Geçtiğimiz günlerde 2024’e damgasını vuran kavram olarak “kalabalık yalnızlık” seçilince hiç şaşırmadım. Türk Dil Kurumu’nun, Ankara Üniversitesi iş birliğiyle gerçekleştirdiği oylamaya yaklaşık 1 milyon kişi katılmış ve kalabalık yalnızlık; merhamet, yabancılaşma, algoritma, yozlaşma, yapay zeka ve dijital yorgunluk kavramını geride bırakmış.
Kentlerin giderek büyüdüğü, ancak insanların birbirlerine ayıracakları vakitlerinin kısaldığı günümüzde kalabalık yalnızlık duygusunun kendini iyice hissettirmesi kaçınılmaz. Bu yazıda bu temaya uygun bir roman seçtim, daha doğrusu o beni seçti.
Bir göz atayım diye elime aldığım ancak bir çırpıda yüz sayfa okuyunca da bırakamadığım Epepe, ironik bir şekilde bir ‘dilbilimci’nin hikayesi. Adı Budai olan bu adamın tuhaf hikayesini, modern dünyanın insanı yalnızlaştıran doğasına bir eleştiri olarak okumak mümkün.
Kalabalık yalnızlık; bireyin fiziksel olarak insanlar arasında bulunmasına rağmen, anlamlı bir bağ kuramaması ve derin bir yalnızlık girdabına düşmesini ifade ediyorsa, Epepe tam da bunu anlatan bir roman.
Macaristan edebiyatının usta isimlerinden biri olarak tanınan Ferenc Karinthy’in, 1970 yılında yayımlandığı günden bu yana pek çok dile çevrilen Epepe romanının sırrı, yalın anlatımı ve evrensel mesajları olabilir. Karinthy hikayeyi o kadar düz anlatıyor ki, durmadan yorulmadan sayfalarca okuyabiliyorsunuz. Bu hızlı akışı bazen betimlemeler ağırlaştırıyor, onu da yazarın bilerek ve isteyerek yaptığına eminim.
Uzmanlık her zaman işe yaramaz!
Absürt ve distopik edebiyatın önemli örneklerinden biri olarak kabul edilen romanın en çarpıcı teması, dil ve iletişim.
Ana karakter dilbilimci Budai, çeşitli dillerde uzmanlaşmış, düzenli ve metodik bir akademisyen. Ancak bildiği onca dile karşın kendisini anlamadığı bir dilin hâkim olduğu bir toplumda bulduğunda, bu uzmanlık hiçbir işe yaramıyor.
Epepe, ana karakterimiz Budai’nin, Helsinki’deki bir kongreye gitmek için çıktığı uçak yolculuğu ile başlıyor. Küçük bir dalgınlık sonucu Budai, bambaşka bir yere gidiyor. Bildiği hiçbir dili konuşmayan, anlamanın ve anlaşılmanın neredeyse imkansız olduğu bu şehirde bindiği otobüs kahramanımızı bir otele bırakıyor ve böylece absürt macera başlıyor.
Budai, dillerini bilmediği insanlar ve kalabalıklar arasında yalnızlığı üzerinden bireyin varoluş ve anlam arayışını sorgularken, yazarı Karinthy okurunu kalabalıklar arasında yalnız bırakıyor.
Modern insanın yazgısı
Türlü türlü denemelerine karşın asla anlayamadığı bir dilin konuşulduğu bu şehirde, pasaportunu otele vererek tamamen ‘kimliksiz’ kalan karakterimizin istemeden geldiği metropol; karmaşık sokaklar, devasa binalar ve oradan oraya koşturan kalabalıklarla dolu.
Romanda sanırım beni içine çeken ilk unsur; her yerin kalabalık, çok kalabalık olması, insanların sürekli bir şeyler için sıraya girmesi, bu durumun da bana yaşadığım şehri hatırlatması oldu.
Geldiği metropolde Budai’nin parayla satın alabileceği her şey var; yiyecek, içecek, hatta cinsellik bile. Ama bir şey eksik: İletişim.
Ve elbette iletişim kuramayınca her şey o kadar anlamsız ki, bu durum dilbilimcinin önce şehrin, sonra kendi içinde kaybolmasına neden oluyor. Düşününce çok korkunç, bir dilbilimcisiniz, sürekli kalabalıkların içindesiniz ve çevrenizdeki insanlarla iletişim kuramıyorsunuz. Dil; bireyler arasındaki en temel bağ olmasına karşın, burada bir bariyer! Çarpıp, çarpıp aşamıyorsunuz.
Roman distopik ama sanki günümüzde geçiyor. Modern dünyanın devasa şehirlerinde fiziksel olarak bir arada yaşayanlar arasındaki derin kopukluk hissini çok iyi veren Epepe, “Dilbilimci yanlışlıkla İstanbul’a mı geldi acaba?” diye düşünmenize neden olabilir.
İnsan ilişkilerindeki yüzeysellik
Romanda şehirdeki insanlar dilbilimciye karşı ya tamamen ilgisiz ya da rahatsız edici derecede kayıtsız. Dilbilimci, insanlarla ilişki kurmaya çalışsa da duvara çarpmaya devam ediyor.
Romanın mekânı olan şehir, kimliksiz ve kaotik. Kalabalık sokaklar, sürekli hareket halindeki insanlar ve şehrin karmaşık düzeni, dilbilimcinin yalnızlığını derinleştiriyor. İnsanların çokluğu, bireyi daha da küçük ve önemsiz hissettiriyor. Sadece bu haliyle bile şehir, “kalabalık yalnızlık” kavramının somut temsili gibi. Bu şehirde insan çok ama anlamlı bir iletişim yok!
Budai, sonuna kadar mücadele etmekten kaçınmıyor; inatla içine düştüğü şehrin dilini anlamaya ve elbette ait olduğu yere ulaşmaya çalışıyor. Hiç yabancısı olmadığımız konular değil mi?
Epepe: Uydurulmuş bir isim
Romanın adı neden Epepe? Sayfalar boyunca bunu düşündüm, ta ki kahramanımız asansörcü kadınla yakınlaşıncaya kadar. Kadının ismi gerçekten Epepe mi? Bilinmez. Çünkü dilini bilmediği insanların sesleri, Budai’nin zihninde bildiği kelimelerle eşleşmiyor.
Budai , “Tuulle ulumulu alaulp tleple… Gyunumbal!.. Ugyurumbungya!” gibi sesler olarak kulağına gelen cümlelere bazen varsayımsal anlamlar yüklüyor. Kendince bir çeşit iletişim kurabildiği kadının adı da öyle: Tyetse, Bebe, Tebebe, Çetete, Epepe ya da benzeri.
Babil Kulesi ve iletişimsizlik
Ferenc Karinthy, modern hayatın eleştirisini yaparken insanın varoluşsal sorunlarına da çok güzel değinmiş. Karinthy, anlatımı oldukça yalın olan bu romanında o kadar çok felsefi, psikolojik, mitolojik atıflar yapmış ki bir sürü zihninize bir sürü çağrışım üşüşüyor.
Epepe’de mitolojik atıflar, insanın varoluşsal çabasını, iletişim arayışını ve yabancılaşmasını simgeleyen güçlü bir altyapı. Örneğin Babil Kulesi miti, Epepe’nin kurgusunun temeli sanki.
Efsaneye göre insanlar Tanrı’ya ulaşmak için bir kule inşa etmeye başlamışlar, ancak Tanrı insanların dilini bozarak onları iletişimsizliğe mahkum etmiş. Dil sayesinde birbirini anlayan insan, bu lanetle ayrı diller konuşmaya başlayınca kaosa sürüklenmiş. Kitapta katları sürekli yükselen gökdelen inşaatı Babil Kulesi’nin kendisi olabilir.
Heidegger’ın ‘fırlatılmış’ varlığı
Romana felsefi açıdan da bakmak gerekirse; akla ilk gelen isim, Heidegger. 20. yüzyılın en etkin filozoflarından biri olan Heidegger, dilin varlık ile olan ilişkisini el almış. Hatta “dil varlığın evidir” diye bir meşhur bir sözü var.
Roman bize bunları hatırlatırken Heidegger’ın ‘fırlatılmışlık - geworfenheit’ kavramını da düşünmemiz gerekiyor. Heidegger, insanın kendi isteği dışında, anlamsız bir dünyaya atılmış olduğunu söylüyor. Bu gözle bakınca Epepe’deki dilbilimci de kendini tanımadığı bir dünyaya fırlatılmış halde buluyor ve karşısına çıkan anlamsızlık duvarıyla sürekli boğuşuyor.
Camus ve anlamsızlığa meydan okuma
Roman okurunu Camus’nün absürdizmine de götürüyor; tam bir absürt varoluş hikâyesi çünkü. Camus’nün absürt düşüncesine göre, yaşama ilişkin anlam arayışımız ile evrenin kayıtsızlığı arasında bir çatışma var! Sisifos Söyleni’nde (Albert Camus, Can Yayınları) antik Yunan hikayesini felsefesinin örneği olarak kullanan filozof, insanın yaşamına anlam arayışıyla evrenin kayıtsızlığı arasındaki çatışmayı esas alıyor.
Mite göre; Tanrılar tarafından cezalandırılan Kral Sisifos, her sabah koca bir kayayı dağın başına sürüklüyor ve her akşam o taş aşağıya düşüyor. Bizim dilbilimcinin şehri anlamaya çalışması, Sisifos’un kayayı tepeye taşıma çabası gibi. Bu sonsuz çaba her defasında başarısızlıkla sonuçlanıyor. Absürt bir varoluşun metaforu.
Ancak insan, anlamsızlığa direnmek zorunda; çünkü varoluşun kendisi bir meydan okuma. Dilbilimci de kitap boyunca arayışından vazgeçmiyor.
Kafkaesk tarzı ile kaosun ortasında
Epepe, 1970 yılında Macaristan’da yayımlanmasının ardından kısa sürede uluslararası alanda tanınmaya başlamış. Roman, ülkesi dışında ‘Kafkaesk’ tarzıyla beğenilmiş ve özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında bireyin yabancılaşmasını ele alan en güçlü eserlerden biri olarak kabul edilmiş.
Bürokratik kaos, anlaşılmaz sistemler, yabancılaşma, çaresizlik gibi temalarıyla Kafka’nın Dava ve Şato gibi eserleriyle sık sık karşılaştırılan Epepe, Macar edebiyatının dünya edebiyatına sunduğu önemli eserlerden biri olurken, yazarın da baş yapıtı olarak kabul ediliyor.
Karinthy’nin ünlü distopyalarla kıyaslanan Epepe’si, 2001 yılında Aysel Bora çevirisi ile Doğan Kitap’tan yayımlanmıştı. Eser Sevgi Can Yağcı Aksel’in çevirisiyle 2023 yılında yepyeni bir edisyonla Notos Kitap tarafından okura tekrar sunuldu. Toplam 240 sayfa olan romanı, bütün edebiyat severlere tavsiye ediyorum.
Karakterin sayfalarca süren çaresizliği, sıkışmışlığı sizi rahatsız edebilir, ancak çok kolay okunduğu için buna değer.
Nihayetinde Epepe, kahramanının kalabalıklar içinde kaybolma deneyimini aktarırken bize de şu soruyu sorduruyor: Modern dünyada gerçekten birbirimizi anlayabiliyor muyuz?
Hatta günümüzde bu soruyu bir adım daha ileri götürmek lazım; sosyal medyanın herkesin her şeyini ortaya serdiği bu dünyada gerçekten birbirimizi görüyor muyuz?
(NK/EMK)