıtdışına yol açıyor, bu durum özellikle yoksul kesimleri daha derinden sarsıyordu!
1960'lar ve 1970'lerde kürtaja dair yoğun tartışmalar bir dizi somut yasal öneri ve girişimi beraberinde getirdi. 1971 Şubat'ında gerçekleşen Sağlık Şurası "bedava kürtaj" hakkını benimsedi. Aynı yılın Haziran'ında İçel Milletvekili Celal Kargılı kürtajın yasallaştırılması için kanun teklifi verdi.
1972 Mart'ında Sağlık Bakanlığı bünyesinde ekonomi, hukuk, doğum ve kadın hastalığı uzmanlarından oluşturulması istenen bir komisyonun "ilmi inceleme" yaparak kürtaj hakkında bir yol haritası çıkarması hedeflendi.
1972 Kasım'ında Sağlık Şurası belirli kurallara tabi olarak kürtajın devlet denetimde yasal olarak yapılabilmesini teklif etti.
1979 Şubat'ında dört CHP milletvekili ve senatör Nermin Abadan Unat kürtajın serbest birakılmasına ilişkin yasa önerisi verip, Türkiye'de zaten 500 bin civarında kürtajın yapıldığı, yirmibeş bin civarında kadının öldüğünü vurguladılar.
Görüldüğü gibi kürtajın serbestleştirilmesine dair düşünce ve pratikler 12 Eylül 1980 askeri darbesinden önce gündeme geldi ancak darbe sonrasında bir ara bu meselenin yasal bir zemine çekilmesine yönelik ilgi arttı.
Bunun nedeni askeri darbe hükümetlerinin nüfus artışının yaratacağı ekonomik ve sosyal problemler bağlamında kürtajı "nüfus planlaması" için bir araç olarak değerlendirmeleriydi. Oysa böylesi bir değerlendirme gerek dünyada, gerek Türkiye'de hemen her kesim tarafından ciddi bir şekilde zaten eleştirilmekteydi.
12 Eylül sonrası kürtajın yasal hale gelmesi yeni anayasa yapma süreci nedeniyle biraz ertelendi. 1983 yılı başlarında kürtaj konusu Danışma Meclisi'nin gündemine alınıp yasallaşma çalışmalarına hız verildi.
Konunun burada tartışıldığı 24 Nisan günü dışarıda "yüz milyonluk Türkiye" sloganı atan kişilere rastlandı ama nihayet 27 Mayıs 1983'de 2827 sayılı "Nüfus Planlaması Hakkında Kanun" yayınlandı ve aynı yılın Kasım başında Türkiye'de kürtaj belirli kurallar dahilinde uygulanmaya başlandı.
Bu yasaya göre hamileliğin ilk on haftasında kürtajın yasal zeminde yapılabilmesinin önü açılıp tıbbi zorunluluk olması halinde on hafta sonrasında bile yapılabilinmesi sağlandı. Yeni yasada "Çocuk düşürme" kavramı terk edilerek yerine "rahim tahliyesi" kavramı kullanıldı.
Kürtaj yasağının kaldırılması herkesin bu hakka kolayca ulaşabildiği gibi bir yanılsama yaratmamalı. 1980'li yıllarda hastanelerin talebi karşılayabildiklerini söylebilmek çok zor.
Bu konuda eğitimli personel bulunabilmesi ve hastanelerin duruma adaptasyonu oldukça uzun yıllar almıştır.
1980'lerde günlerce sıra beklemek sıkça yaşanan olaylardan biri olarak karşımıza çıkar. Yasada hak olmasına rağmen hastaneler bu konuda pek çok zorlaştırıcı pratikler sergilediler.
Örneğin 1986 yılında birçok polis, asker ve sosyal sigortalar hastanelerinde kürtaj yaptırılamıyordu. Bazı hastaneler on hafta sonraya gün verebiliyordu.
Kısacası pratikte bu hakkın kullanılabilmesinin önüne sayısız engeller çıkartıldı. Aslına bakılırsa bu durum bugün bile geçerliliğini koruyor.
Habertürk gazetesinin 15 Temmuz 2012'de yaptığı habere göre yasal olmasına rağmen Türkiye'de birçok hastane çeşitli bahaneler öne sürerek kürtaj yapılmasına olanak tanımamaktadırlar. Bu ise kürtaj yaptırılmasını önleyememekte, özel hastane ve muayehanelerde yaygın bir şekilde yapılmaya devam etmektedir.
Yine de nüfus artışına paralel olarak daha çok kadın 1990'larda ve 2000'lerde kürtaja başvurdu. Doğum kontrol tekniklerinin hala geri olması nedeniyle son bir çare olarak algılanan kürtajın Türkiyeli kadınlar arasında yaygınlığı düşündürücüdür.
Türkiye gibi ülkelerde binde 50 olan sayı, Hollanda gibi gelişmiş ülkelerde binde 10'lara kadar düşebilmektedir. 1990'larda yılda bir milyona yakın kadının kürtaj yaptığı iddia ediliyor. Uluslararası Nüfus Planlaması Federasyonu'nun (IPPF) 1994 yılında çıkardığı bir rapora göre, Türkiye ve Yunanistan Avrupa'da kürtajın en yaygın yapıldığı ülkelerdir!
Başbakan Tayyip Erdoğan'in kürtaja yönelik tavrı aslında onyıllar süren mücadeleye rağmen muhafazakar kesimde bu konuda fazla bir zihniyet değişikliği olmadığının göstergesidir.
Erdoğan'in ideolojik "hocası" Necmettin Erbakan başbakanlık yaptığı dönemde "kürtajın kadını rencide edeceğini," kadınların "asli görevinin çocuk bakmak" olduğunu söylemiştir.
Erbakan'a göre kadınlar en fazla haftanın iki günü ve yalnızca dört saatlik işlerde çalışmalıdırlar. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti döneminde 2004 yılında kürtajın sıkılaştırılması üzerinde düşünüdüyse de bu konu daha sonra rafa kaldırıldı.
Kürtaja karşı muhafazakar çevreler daha çok İslami görüş açısından kaygılarını dile getiriyorlar. Oysa İslam dininde kürtaja yaklaşım görece "liberaldir."
En yaygın İslami mezheplerden Hanefi mezhebi dört aya kadar süre tanıyor. Bu süre Hambeli ve Şafi mezheplerinde bir ay olup, Maliki mezhebince kürtaj tamamen yasaktır.
İslam dini kürtaj olayını cenin değil, anne perspektifinden değerlendiriyor. 1972 yılında Rabat'da IPPF tarafından toplanan konferansta değişik Müslüman ülkelerden 30 kadar din bilgini İslamiyet'de dört aya kadar kürtajın olabileceği konusunda genel olarak bir uzlaşma sağlamışlardır.
Her ne kadar bu konu dini bir söylem içinde sık sık ele alınıyormuş gibi görünse de aslında olayın özü Türkiye nüfusunun çoğaltılması sorunsalı içinden düşünülüyor.
Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde bile çok çocuk vurgusu yaptığı biliniyor. Bunun nedeni de Türkiye nüfusunun da giderek yaşlanacağı ve nüfus artış hızının şimdiden azalmaya başlamasıdır.
Ancak nüfusun artırılması son derece çetrefilli bir konudur. Çok büyük finansmanlı sosyal ve ekonomik politikalar kullanmadan devlet politikalarıyla nüfusu artırmak mümkün değildir.
Sosyal yapısı ağırlıklı olarak bir tarım toplumu olan eski Türkiye ile günümüz koşulları arasında doğurganlık açısından neredeyse taban tabana zıtlıklar mevcuttur.
Tarım toplumlarında çok çocuk yapmak aileler için ekonomik rasyonalitesi olan bir olgudur. Çocuğun ana babaya masrafı yok denecek kadar azdır, çok çocuk ucuz emek demektir ve aynı zamanda geleneksel toplumlarda "arkası kuvvvetli" aile imajı için işlevseldir.
Oysa günümüz modern kent toplumlarında çocuk çok büyük bir masraf kapısı olduğu gibi, hemen hemen aileye ekonomik getirisi yok gibidir.
Telkin gibi yollarla nüfusun artırılmasını düşünmek tam ve ham bir hayaldir ve dünyanın çeşitli başka bölgelerinde de benzer sonuçlar yaşandı.
Mussolini İtalya'sı gibi nüfus politikasının en merkezi ideolojik söylemi oluşturduğu bir yerde bile tüm bunların nüfusun artmasına etkisi oldukça tartışmalıdır.
Bir ülkenin gücünün nüfusunda olduğu da yanılsamadır; bir dönem hızla artan nüfus daha sonra yaşlandığı zaman içinden çıkılması son derece güç sorunları gündeme getiriyor.
Avrupa ve Japonya'nın durumları ortadadır. Üstelik çok nüfus dünya kaynaklarının hızla tükendiği bir dünyada küresel sorunlara da yol açıyor.
Nüfusun niceliği meselesini tam olarak görmezden gelmesek bile, asıl mesele nüfusun niteliğidir. Ulus devletlerin nüfusa ilişkin kısa dönemli siyasal kaygılarını bir tarafa bırakıp küresel ölçekte yeni ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesi tüm dünyada yaşayan insan dahil bütün canlılar için son derece önemlidir. (MAK/BA)
* M. Asım Karaömerlioğlu, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü