İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim görevlisi Dr. Biriz Gonca Berksoy'un Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 36. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
* Ben konuşmamda, savcının, biz imzacılara yönelttiği suçlamayı ve bu suçlamaya, dayanak yaptığı iki iddiasını ele alacağım. Savcının bizlere isnat ettiği suç, bildin metni üzerinden terör örgütü propagandası yapmaktır.
Buna dayanak olarak ise, hem bildirinin yayın tarihinin anlamlı olduğunu ve Bese Hozat isimli kişinin talimatıyla imzalanıp, yayınlandığını iddia etmiştir. Hem de, devletin kurumlarını her türlü temelden yoksun ve kötü niyet taşıyan iftiralarla hedef aldığımızı öne sürmüştür.
1) Öncelikle bize isnat edilen suçlamaya bakarsak, iddianameye göre bu metinde terör örgütü propagandası yapılmaktadır ve örgüt meşru gösterilmektedir. Ancak, bu suçlamanın hakikat dışı olduğu aslında son derece açıktır.
Metinde terör örgütü propagandasına tekabül edebilecek hiçbir unsur yoktur. Bu unsurlar, hem 2013’te değiştirilen TMK'nın 7. maddesinin 2. fıkrasında sıralanmıştır; hem de değişikliğin gerekçesinde vurgulanmıştır.
Sizlerin de çok iyi bildiği gibi, bir konuşmanın veya metnin terör örgütü propagandası sayılabilmesi için örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek, övecek veya bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde ifadeler içermesi gerekir.
Bildiri metininde ise ne PKK’dan söz ediliyor, ne de herhangi cebir, şiddet içeren yönteminden bahsediliyor. Dolayısıyla, metinde söz konusu örgüte yönelik övgü içeren, şiddeti teşvik eden hiçbir söz yoktur.
* Buna karşın, bildiride, tam tersine, şiddetin durdurulması için ve sorunun diyalog ve barış yoluyla kalıcı bir çözüme kavuşturulmasına yönelik çağrı yapılmaktadır.
Bu çağrı da vatandaşı olduğumuz ve sorunun çözümünde, son kertede belirleyici taraf olan devlete yapılmaktadır. Evet, barış talebi dile getirilirken devletin bölgede uyguladığı politikalar, keskin bir dille eleştirilmektedir. Ancak, bu eleştiriler, hem Anayasa’nın 26. maddesinin, hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinin koruma altına aldığı, ifade özgürlüğünün sınırları içerisindedir. AİHM kararları da bu tespiti destekler niteliktedir
Zira, 199 yılında mahkeme, Ceylan/Türkiye davasında verdiği kararda, "devlet terörü", "katliam" gibi sert ve keskin sözlerle yapılan eleştirileri de ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmiştir. Kişinin, cezalandırılması ile Sözleşmenin 10. Maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.
2) Savcının suçlamasına dayanak yaptığı iddialardan ilkine gelirsek Yani 1128 akademisyenin, Aralık 2015‘te Bese Hozat’ın yaptığı çağrı sonrasında harekete geçip bu bildiriyi yayınladığı iddiası...
Anlaşılan o ki, Bese Hozat isimli kişi, bu tarihte "aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın" şeklinde bir çağrı yapmıştır. Bildiriyi imzaladığım sırada böyle bir açıklamanın varlığından haberim yoktu. Bunu ilk olarak savcılığın geçen yıl başlattığı soruşturma ile öğrendim. Kuvvetle tahmin ediyorum ki imzacıların tamamı için de durum aynıdır.
Ve aslında somut olarak ortada olan şudur ki: bildirinin içeriğinde öz yönetime dair olumlu ya da olumsuz hiçbir ifade bulunmamaktadır.
Şimdi, hukuken bir suçlamanın yapılabilmesi için somut kanıt gösterilmesi gerekmez mi?
Anladığım kadarıyla savcı, kendince zamanlamayı manidar bulmuş ve tamamen niyet atfederek, hiçbir kanıta dayanmadan, bildiriyi imzalayanlara yönelik böylesi bir iddiada bulunmuştur. Talimatla bu bildiriyi yayınladığımıza dair, bir tane bile somut kanıt yoktur.
Ayrıca, Türkiye’de 89 üniversiteden, 1128 akademisyenin -daha sonra bu katlanarak 2212’ye varmıştır- bir kişinin talimatıyla harekete geçip bildiri yayınlaması, eşyanın tabiatına aykırı, akıldışı ve zorlama bir düşünce değil midir?
3) Üçüncü iddiaya gelirsek, yani bildiride Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğusu’ndaki yerleşim alanları için betimlenen tablonun, tamamen gerçekdışı olduğu, durumun kasıtlı olarak çarpıtıldığı ve bu yolla Türkiye Cumhuriyeti kurumlarının saygınlığının rencide edildiği iddiası...
Kanımca, bildiride ortaya konan tablo ayrıksı, temelsiz bir çıkış değildir. Şöyle ki, bildirideki ifadeler, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde, bölge üzerine hazırlanan raporların, aslında çarpıcı bir ön-özeti niteliğindedir.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri'nin hazırladığı 2 Aralık 2016 tarihli Memorandum ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği'nin hazırladığı Şubat 2017 tarihli rapor örnek olarak gösterilebilir.
* Bildirinin temelsiz iddialar içermediğini kanıtlayabilmek için bu raporlardan kısaca söz etmek istiyorum.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri'nin hazırladığı Memorandum'da şu noktaların altı çizilmiştir: Ağustos 2015’ten itibaren Cizre, Nusaybin (Yüksekova) gibi birçok yerleşim yerinde, giderek süreleri uzayan ve 130 güne kadar çıkabilen sınırsız süreli ve aralıksız sokağa çıkma yasakları uygulanmıştır.
Sokağa çıkma yasaklan, sadece, Olağanüstü Hal ve Sıkıyönetim Kanunu'nda düzenlenmiş olmasına rağmen, İl idaresi Kanunu'nun 11. maddesine dayandırılmıştır.
Dolayısıyla, belgeye göre, aslında yasaların dışına çıkarak uygulanmıştır. Sokağa çıkma yasakları nedeniyle çok büyük bir nüfusun en temel insani hakları kitlesel olarak sınırlandırılmıştır.
Yine belgede belirtildiği üzere, bu nüfusun suya, gıdaya, temel sağlık hizmetlerine, ilaca ve geçim kaynaklarına erişimleri engellenmiştir.
Dahası, Memorandum'da, yazılı ve görsel kaynaklara dayanarak, polis ve ordunun, yerleşim yerlerinde, tanklarla ve ağır silahlarla çatışmaya girdiğine dikkat çekilmiştir. Top ve havan ateşi yapıldığı belirtilmiştir. Bunun sonucunda resmi kayıtlara göre 47, Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın kayıtlarına göre 300'den fazla sivil ölmüştür. Bunların içinde çocuklar ve yaşlılar da vardır.
Konutlar moloz yığınına dönüşmüştür. Yaklaşık 350.000 kişi, evini terk ederek göç etmek zorunda kalmıştır.
Ayrıca, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği'nin raporuna göre, yüzlerce kişinin hukuk dışı öldürülmesine ilişkin tek bir soruşturma açılmamıştır. Tüm bu veriler, ulusal ve uluslararası raporlarda kayıt altına alınmıştır.
* Savcı, iddiasına dayanak olarak, Amerika'nın ve Avrupa Birliği ülkelerinin, DAEŞ ve El Kaide ile mücadelelerini örnek vermiştir. Bu devletlerin, söz konusu örgütlere karşı katliam yapmakla itham edilemeyeceğini belirtmiştir.
Eğer bu devletler de, bu örgütlerle mücadele ederken, sivil ölümlere sebebiyet verirlerse, dünya çapında itham edilirler. Nitekim, Chelsea Manning adlı Amerikan askeri, Amerikan devletinin, Irak ve Afganistan'da yol açtığı sivil ölümlerle ilgili bilgileri ifşa etmiştir. Ve akabinde dünya çapında infial yaşanmıştır.
* Neden bu tür infialler ortaya çıkar? Çünkü devletler, terörle mücadele adına yürüttükleri politikalarda bile, insan haklarına saygılı olmak durumundadırlar. Hukuk devleti sınırlan içinde kalmak zorundadırlar. Aslında modern devletin varoluşunun sebebi de budur: can ve mal güvenliğini sağlamak.
Tam da bu nedenle, Avrupa insan Hakları Mahkemesi, 1998'de, Ergi/Türkiye davasına ilişkin verdiği kararda, askeri operasyonlarda, çevrenin güvenliğinin alınmamasını yaşam hakkının ihlali saymıştır. Ve sivil ölümlere sebebiyet verilmesi nedeniyle Türkiye'yi mahkum etmiştir. ’82 anayasasında da, savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde dahi sivillerin yaşama hakkına ve maddi, manevi varlığının bütünlüğüne dokunulmayacağı teminat altına alınmıştır.
* Son olarak, şunları söylemek isterim ki savcı, iddianamede İngilizce "Kurdish provinces" yani "Kürt illeri" ifadesini, hatalı bir biçimde "Kürdistan" diye çevirmiştir. Ayrıca, PKK ile Kürt siyasal hareketini ve iradesini bizzat kendisi eşitlemiştir. Bu şekilde, bir algı oluşturmaya çalışmıştır.
Oysa, eğer bağımsız bir biçimde, kanıtlara ve vicdana dayanarak karar verilecekse, yegane gerçeğin şu olduğu görülecektir: Bu bildirinin, içerdiği bilgiler, biraz önce bahsettiğim raporlardan da anlaşıldığı üzere temelsiz değildir.
Bildirinin bini aşkın akademisyen tarafından imzalanması, iddianamede belirtildiği gibi "çok yönlü girift, uluslararası bağlantıları olan, geniş kapsamlı organize bir eylemin parçası" değildir.
Zira, bu bildiriyi imzalayan biri olarak benim, ve eminim ki diğer arkadaşların da, aslında çok basit bir amacı var. Amaç, hem genel anlamda ifade özgürlüğünü, hem de meslek icabı sahip olmamız gereken akademik özgürlüğü kullanarak, ülkenin her neresinde olursa olsun her bir yurttaşın, temel hak ve özgürlüklerini kullanabilmesi adına çaba sarf etmektir. Her yurttaşın, barış ortamı içinde, psikolojik ve fiziksel travmaya maruz kalmadan yaşayabilmesi için çabalamaktır.
Dolayısıyla, bildiriyi imzalama nedenim, şiddeti övmek ve herhangi bir örgütün propagandasını yapmak şöyle dursun, bölgede şiddetin son bulmasına yönelik katkı yapmaktır.
Neredeyse yüz yıldır şiddetle çözülmeye çalışılan, ama tam da bu nedenle çözülemeyen bu soruna, barış içinde ve müzakere yoluyla çözüm bulmanın yolunun açılmasıdır. Dolayısıyla, suçlamayı kabul etmiyorum ve beraatimi talep ediyorum. (BGB/TP/BK)