Gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül hakkında düzenlenen iddianame tartışılıyor.
Bu tartışmalara değinmeden önce savcılık makamını gözden geçirmek gerekiyor.
On yıl önce Mayıs 2005'de Budapeşte’deki Avrupa Savcıları Konferansında, “Savcılar İçin Etik ve Davranış Biçimlerine İlişkin Avrupa Esasları” kabul edilmiştir. “Budapeşte İlkeleri" olarak anılan ilkelere göre, savcılar toplum adına ve kamu yararına hukukun uygulanmasını sağlayan kamu yetkilileridir.
Budapeşte İlkelerine göre savcıların “Temel Görevleri” nelerdir?
Dava açma görevi de dâhil, her zaman ve her koşulda uluslararası hukuka uygun olarak görevlerini adil, tarafsız, tutarlı ve süratli olarak icra etmektir. İnsan onuru ve insan haklarına saygı duymak, bu değerleri korumalı ve desteklemektir. Toplum adına ve kamu yararına davrandıklarını dikkate almak, toplumun genel çıkarı ile birey hakları ve çıkarları arasındaki adil dengeyi bulmaya çalışmaktır.
Savcılar yüksek mesleki standartlara bağlı olarak her zaman dürüstlük ve özenin standartlarını uygulamalıdırlar. Görevlerini olayların değerlendirilmesi temelinde ve hukuka uygun ve herhangi uygunsuz etkiden bağımsız olarak icra etmelidirler.
Budapeşte ilkeleri dikkate alındığında savcıların “Genel Olarak Mesleki Hareket Tarzları” nedir? Sadece birkaç ilkeye değinmek gerekirse; “ceza yargılaması çerçevesinde görev yaparken” savcılar her zaman;
- İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması için Avrupa Konvansiyonu'nun 6. maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatlarında açıkça kabul edilen adil yargılanma hakkı ilkesini desteklemek,
- Görevlerini adil, tarafsız, objektif olarak ve hukuk kuralları çerçevesinde bağımsız olarak icra etmek,
- Ceza adaleti sistemini mümkün olduğu kadar süratli işletmek, adaletin yararına davranmak ve tutarlı olmak,
- Masumiyet karinesi ilkesine saygı duymak,
- Tarafsız bir soruşturma, sorumluluğun temelsiz olduğunu gösterdiğinde, dava açmamak veya davaya devam etmemek,
- Hukuk ve adil yargılanma ilkesine uygun olarak özellikle sanığa ve vekiline gerekli bilgiyi vererek silahların eşitliği (equality of arms) ilkesini korumak,
zorundadırlar.
Hukukun gereği, savcılar bu ilkelere uygun davranmalıdırlar.
Ancak bu ilkelere uyulmadığı ve gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül hakkındaki iddianamenin sadece ve mutlaka gazetecilerin cezalandırılmaları için yazıldığı görüşü kamuoyunun ortak kanısıdır. Durum hukuk adına çok düşündürücü ve endişe vericidir.
Savcı, kuşkusuz ceza yargılamasında taraftır. Ancak şüphelinin ya da sanığın karşıtı değildir. Kamu adına görev yüklendiği için yaptığı iş “mutlaka ve yalnızca sanığın cezalandırılması yönünde olmaz; olmamalıdır”.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) savcının rolünü değerlendirirken; eğer savcı “sadece objektif anlamda, yasanın doğru yorumlanmasını ve uygulanmasını, yargılamanın hukuka uygun olarak yapılmasını sağlamakla sınırlı” bir görev yapmış ise silahların eşitliğinin bozulmadığı ve adil yargılanma hakkının da ihlal edilmemiş sayılacağına ve bu nedenle aradaki eşitsizliğin herhangi bir hak ihlali doğurmadığına karar vermiştir (Komisyonun 524/59 ve 617/59 sayılı, 19.12.1960 tarihli Ofner ve Hopfinger kararları, Dekourt/Belçika kararı, 17.1.1970 Seri A, no. 11/).
Ceza Muhakemesi Kanunu'na göre savcılık makamının üç temel görevinden ilki, soruşturma evresini başlatmaktır. İhbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimi veren bir hali “öğrenir öğrenmez” kamu davası açmaya yer olup olmadığına karar vermek için başlattığı soruşturma aşaması; savcı için de “öğrenme muhakemesinin” başlamasıdır.
İkinci görevi, iddianame düzenlemektir. İleri sürdüğü suçlamayı yazdığı iddianamede veya yargılama aşamasında savunur. Üçüncüsü ise ceza mahkemesinin verdiği hüküm kesinleştikten sonra hükmün yerine getirilmesini sağlamaktır.
Savcılar, sadece suçlamak yerine adil yargılanma hakkının gereği olarak “yasaların bekçiliği” görevini yerine getireceklerdir. Ancak takdir haklarını hukuka ve adalete uygun yerine getirmelidirler. Takdir hakları savunma karşısında “silahların eşitliği” ilkesinin denetimine tabidir.
Adaletin “yönetimi” hakkında Avrupa İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg ve delegasyonu 10-14 Ekim 2011 tarihleri arasında Türkiye’ye yaptığı ziyaret sonrası 10 Ocak 2012 tarihli CommDH (2012) 2 “Türkiye’de Adalet Yönetimi ve İnsan Haklarının Korunması” başlıklı önemli bir Rapor hazırlamıştı. Rapor en geniş anlamıyla Türkiye’deki yargı sisteminin içinde bulunduğu durumu saptıyordu.
Rapora göre; “Komiserin daha önce İfade Özgürlüğü Raporu’nda da gözlemlediği gibi, savcıların mesnetsiz davalar da dâhil yargılamanın başlatılması konusunda kendilerini pek kısıtlamadıkları görülmektedir ki bu da bu sorunu şiddetlendirmektedir. (…) Bunun yerine savcıların, özellikle de devlet güvenliği meselelerinin söz konusu olduğuna inanıldığı zaman, davayı mahkemeye taşımayı ve delillerin değerlendirilmesi işini mahkemeye devretmeyi tercih ettikleri bildirilmektedir.
24. Komiser’in ziyareti sırasında, savcıların uygulamalarına ilişkin sıklıkla bahsedilen bir başka sorun da, hazırlanması çok uzun süren iddianamelerle ilgilidir ki bu esnada sanıklar genellikle tutuklu tutulmaktadır.
Komiser, özellikle terör ve organize suç davalarında iddianamelerin aşırı uzun olabildiği, zaman zaman binlerce sayfa sürdüğü yolundaki bilgiler konusunda endişelenmektedir. Bunun nedeni, bu iddianamelerin, dinlenilen telefon konuşmalarının – ki bu konuşmaların bazılarının söz konusu suç ile alakasının az olduğu bildirilmiştir – uzun, tasnif edilmemiş deşifre metinler gibi delillerden meydana gelen bir derleme içermeleridir.
Komiser, Türk makamlarının, savcılara, mevcut delilleri süzgeçten geçirmek ya da bu tür son derece karmaşık davalarda yeni deliller toplamak için gerekli nitelikler ve kaynaklara sahip olma imkânını sağlaması gerektiğini düşünmektedir ki bu, savcılara esas açısından önemli delillerle isnat edilen suç arasında bağlantı kuran sağlam hukuki analizler içeren yüksek kaliteli iddianameler hazırlama olanağı tanıyacaktır.
Komiserin gözlemine göre; ilerlemeyi engelleyen önemli faktörlerden birisi de, hâkim ve savcıların devleti korumayı insan haklarını korumanın üstünde tutan yerleşik tutum ve uygulamalarıdır.
Rapora göre “iddianamelerin kalitesine de dikkat edilmelidir”.
İddianameyi okumayı deneyin! Bakın görün neler olacak!
Okumak, anlamak, hangisi delil, hangi yazı neyin delili, neden bahsediyor, ne dedi, ne demek istiyor, kim kiminle irtibatlı, kim kime ne dedi, x’ler kimler, deliller neden kasada saklı, neden gizli, kim neyi kimden saklamış, ne zaman ne olmuş, kim ne yapmış veya kim neyi neden yapmamış, gazeteci yazıları ile haberlerin yorumundaki mantık ne?
İddianame dilsiz ve konuşmuyor. Bu iddianamenin en önemli sorunu. Konuşamadığı için ve kendini ifade edemediğindendir ki; cansız bir varlık olmaktan kurtulamıyor.
Gazeteciler varlıklarıyla varlar ve tutuklular. Yazılarıyla olup bitenleri yorumladılar. Şimdi bu yazıları ve haberleri nedeniyle suçlanıyorlar. Ama adaleti ve herkesin bilgilenme hakkının sır olmadığını dilleri döndüğünce kamuoyuna anlattılar. Demokratik hukuk devletinin halkından saklayacak hiçbir gizlisi saklısı olmayan devlet olduğunu kanıtladılar. Yazıları ve haberleri herkes okudu, iddianamenin anladığı gibi yorumlamadı.
İddianameyi yorumlamak, metin içinde saklı bulunan donmuş anlamların ortaya çıkarılması faaliyeti değildir. Yorum, hukuk yaratmaktır. Roma’dan gelen bir anlayışa göre; yorum kime aitse, hukuku yaratmak da ona aittir.
Yorumu olmayan iddianame hukuk yaratamıyor ve böyle bir çabadan çok uzak. Düşünsel hiçbir araştırma veya sonuç içermiyor. Parçaları birleştirmiyor ve birleştirdiğini zannettiği gazeteci yazılarından ve yayınlanan haberlerden bir bütüne dahi ulaşamıyor.
İddianamenin, hukuki bir dili yok. Hukuk yaratamadığı için yorumu yok! (Fİ/EKN)