Kadir Has Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Öğr. Gör. Remzi Orkun Güner’in Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 33. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuyla paylaşılan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metne imza attığım için tarafıma isnat edilen terör örgütü propagandası yapma suçlamasını reddetmekteyim. İmza metni, Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmalar ile uluslararası hukukun emredici kurallarını kendisine referans almakta, bu yönde, ilgili dönemdeki hak ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek kovuşturulmasını, yurttaşların uğradığı zararların tazmin edilmesini, kısacası barışçıl ve hukuki çözüm yolları aranması için çağrı yapmaktadır.
Anayasal bir talep olan barışı, mevcut hukuk sistemince koruma altına alınan ifade özgürlüğü çerçevesinde, anayasa ile bağlı olan kamu gücünden talep etmektedir. Hukuki muhakeme içermeyen, hukuki dayanağı olmayan iddialarla özünde şiddet karşıtı bir metnin şiddeti teşvik ettiği ya da şiddeti meşru gösterdiğini ileri sürmek mümkün değildir.
İddianamenin hukuki dayanaktan yoksun olduğuna ve içeriğinde yer alan hukuk tekniği açısından çelişkili ifade ve yöntemlere ilişkin incelemeyi avukatım tarafınıza sunacaktır. Ancak yine de birtakım hususların bizzat altını çizmek isterim:
İddianame, “terör örgütü propagandası suç”una ilişkin olarak imza metninin tek taraflı olmasını ve yalnızca devleti muhatap almasını gerekçe göstermektedir. İmza metninin öncelikli olarak devlete yöneltildiği düşünülebilir zira mensubu olmadığım bir örgüte barış çağrısı yapmamın hiçbir mantığı yoktur. Barış talep etmek bir haktır ve bu anayasal talep ancak ve ancak yurttaşlık bağıyla bağlı olduğum devlete yöneltilebilir niteliktedir.
Yaşam hakkı bakımından devletin yurttaşlarına karşı hukuki/siyasi yükümlülüğü bulunur ve siyasi gücü elinde bulunduranların kullandıkları gücü meşru yapan, güç kullanımını kaba kuvvetten ayıran da başta yaşam hakkı olmak üzere anayasal çerçevede korumayı taahhüt ettiği yükümlülüklerdir. Üstelik de yargı, ordu ve emniyet güçleriyle, hukuki bir çerçevede çatışmaya son verebilme, diyalog ve müzakere süreçlerini başlatabilme kudreti ve dolayısıyla sorumluluğu da yalnızca kendisindedir.
Belirttiğim gibi imza metni, mevcut hukuk düzenine atıf yaparak sorunların çözümünün şiddete başvurmakta değil hukuki-siyasi bir zeminde yattığını vurgular. Şiddetin sona erdirilmesi için çağrı yapan bir metnin de Devleti muhatap alması, meşru bir hukuki-siyasi aktör olarak yalnızca Devlete itibar etmesi, imzacılarının hiçbir bağı olmadığı örgüt veya örgütleri dışlaması, oldukça doğaldır.
İddianamedeki delil yokluğuna değinecek olursam; terör örgütü propagandası suçu tarafıma isnat edilirken, adını ilk defa İddianame metninde duyduğum Bese Hozat’ın 2015 tarihli bir açıklaması delil olarak gösterilmektedir. Ancak söz konusu açıklama ile imza metni arasında bir bağ olduğuna ilişkin hiçbir somut delil ortaya konulmamıştır. Talimat doğrusunda metni imzaladığım iddia edilmekte fakat bu talimatın ne zaman, nasıl ve nerede tarafıma ulaşmış olabileceğine ilişkin hiçbir somut dayanak sunulmamıştır.
Yine İddianame, 10 Mart 2016 tarihli basın açıklamasını, yeniden imza konusu edilmiş “ikinci bir bildiri” olarak kabul etmekte, akademisyenlerin Türkiye Cumhuriyeti’ne “halen meydan okuyabildiklerini göstermek maksadı” taşıdığını ileri sürmektedir. Öncelikle bilindiği üzere, devlete “meydan okuma” gibi bir ifadenin mevcut hukuk sistemimizde herhangi bir hukuki karşılığı bulunmamaktadır.
İkincisi, Mahkemeniz nezdinde hem avukatım hem meslektaş ve hocalarım tarafından sıklıkla belirtildiği gibi, 10 Mart 2016 tarihli açıklama, imzaya açılmış ikinci bir bildiri niteliğinde değil, tek bir bildiri imzalamış akademisyenlerin 11 Ocak 2016 tarihinden itibaren maruz kaldıkları hak ihlallerini kamuoyuna ve yetkililere duyurma maksadı taşıyan bir basın açıklamasıdır: 11 Ocak itibariyle 2212 sayısını bulan imzacıların ilerleyen aşamada karşı karşıya kaldıkları disiplin soruşturmaları, ev ve işyeri basmaları, istifaya zorlamalar, işten çıkarmalar, tehdit ve hakaretler vb. konusunda toplumu birinci ağızdan bilgilendirme amacı taşır.
Öte yandan İddianame, “Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki yerleşim alanları için betimlenen tablonun tamamen gerçek dışı/güvenilir bir temelden yoksun bulunduğu”nu belirtmekle yetinmekte, ancak bu iddiasını gerekçelendirmek üzere hiçbir olgusal veriye yer vermemektedir.
Aksine, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri, Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu, İnsan Hakları İzleme Örgütü, Uluslararası Af Örgütü gibi Türkiye’nin tarafı olduğu ya da resmi olarak tanıdığı, insan hakları hukuku konusunda önde gelen kuruluşların; Türk Tabipleri Birliği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı vb. gibi ulusal kuruluşların imza metninde çizilen tabloya ilişkin çeşitli rapor, memorandum ve açıklamaları, yine aynı hak ihlallerine dikkat çeker.
Tüm bu resmi kuruluşlarca ihlal olarak nitelendirilen eylemleri zikretmek, kabaca, söz konusu süreçte hukuka aykırılıklar olduğunu ifade etmek, bağlı bulunduğumuz hukuk sistemince hiçbir surette “suç” olarak nitelendirilemez.
İmza metni, barış içinde yaşama hakkını, Anayasa ve Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler çerçevesinde korunan ifade özgürlüğü çerçevesinde talep eder. İmza metnindeki hiçbir sözcük, herhangi birey ya da grubu hedef göstermemekte, kimsenin şeref ve haysiyetine zarar vermemekte, ifade özgürlüğünün kullanımı konusunda anayasada sayılmış sınırlama nedenlerini ihlal etmemektedir. Avukatım hukuki incelemesinde değinecekse de birtakım esasları kabaca belirtmek isterim:
Bilindiği gibi, ifade özgürlüğünün anayasal koruma altına alınmış olması, özellikle devletin ya da toplumun bir kesimini eleştiren, onları rahatsız eden ifadeler için hayati niteliktedir; halihazırda herkesin hoşuna gideceği öngörülen ifadeler için değil. İkinci olarak, bilindiği üzere, hem Anayasa Mahkemesi (“AYM”), hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (“AİHM”), ifade özgürlüğü bakımından meşru bir müdahalenin varlığının tespiti konusunda birtakım hukuki testler, ölçütler öngörür.
Öncelikle, uyuşmazlığa konu olan metnin genelinin göz önüne alınacağı, metin içerisinden birtakım sözcüklerin seçilerek hukuki bir değerlendirme yapılamayacağı AYM kararlarında bildirilmiştir. İmza metninde ifade bulan söylemin, bir bütün olarak değerlendirildiğinde şiddete karşı durduğu açıktır.
Kaldı ki metnin içerisinden birtakım sözcükler seçilse dahi, hiçbir şekilde terörü destekleyen bir tabire rastlanılmaz. “Katliam” gibi bir ifadenin de ifade özgürlüğüne müdahale etmenin hukuki dayanağı olamayacağı konusunda AİHM’in Türkiye Cumhuriyeti aleyhine vermiş olduğu halihazırda birçok kararı mevcuttur.
Öte yandan hükümet politikalarına yönelik eleştirel ifadelerin hukuki değerlendirilmesi konusunda, bağlı bulunduğumuz hukuk sistemi, bireyler nezdinde yapılan eleştirilere nazaran daha esnek bir analizi şart koşar.
Yurttaşların hükümet politikalarını eleştirebilmeleri demokratik haklarının başında gelir ve hükümetler, ellerinde bulundurdukları siyasi güç nedeniyle, kendilerine yöneltilen eleştirilere tahammül etmekle yükümlüdürler.
Zira hukuken korunan menfaat, demokratik bir toplum düzeninde, hükümet politikalarının özgürce yurttaşlar nezdinde demokratik yollardan tartışılabilmesidir. Ancak İddianame, hükümetin politikalarının eleştirilmesini, hukuki herhangi bir dayanağa başvurmadan, terör örgütü propagandası yapmakla eş tutmaktadır.
Yazılı veya sözlü ifade edilmiş her siyasi düşünce ve görüş gibi, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metinde ifade bulan düşünce de tartışmaya açıktır ve tartışılmalıdır da. Demokratik, insan haklarına saygılı olduğunu taahhüt eden bir devletin de ödevi, bu tartışma kültürünü hukuki güvence altına almaktır.
Demokrasi, toplumsal sorunlara ilişkin karşıt görüşlerin, kendilerini ifade edebildikleri bir tartışma ortamının kurumsallaşması olarak ifade edilebilir; çoksesliliğin hukuk aracılığıyla bastırılması olarak değil. Kaldı ki, Türkiye hukuk sisteminin mevcut yürürlük kaynakları, başta anayasa olmak üzere, hiçbir iktidar odağına, hiçbir kurum ya da bireye, söz konusu demokratik tartışma kültürünü engelleme amacıyla başvurulabilecek herhangi bir hukuki dayanak sunmaz.
Ancak İddianamenin geneli açısından sorun arz eden hususların başında, ifade özgürlüğüne “meşru” müdahale açısından hiçbir hukuki gerekçelendirmeye, hiçbir hukuki kritere başvurulmamış olması gelmektedir.
Bilindiği üzere ifade özgürlüğü üzerindeki sınırlamalar istisnai, başvurulabilecek en son çare niteliğinde ve amaçla orantılı olmalıdır. Fakat on yedi sayfalık İddianamenin hiçbir yerinde AYM ve AİHM nezdinde aranan kriterlere ilişkin hukuki bir değerlendirme sunulmadığı gibi, somut vaka bakımından müdahaleyi meşru kılan hukuki gerekçelerin açıklanması yoluna gidilmemiştir. Hiçbir somut mahkeme kararına atıf yapılmadığı gibi, bunun yerine ETA, IRA gibi örgütlere dair tarihsel anlatılara yer verilmiştir.
İmzalamış olduğum metnin “alenen” terör örgütüne destek verdiği yönündeki ciddi iddialara, bildiriye konu olan olaylarla ne tarihi ne coğrafi ne de siyasi olarak uyuşan bu gibi müphem açıklamalarla hukuki zemine dayanak yaratılamayacağı da açıktır.
Sonuç olarak; kimseden talimat almadan, bir avukat, öğrenci, akademisyen adayı ama en önemlisi bir yurttaş olarak, hiçbir yasadışı örgüte mensup olmadığım, şiddeti, kaynağı ne olursa olsun hiçbir şekliyle desteklemediğim, ülke sınırları içerisinde kalıcı barışın tesis edilebilmesini talep ettiğim ve bunu da yalnızca yurttaşı olduğum devletten talep edebileceğim için metne imzamı attım.
Söz konusu olan bir imza metnidir ve imzalayan akademisyenlerin şiddeti bir siyasi mücadele aracı olarak görmedikleri de başvurdukları bu yöntemle kendisini açıkça gösterir.
Zira demokratik bir toplum düzeni içerisinde imza metinleri ya da bildiriler, hükümetlere seslenilebilmesi, hükümet politikaları konusunda toplumda sağlıklı, demokratik bir tartışma ortamı kurulabilmesi için iletişim kanallarını açık tutan, dolayısıyla da şiddetten en uzak araçlardan biri olagelmiştir.
Söz konusu imza metni de şiddeti teşvik etmediği gibi, kimseyi şiddet araçlarını kullanmaya yöneltmemiş olduğundan toplum için açık ve yakın bir tehlike barındıramaz; aksine, barışın tesis edilebilmesinde hukukun işlevsel bir mekanizma olduğunu vurgular.
Hukuk fakültesinde görev yapan bir akademisyen adayıyım ve fakülte öğrencilerinin hukuki sorunları analitik düşünerek doğru tespit etmeleri, hukuki sorunlar karşısında hukuk disiplininin gerektirdiği yöntemsel araçları kullanmaları, uluslararası nitelikteki insan hakları ilkelerini özümsemiş olmaları ve dil, din, ırk, etnik köken, inanç, cinsiyet kimliği, cinsel yönelim temelli her türlü ayrımcı pratiğin karşısında durmaları konusunda üzerime düşeni elimden geldiğince yerine getirmeye çalışmakta; hukukun, hukukçuların omuzlarına yüklediği sorumluluğu taşımaktayım. Bu sorumluluk neticesinde barış sürecine geri dönülmesi talebini içeren metne imzamı attım.
Mevcut hukuk sistemimiz, hukuk zeminine geri dönülmesine yönelik her türlü düşüncenin ifade edilmesi özgürlüğünü koruduğu için, isnad edilen suçlamayı reddediyor ve beraatimi talep ediyorum. (ROG/TP)