11 Ocak tarihli ve sonrasında eklenenlerle birlikte iki binden fazla akademisyenin imza attığı “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin ülkemiz akademik ortamlarında bazı istisnalar bir yana bırakılırsa bu kadar olumsuz yankılanması içinde olduğumuz durum hakkında ne çok şey anlatıyor.
Adli ve idari soruşturmalar, işten çıkarılma, tutuklanma, yüksek lisans ve doktora yapmakta olan (özellikle ÖYP’li* olan) arkadaşlarımızın sözleşmelerinin feshedilmesi ya da öğrenim haklarının ellerinden alınması, hedef gösterilme, tehdit ve tacizlere maruz kalma gibi olaylar imza atan akademisyenlerin başına gelenlerin bir kısmı ve hız kesmeden de devam ediyor.
İşten atılmalar
Bildiri basına yansıdıktan sonra özellikle vakıf üniversitelerinde görev yapan pek çok akademisyenin işine son verildi. Vakıf Üniversitelerinde sorgusuz, sualsiz uygulamaya konulan ve sadece hukuki açıdan değil etik açılardan da sorunlu işten çıkarma cezalarının kamu üniversitelerine de bulaştığı görülüyor.
Birkaç gün önce, Akdeniz Üniversitesi’nde yürütülen soruşturma sonucunda, bildiriye imza atan sekiz akademisyene memuriyetten men cezası verilmesi talep edilerek soruşturma dosyalarının YÖK’e gönderildiği açıklandı. Bir üniversite yetkilisinin soruşturmanın gizliliğini ihlal ederek Hürriyet gazetesinin Akdeniz ekine yaptığı açıklama ile durum ortaya çıktı. Aynı günlerde basına yansıyan bir başka habere göre Iğdır üniversitesinde görev yapan bir akademisyenin dosyası da aynı ceza talebiyle YÖK’e gönderilmiş. Nihai kararları YÖK verecek.
Üniversitelerin disiplin soruşturması yürütecekleri bir yasal dayanak olmadan alınıyor bu kararlar. En başından bu yana hukuken çok problemli bir süreç yürütülüyor yani.
Akademik camianın suskunluğu
Yaşanan olumsuzluklar sadece üniversite yönetimlerinin ve durumdan vazife çıkaran bazı kişi ve kurumların takındığı tutumlar ile sınırlı değil. Epeyi uzunca bir süreden beri mesele imza atılan metnin içeriği değil artık: Akademi dediğimiz bir şeyden söz edip edemeyeceğimiz ve akademinin mütemmim cüzü olan ifade hürriyetine sahip çıkıp çıkamayacağımız asıl mesele. Ne halde olduğumuzu ilk kez büyük bir netlikle gözler önüne seren bir olay var karşımızda. Gözlerimizi başka bir yere çevirerek kurtulamayacağımız bir olay ve buna rağmen akademik camianın giderek daha bir görünürlük kazanan suskunluk, görmezlikten gelme, konuş(a)mama, kabuğuna çekilme, uzakta durma halleri de unutulmamalı; bu da hiç de hoş olmayan şeyler anlatan başka bir olay elbet.
Hannah Arendt Yahudi soykırımının baş sorumlularından ünlü Nazi subayı A. Eichmann’ın yargılandığı dava üzerine yazdığı “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı eserinde, toplama kamplarında milyonlarca insanın ölümüne neden olan bu insanları büyük kötülükler yapma potansiyeline sahip insanlar olarak ele almanın, onları şeytanlaştırmanın ne kadar yanıltıcı olduğunu dile getirir. Bu insanların herhangi bir başka insandan daha kötü, daha sapkın ya da daha sıra dışı bir karaktere sahip olmadıklarını belirtir. Aksine, hemen hepsi gündelik hayatlarının içinde kendilerine verilen görevleri yerine getirmekten başka bir dertleri olmayan, toplumsal bir mevki sahibi, rütbelerini veya günümüz diliyle söylersek kariyerlerini korumak ya da ilerletmek için yapılması gerekenleri yapan, ya da sadece işlerini yapan insanlardı. Ne yaptıkları ve yaptıklarının neye yol açtığı hakkında bir parça olsun düşünmeyen insanlar. Bu nedenle belki, “En büyük meziyet ne yapıyor olduğumuz hakkında düşünmektir” der Arendt.
Toplama kamplarında yaşananlarla herhangi bir şeyi kıyaslamak olanaksız ve amacım da kesinlikle bu değil; sadece, üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen kötülük bahsinde insanların takındığı tutumlardaki benzerliğe dikkat çekmek istiyorum.
Hiç bir insan bir ada değildir
Arendt’in sözü sadece işin bilfiil içinde olanlara değil, sessiz kalanlara, temaşa edenlere de söylenmiş bir söz. Yapan kadar göz yumanlara da. Auschwitz toplama kampından sağ kurtulan Primo Levi Alman toplumunun böyle bir kötülüğe nasıl izin verdiğini mesele yapar örneğin. Bu kadar uzun süren, sistematik bir kötülüğün görülmemesi, fark edilememesi olanaksızdır ona göre.
“İnsanlık-Yirminci Yüzyılın Ahlaki Tarihi” isimli harikulade bir kitabın (Phoenix Yayınları/Ayla O.Yazal Çevirisi) yazarı olan Jonathan Glover ise aslında çok büyük bir çoğunluğun, hatta sadece Almanların değil, savaşta yer alan diğer ülke insanlarının da olan bitenden haberdar olduğunu belirterek: “Çoğu zaman neler olduğunu biliyorlardı, fakat kendi rollerinin zararsız olduğunu düşünerek vicdanlarını susturdular” der.
Sessiz çoğunluğa dâhil olarak her şey olağanmışçasına hayata devam etmek kötülüğü kendi hayatlarımızın da bir parçası kılmaktan başka bir şeye yol açmıyor. Primo Levi’nin John Donne’a atıf yapan sözleriyle: “Hiçbir insan bir ada değildir; bütün çanlar herkes için çalar.”
Başka bir hayatın da mümkün olabileceği düşüncesi gözümüzün önünde gerçekleşenlere müdahil olabildiğimiz ölçüde ete kemiğe bürünüyor. İyi ya da kötü.
Kötülükten bu kadar söz açmaya, ondaki payımızı, payımıza düşeni anlatmaya hiç gerek yok belki; ya da insanları sorumluluk almaya davet etmek için geçmişte yaşananları hatırlatmanın, rahatsız edici örnekler sunmanın da. Belki sadece içimizden birine yapılan bir haksızlığı, hepimize yapılmış sayarak bir araya gelmenin sadece haksızlığa maruz kalanı değil bizi de sağaltan, iyi hissettiren bir yanı olduğunu dile getirmek yeterlidir. Öyle olduğunu umalım.
***
Üniversitelerde yaşanan işten atılmalara, haksızlıklara dikkat çekmek amacıyla 4 Mayıs tarihinde Akdeniz Üniversitesinde bir basın açıklaması yapılacak. Gelmek isteyenlere buradan duyuralım. (BŞ/HK)
* Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı