9 Şubat 1986 tarihli Nokta dergisinde yayınlanan "İşkenceci polisin itirafları - 2" dosyasında yer alan "Gözleri bile yara olmuştu" başlıklı haberi 25 yıl sonra bianet'te yeniden yayınlıyoruz.
Sedat Caner'in konuşması bantlar doldurmuştu. İsimler,olaylar, ölümden beter acılar, yitik ruhlar dolmuştu bantlara. Ve teybi düğmesine bastığınızda Sedat Caner'in pes sesinden bütün bu işkenceler yine birer birer ete kemiğe bürünüyordu.
"Kızı içeriye aldılar. Ben dışarda oturdum. İlk önce içeriye girmedim. Fakat çok canhıraş bağırmaya başladı, dayanamadım girdim, O sırada soymuşlar anadan doğma, ve Filistin askısına almışlardı. Uğur elinde o copla 'Bak kızlığın filan gidecek, konuş' diyordu. Uğur'u kenara çektim, kıza 'Bacım bak beni tanıyorsun. Seni bunların ellerinden kurtaracağım, anlat! Senden bir tek kelime istiyorum. Ali nasılsa yakalanacak... Boşuboşuna eziyet çekme, hemen indirttireyim seni buradan' dedim. 'Bilmiyorum' dedi. Bunun üzerine işkenceye devam edildi. Ben tekrar dışarıya çıktım. Kızın durumu içler açısıydı. Yapacaklarını yaptılar zaten. Kız daha beter bağırmaya başladı. Tekrar dayanamayıp girdim. O sıradı Uğur kızı tekmeliyordu. Filistin askısında tekmeliyordu. Uğur'u kenara çektim, askıdan indirttirdim, 'Alıp götürüyorum, sorgulamasına Maraş'ta devam ederim' dedim, 'Tamam' dediler, 'Konuştu'.,."
Sedat Caner'in, Filistin askısındaki genç kıza "Beni tanıyorsun" demesi sözün gelişi değildi. Gerçekten de Caner genç kızı tanıyordu. Çünkü genç kıza yerini söyletmeye çalıştıkları Ali A... ile oldukça eskiye dayanan bir tanışıklıkları vardı. Sedat Caner'e Ali A.'yı yakalama görevi verilmesinin nedeni de bu dostluktu zaten. Şöyle diyordu Caner "...beni göndermeden önce yanına çağırarak, 'Bak bir sürt söylentiler var. Onu senin sakladığın ve yerini bildiğin konusunda,,, Ali A.'nın nerede olduğunu bana bul. Bu adamı sen yakalayacaksın, gidip bulacaksın' dedi... 'Yakalamazsan bayağı eziyet çekersin., Yakalayamazsan senin sakladığın izlenimi bende uyanacak' dedi."
Sedat Caner bunun üzerine "arkadaşı"nın yerini öğrenebilme) için nişanlısını aldıklarını söylüyordu. Caner'in, "Herhangi bir olay la ilişkisi yoktu. Ev kızıydı. Her halinden belli oluyordu" dediği gebç kız, İskenderun'daki evinden alınıp "Filistin askılı" sorgulamaya götürülüyordu. Yani "uzman işkenceci"nin deyimiyle "işkencenin en ağırına..."
Gece gündüz...
Dev-Savaş davası sanığı Hamit Kapan ise işkencenin yalnızca en ağırına değil aynı zamanda en "uzun"una uğramıştı. Hamit Kapan 200 gün "gözaltında kalmıştı. Ve, Caner'e göre, bu 200 gün boyunca işkence görmüştü:
"Hamit Kapan'ın sorgulaması sırasında biz başarılı olamamıştık... Ankara'dan ayrı bir sorgulama timi geldi, üç memur gelmişti. Biri emniyet amiriydi... Hamit Kapan'a öyle bir şey yapılmıştı ki, 8 saat bir tim giriyordu, onlar çıkıyordu, diğer tim giriyordu, 8 saat onlar çalışıyorlardı. Diğer 16 saat içerisinde onun şeyini bitiren diğer timler istirahat ediyorlardı. Uyku uyumaksızın, şey yapmaksızın Hamit Kapan'ın sorgulaması devam etti. Bu böyle hemen hemen 6 aya yakın sürdü. Bu zaman zarfında Hamit Kapan'a uyku filan yoktu. Gözleri kan çanağı gibi olmuştu, artık gözleri yara bağlamıştı. Haliyle gözleri sürekli açık kalmaktan gözyaşı kuruma yapıyordu. Gözleri böyle kan çanağı gibi yara olmuştu. Ve öyle bir hale gelmişti ki, kimse Hamit Kapan'ın yüzüne bakamıyordu. Herkes camdan dışarıya bakıyordu."
İşkence yöntemlerinin tümünün uygulandığı Sedat Caner, Hamit Kapan'ın 9 gün de fosseptik çukurunda kaldığını ve çıktığında "vücudunda yumruk iriliğinde yaralar açıldığını" söylüyordu.
"Gözlerimden yaş geldi"
200 gün... Tam 200 gün "sorgulanmıştı" Hamit Kapan. Bu süre, mahkeme tutanaklarında da saptanmıştı. Sedat Caner, Hamit Kapan'ın 200 gün boyunca direndiğini ve konuşmadığını söylüyordu. Ancak ortada, mahkemeye sunulan 30 sayfalık bir sorgu ifadesi vardı. Sedat Caner bunu şöyle açıklıyordu: "Hamit Kapan bitkindi ve uyuklamaya başlamıştı. Kafasını koydu ve uyuklamaya başladı. Herkes kendi isiyle ilgileniyordu. Kimisi sohbet ediyordu. Bırakılmıştı. Artık sorgulamaktan vazgeçilmişti. Ben de tamdan dışarı bakıyordum. Dönüm baktım dağ gibi bir çocuk, bitkin, şey gibi kalmış. İri yarıydı. Fakat çöp gibi kalmıştı. Öyle bakarken gözlerimden yaş geldi. O haline karşı bir acıma duygusu. Gelen ekipteki emniyet amiri bir soru yöneltti kendisine... Ve o zaman başladı."
Sedat Caner'in deyimiyle 200'üncü gün "uykusunda konuşan" Hamit Kapan, sorgu ifadesinde Kahramanmaraş'ta öğretmen Mustafa Yüzbaşıoğlu'nun öldürülmesi olayını üstlenmişti.
Ancak Kapan, bir süre sonra mahkemede şöyle diyordu: "Maktul Yüzbaşıoğlu beni yakınen, Hacı Çolak da gene normal olarak mahalleden tanır. Yüzbaşıoğlu ile daha önce bir olaydan dolayı 2 gün gözaltında beraber kaldık. Şayet kendisini ben vurmuş olsaydım, herhalde vurulan bir kimse kendisini vuran kimseyi saklamaz ve beni de tanıdığına göre ilk planda benim adımı verirdi."
"Doğuramasın" diye
63823 sicil numaralı polis memuru Sedat Caner, Hamit Kapan'a yapılanları "işkencecilerin bile gözlerini yaşartacak" bir olay olarak nitelendiriyordu. Caner'in bir başka iddiası ise bunun çok ötesinde, dehşet sözcüğünün bile utanacağı boyuttaydı. Caner de, "Bu olay herkesin nefretini çekmişti" diyordu.
"Pazarcık Ortaokulu'nda okuyan küçük bir kızdı. Copla tecavüz olayı oldu. Bundan tek bir kişi sorumluydu. îşte, 'Alevi bu kız, yarın öbürgün çocuk doğuracak. Doğurmasın. Bunun zürriyetini yok edeceksin. Bunun doğuracağı çocuk da komünist çıkacak' diye bir laf etmişti. Bütün sorgulamacılar nefret etmişti... İğrençti yani..."
Sedat Caner, aslında sorgulamalar sırasında kadın sanıklara "fiili tecavüz" olmadığını savunuyordu. Ama kimi zaman "fiili tecavüz tehdidi" oldukça işe yarayan bir yöntem olarak kullanılmıştı.
"Adamın karısı da alıp getirildi eskilerdendi. Hatta ismini dahi kimse bilmiyordu. Mesela onu çözemiyorlardı. Karısı getirildi, anadan doğma soyuldu......'un gözlerini açıp kendisine karısının anadan doğma çırılçıplak halini gösterince....'un karısına karşı da aşırı bir ilgisi vardı. 'Üzerinden bir alay adam geçirttiririm' deyince, karısını da öyle çıplak görünce, gözünde her şey yapılabilir düşüncesi deolduğu için, bunun korkusuyla çözülmüştü. Karısına da sonradan işkence yapıldı ve sonradan ikisi de cezaevine yollandı."
Sedat Caner, bir kadına "bizzat" uyguladığı bir işkenceyi de şöyle anlatıyordu:
"Aranan bir sanığın kız kardeşine yapılan işkence olayını bizzat ben kendim yapmıştım. Eğitim Enstitüsü'nün üçüncü katında, alt taraftaki odalar dolu olduğu için oraya çıkarmıştım. Kadını soyup manyetolu telefonla elektrik verdik. Orada askı için müsait yer yoktu, onun için ellerini sandalyeye kelepçeyle bağlayıp elektrik verdik. O sırada manyetoyu bizzat ben çeviriyordum. Bu kıza cop sokma olayı daha sonradan aşağıdaki sorgulama odasında gerçekleşti. Biz bir şey elde edememiştik. 'Nerede olduğunu bilmiyorum. Bir sefer geldi gitti, bilmiyorum' diyordu. Elektrik işkencesinden dolayı sanık altına pislediydı. O zamana kadar elektrik verdiydik. Altına pisledikten sonra bıraktıydık. Bilfiil olayında yapmış olduğum işkence bu..."
Coca Cola şişesi...
Cop ya da Coca Cola şişesi ile tecavüz erkeklere de uygulanan bir işkence yöntemiydi Sedat Caner'e göre. itirafçı Caner, bu yöntemin bir örneğini şöyle anlatıyordu:
"Ankara'dan bir sorgulamacı gelmişti. Sorgulamacı arkadaşı daha önce bizimle çalışmıştı. sonradan tayini çıkmıştı. O gelmişti işte... Elbistan'da Karaevli'de oturan bir boyacı alınmıştı. İşte bu şahısi Coca Cola şişesinin üzerine oturtuldu ikimiz oturttuk ve omuzlarından bastırdık... Şişenin içi yarıya kadar kan dolmuştu."!
"İnsanların yalnız eti kemiği değil , ruhunun derinlikleri de işkencecinin çalışma alanıydı" denmiştik geçen hafta. İtirafçı polis memuru Sedat Caner, anlattıklarıyla saptamayı defalarca doğruluyordu Örneğin liseli genç kız: "Lise talebesi bir kızdı. Onun sorgulanmasına girdiydik. Sorgulama sırasında sürekli olarak kendisine hakaret edici, aşağılayıcı kendine olan güvenini yitirttirebilmek için kıza benzemediğini, daha çok erkeğe benzediğini söylemiştik."
"Ayı gibi oynatıldı"
Sedat Caner, "aşağılamak" deyince bir: Garbis Altınoğlu'nu çok iyi anımıyordu: "En azından gelen örgüt mensubu kendine güven içinde. Ser vericem sır vermiycem diye gelir örgüt mensubu. Kendisine belirli bir güven le gelir. Garbis Altınoğlu'nun kendisine güvenini kırmak için burnuna zincir takıldı, tef çalındı ve ayı gibi oynatıldı. Bu bir hafta devam ettikten sonra Garbis Altınoğlu'nun omuzları çökmüştü. Kendisine olan güvenini yitirmişti. Ama yine de konuşmadı." Sedat Caner'in "çok dayanıklıydı" dediği Garbis Altmoğlu, işkencecilere "ilham kaynağı" olmuştu. Ve hem büyük bir acı verdiğini, hem de onur kırıcı olduğunu daha sonra pek çok olayda saptadıkları "kaplumbağa hücresi" ilk kez Garbis Altınoğlu'na uygulanmıştı. Bu "özgün yöntemi" şöyle anlatıyordu Sedat Caner: "İlk olaraktan Garbis Altmoğlu'na uygulanmıştı. Çömelerek sokulur suçlu içersine. Kendisi tuvalet ihtiyacını falan gideremez yani, ancak altına yapacak. Kıpırdama imkânı da yok. Tüm eklemlerde kireçlenme olur. Garbis bir hafta tutulmuştu. Çıktığında kamburumsu yürüyordu. Onurunu kırıyor yani, acı da veriyor..." Bunlar, Garbis Altınoğlu'na "onur kırmak için" uygulananlardı. Kendisine yapılan öteki işkenceleri ise Garbis Altmoğlu, mahkemede verdiği ifadede şöyle anlatıyordu:
"Maraş'ta kaldığım 70 gün boyunca ben de ağır bir şekilde işkence gördüm. Bu işkenceler, aç ve susuz bırakma, uyku uyutmama, soğuk su banyosu, falaka, elektrik, çarmıha germe ve bunların birkaçının bir arada uygulanması gibi değişik biçimlerde oluyordu... Gözaltında bulunduğum bu 70 gün içinde toplam 20 gün bütünüyle aç kaldım. Bunun yanı sıra, son 15 günü saymazsam sürekli olarak yarı aç bırakıldım. İlk 5 gün boyunca hiç uyutulmadım. İşkencede olmadığım zamanlarda ellerim sürekli olarak zincirle bir demir boruya bağlanıyordu..."
Son söz...
Nasıl bir adamdı bu Sedat Caner? İşkenceci olarak mı doğmuştu? Yoksa ondan bir işkenceci mi yaratılmıştı? Bu soruları geçen sayımızda da sormuştuk. "İtiraf etmek istiyorum" diye başladığı ve saatler süren konuşması sırasında defalarca kendisine de yöneltmiştik. "Haliyle görev olarak yapıyorsun" diyordu. Ne var ki, bu görevin malzemesi insandı. Ve bu öyle bir görevdi ki, yerine getirilişi, insanların acıların en büyüğünü çekmesi anlamına geliyordu. Ve bu öyle bir görevdi ki, biraz "gayretkeşlık" ya da belki biraz "o gün birşeye kızmış olmak" bir insanın ölümüyle sonuçlanabiliyordu.
Banda bir kez daha basıyoruz ve dünün işkenceci polis memuru, Sedat Caner, "heyecanlı, sakin, korkmuş, umursamaz..." gibi sözlerin hiçbiriyle tamamlanamayacak bir ifadeyle anlatıyor:
"Düşünüyordun... Mesela bir kadını döverken, elektrik verirken kendi karın aklına geliyordu, kendi bacın aklına geliyordu. Kendi kardeşin aklına geliyordu. Onun yerine onu koyuyordun. Acaba o da bu durumda olsa ben ne durumda olacağım... Ne yapabilirdim? Onun kocasını veya yakınlarını gözönüne getiriyordun. Bu durum karşısında insan, ne bileyim, vicdanıyla hesaplaşıyordu. Fakat elde de yapılacak bir şey yoktu..."