Cumhuriyet Gazetesi İcra Kurulu Başkanı avukat Akın Atalay 503 gündür tutuklu yargılandığı davanın bugünkü duruşmasındaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın heyet, esasında çok daha kısa, tutukluluk çerçevesinde bir değerlendirme yapacaktım ama mütalaadan sonra daha geniş bir beyana gerek gördüm.
Mütalaanın temel özelliği iddianamenin neredeyse birebiri. Ondan ben de soruşturmanın başına dönme ihtiyacı duydum.
Sanık arkadaşların çoğu 5 Kasım'da tutuklanmış, benim hakkımda da yakalama kararı çıkarılmıştı.
12 Kasım'da döndüm ama dönmeden 9 Kasım'da açıklama yapmıştım.
Açıklamamda şöyle demiştim:
“Anlaşılan odur ki epeyce bir süre sizlere seslenme, anlatma, açıklama yapma fırsatım olamayacağı için bu defa biraz uzun yazıyorum. Son yaşadığımız gözaltı ve tutuklama sürecini, kişisel durumumu, kararımı ve bazı gözlemlerimi öncelikle çalışma arkadaşlarımla paylaşmak istedim
Buraya kadar anlatımımdan artık yurda dönüş ve ardından -sizleri göremeden- belirsiz bir müddet zorunlu ikamete tabi tutulacağımız anlaşılan Silivri'ye gidiş zamanının geldiğini anlamışsınızdır. Bu dönüşü "kahramanlık" olsun diye yapmadığımı, genellikle serinkanlı olarak ve duygularımdan ziyade akıl ve mantık süzgecinden geçirerek ortak yararlar için en doğru kararı vermeye çalıştığımı bilmenizi isterim.
“Dönüş kararını vermemdeki temel belirleyiciler;
* Gazetemizin başını öne eğdirmemek,
* Cumhuriyet gibi köklü bir geçmişe, onurlu duruşa ve haklı bir saygınlığa sahip bir gazetenin, başkan vekili ve İcra Kurulu Başkanı üzerinden "kaçaklık", "firar", "suçlu" gibi olumsuz iftiralara maruz kalmasına neden olmamak,
* Türkiye'nin demokratik, laik bir cumhuriyet, insan haklarına dayalı sosyal bir hukuk devleti olması için yılmadan mücadele eden insanlarına ve ülkemin güzel geleceğine olan umudumu ve inancımı eylemli olarak da göstermek,
* Kaçma şüphesiyle tutuklanan dokuz arkadaşımızın aleyhinde olacak şekilde "bakın işte bazıları nasıl kaçtıysa, serbest kalırsa bunlar da kaçabilir" şeklinde bir mazereti kullanabilmelerini engellemektir.
“Değerli arkadaşlar, sizden sonra kamuoyuna da duyuracağım gibi 11 Kasım 2016 Cuma günü, Türkiye saatiyle saat 12:00'de İstanbul'a Atatürk Havalimanı'na inmiş, yurda dönmüş olacağım. Ondan sonrasını hep birlikte göreceğiz, izleyeceğiz.
“Hani dedik ya boyun eğmeyiz diye, FETÖ'ye üyelikten yargılanan bir sanığı, tarafsız ve bağımsız yargı görevlisi olarak görmemiz ve onun bizi, kendisinin üye olmakla suçlandığı bir örgüte yardım etmekle suçlamasına, daha doğru deyişle kara mizah türünün başyapıtı olacak bir oyuna dahil olamayız, olmayız.
“Eğer o FETÖ üyesi sanığı, kendisinin de üyesi olduğuna dair kuvvetli şüphe ve olgular bulunduğu iddia edilen örgüte kimlerin yardım ettiğini gerçekten arıyorsa ve o kişileri suçlayacaksa, Cumhuriyet gazetesi ve onun mensupları, yöneticileri, yazarları doğru adres olamaz. Doğru adres, kendisine muhtemelen ve mealen 'bu soruşturmayı aç, Cumhuriyet gazetesini sustur, yönetici ve yazarlarını içeri at, bunu yaparsan seni diğer meslektaşların gibi açığa almaz, ihraç etmeyiz, hatta bu işi yaparsan Yargıtay'daki iki müebbet hapisle yargılandığın davadan da beraati hak etmiş olursun' diyenlerdir.
“Biliyorsunuz, 'Cumhuriyet Vakfı'nı ve Cumhuriyet gazetesini ele geçirmiş, yayın politikasını değiştirmişsiniz, bu hususta ifadenizi verin' diye sormuşlar. Yayın politikası konusunda savcıya verilecek cevap bellidir: Sana ne! sana mı soracağız, senden izin mi alacağız?
“Ne zamandan beri gazetelerin yayın politikasını savcılar belirlemeye başladı! Yayın politikasını beğenmiyorsanız almaz ve okumazsınız, hepsi bu. Onun ötesi sizin haddinizi de, yetkinizi de aşar.
Suçumuz "usulsüz toplantı yaparak gazetenin ele geçirilmesi" ise, usulsüz toplantıya ve karara katılanlardan (sevgili Cüneyt Arcayürek dışındaki) üçü (O. Erinç - H. Çetinkaya - A. Atalay) bu suçun sanığı, diğer ikisi (M. Balbay - İ .Yıldız) neden ve nasıl tanığı oluyorlar?
“Değerli arkadaşlar, bendeniz de, yönetim görevini üstlenen diğer arkadaşlar da şundan dolayı müsterihiz, gazetenin bağımsızlığını koruduk, kimseye peşkeş çekmedik, hiç bir siyasi ya da dini ya da ekonomik güç odağıyla, kişiyle, grupla, yapıyla gizli, kapaklı, illegal, dolaylı dolaysız, örtülü ya da örtüsüz ilişkimiz, irtibatımız, iltisakımız, yardımımız, tanışıklığımız olmadı, ve hatta bendeniz için tanışıklığımız dahi olmadı
“Gazeteyi zan altında bırakabilecek, gazeteye toz kondurabilecek herhangi bir davranışımız olmadı.
Bir daha görüşünceye kadar kalın sağlıcakla.”
Savcı esas hakkında mütalaasında 'AB fonları nedir, nasıl bağımsız gazetecilik yapacaklar' diye polemik yaptı.
Ben bu konuları takip eden birisiyim ama içinizde var mı aam Türkiye'deki yargıçların çoğu insan hakları gibi fonlardan yararlanarak eğitim aldılar. Onlar bağımsızlığını yitirmiş mi oluyor?
Bu davanın hazırlayıcısı, soruşturmanın amiri olan savcının konumuna ve içinde bulunduğu durumuna birkaç defa değindik. Bize FETÖ suçlaması yönelten savcının kendisi FETÖ üyeliğinden yargılanıyor.
Cem Küçük gibi bu dosyada yer alan bazı tanıkların bir zamanlar FETÖ'nün yancısı olduğunu biliyoruz, bunların arasında dediğine göre "patron baskısıyla" Gülen'i övücü yazı yazmış Rıza Zelyut da var.
Geçen duruşmada Leyla Tavşanoğlu da dinlendi, Pennsylvania'ya gitmeden önce İbrahim Yıldız'dan izin aldığını söyledi. Yıldız'ın ifadesindeyse "hayır bana döndükten sonra söylendi" dendiği okundu.
Hangisi doğrusunu söylüyor bilmiyoruz ama bizi ilgilendirmiyor. Ama burada akıl tutulması yaratan biz sanığız, Pennsylvania'ya giden Tavşanoğlu, kendisine izin verdiğini söylediği Yıldız da tanık.
Gelelim Doğan Satmış'a.
Bu iddianamede suçlama konusu yapılan haber ve manşetlerin çoğunluğu onun yayın danışmanlığı dönemine ait. Ama her ne hikmetse tutuklanmadan önceki 20 günlük sürede yayın danışmanlığı yapan ve bu döneme dair iddianamede suçlama konusu olan tek bir yayın dahi olmayan Kadri Gürsel sanık, suçlama konusu olduğu dönemki yayın danışmanı Doğan Satmış tanık
"Can Dündar tutukluyken yayın yönetmeni yardımcısı Tahir bey ile birlikte yaptık" diyor Doğan Satmış.
Diyor ki "Dündar tutuklu olduğu dönemde gazeteyi biz yapıyorduk. Hiç taviz vermedik".
Burada yargılanmamıza neden olan haber ve manşetlerin bir kısmını o yapmış, öyle diyor.
"Azez Düğümü" manşeti Satmış döneminde atılmış. Ama o buraya tanık olarak geldi.
Tabi biz hiç korkaklığa teslim olmadık "o manşeti biz atmadık" demedik, tanık gelip "biz attık" dedi.
Neden olan kişi tanık. O zaman sormak hakkımız değil mi? Zaman gazetesiyle ortak manşet atmaya neden olan kişi tanık, bizse sanığız.
O adı geçen tanıklarla, Satmış ile Faraç ile ilgili de şunu söyleyeceğiz.
Cumhuriyet gazetesi toplumun bu döneminde gerçek haber susuzluğunu gideren nadir kurumlardan biri. Diğer gazete ve medya mecralarının çoğunluğu siyasi otorite ve yandaşları tarafından tehdit ediliyor. Bu her iki tanık, Satmış ve Faraç, farklı dönmelerde Cumhuriyette çalışmış kişiler.
“Onurlu bir insan suyunu içtiği kuyuya taş atmaz” diyor Amin Maalouf. Bu iki insan taş atmakla kalmadı, iftira atmak zilliyetine de düştüler. Allah kurtarsın.
Cumhuriyet Vakfı'nda yapılan seçimin de, yayın politikası değişikliği de suçla ve suçlamayla alakası olamaz.
Eğer suçlamaya temel oluşturan haber ve yazılar hiç yayınlanmamış olsaydı, usulsüz olduğu iddia edilen seçim de, yayın politikası değişikliği iddiası da ceza davasına konu edilecek miydi?
Ya da şöyle soralım:
2013 yılı öncesinde yer alan görevliler değişmemiş olsaydı, suçlamaya neden gösterilen haber ve yazılar yine de yayınlanmış olsaydı bunlar suç olarak değerlendirilecek miydi?
Ya da abartıp şöyle diyelim:
Vakıf yönetimi oturdu gazetenin, bugün birçok yayın kuruluşunun yaptığı gibi, siyasi iktidar doğrultusunda yayın yapmasına karar verdi. İktidarın hoşuna gitmeyen şeyleri yayınlamama kararı aldı. O zaman yayın politikası değişikliği nedeniyle ceza davası mı açılacaktı?
Yayın politikası bakış açısına göre değişen bir değer yargısıdır, ceza hukuku değer yargılarıyla değil eylem ve fiillerle uğraşır.
İddianamede kanunun suç saydığı fikrin adı edilip bir kenara atılıyor, savcı tüm iddianamesini “Neden Önder Saraç seçildi, Vakıf Senedine uygun toplantı oldu mu, kararlar geçerli mi değil, hazır yapmışken bu vakfın bütün işlemlerini bir kez daha denetleyelim, belki oradan da suç üretebiliriz” üzerine hazırlamış.
FETÖ/ PDY, PKK/KCK ve DHKP/C terör örgütlerine yardım etmekle suçlanıyoruz.
İddianameye göre suçumuz buymuş.
Peki, ne yapmışız da bu suçu işlemişiz?
Hangi davranışımız, hangi eylemimiz bu suçlamaya temel oluşturmuş?
Bilindiği gibi Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 225. Maddesine göre, “Hüküm, ancak … suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilebilir.”. Dolayısıyla esas soru, “suçumuz ne” sorusu değil, “hangi davranışımız suçlanmamıza neden olmuş”, “suça ilişkin eylemimiz nedir” sorusudur. Bu davada benim de aralarında olduğum bazı sanıklar, Cumhuriyet Vakfı ya da bağlı şirketinde yönetim kurulu üyesi yahut imza yetkilisi oldukları iddiası ve gerekçesiyle yargılanıyor. Aralarında gösterildiğim ama yasal bir temeli ve izahı olmasa da, her nedense gerek iddianamede, gerek mahkeme heyeti nezdinde diğer sanıklardan ayrı ve ayrıcalıklı bir değerlendirmeye, en ziyade muameleye mazhar kılınmamın nedenini zannederim ileride hükümle birlikte ben de öğrenme olanağına kavuşacağım.
İddianamede yönetim kurulu üyelerine isnat edilen fiiller şunlardı:
1- Cumhuriyet Vakfında boşalan bir yönetim kurulu üyeliği için 2 Nisan 2013 tarihinde yapılan seçimde iki aday arasından (A)’yı değil de, (B)’yi seçmiş olmak.
2- Cumhuriyet gazetesinin yayın politikasını değiştirmek.
3- Terör örgütlerine yardım etme suçunu oluşturan manşet, haber, röportaj ya da köşe yazılarının gazetede yayınlanmasına olanak tanımak, engellememek. Bu tür haber ve yazıları denetim ve kontrole tabi tutmamak. Diğer bir deyişle, sansür uygulamamak!...
Yeri gelmişken belirtmek isteriz ki, bizim gurur duyduğumuz bir davranış biçimini, bir gazetecilik geleneğini yani editoryal bağımsızlık ilkesini, savcılık suçlama nedeni yapmıştır. Ne denilebilir ki!...
İsnat edilen bu fiillerle ilgili olarak esas hakkındaki savunmamız sırasında söyleyeceklerimiz olacaktır. Bu aşamada, tutukluluk hali değerlendirmesine dair çerçevede şunları belirtmek isterim.
Vakıflar ve Dernekler yönetim kurulu üyeliği seçimlerini yaparlarken adaylar arasından hangisini seçeceğini önceden savcılık kurumuna danışmak, izin ya da talimat almak gibi bir yükümlülük altında mıdır? Değilse, bize neden (A)’yı değil de (B)’ yi seçtiniz diye bir suçlama yöneltiliyor? Eğer seçtiğimiz kişiye yönelik bir terör örgütü üyeliği suçlaması olsa idi, bize neden bir terör örgütü üyesini seçtiniz denilebilirdi. Ama böyle bir iddia yok. Öyleyse, nasıl olup da Mustafa’yı değil de Önder’i seçtik diye suçlanırız? Karşımızdaki kurum savcılık mı, yoksa Mustafa’yı seçtirme kurumu mu? Akıl karı bir iş değil…
Üstelik bu tercihi yapanların bazıları bu tercihten dolayı suçlanmışken, bazıları tanık sayılıyor.
Neden? Cevap yok!...
Mustafa’yı değil de Önder’i seçmek suç teşkil eden bir davranış ise, neden Önder’i seçenlerin bazıları suçlanırken, bazıları suçlanmıyor?
İddianame bizi İnan Kıraç’ın toplantıya katılmayıp kapalı zarf içinde temsilci aracılığıyla gönderdiği oyu kabul etmemek, vekaleten kullanılan oyu 2013’te geçersiz saymak suretiyle usulsüzlük yapmakla da suçluyor.
Sayın Heyet, bu davanın açılmasının, bunca mağduriyetin yaşanmasının arka planındaki isimlerden olan, gazeteye yönelik bu kirli kumpasın içerisinde aktif bir rol üstlenen, hırsları aklının önüne geçip, gazetenin, siyasi iktidarın desteği ve girişimiyle kendilerine devir ve teslim edileceği beklentisi içinde bulunan ve bu operasyon sürecinde tanık sıfatıyla yer alan Alev Coşkun, 25 Eylül 2017 tarihli duruşmadaki tanık ifadesi esnasında mahkemenize bir Yargıtay kararı sunmuştu.
İddiasına göre, bu Yargıtay kararı kendi tezlerinin doğruluğunu apaçık kanıtlıyordu. Neydi bu Yargıtay kararı? Duruşmada, müdafilerin sorusu üzerine mahkemenin başkanı, kararın numarasını ve kararı veren hukuk dairesini açıkladı. Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 2002 tarihli bir kararıydı. Karar, vakıf toplantılarında vekalet yoluyla oy kullanmanın mümkün ve geçerli olduğunu, vekaletnamenin bir şekil şartına da tabi olmadığını vurguluyordu. Nitekim, adı geçen tanık, aynı kararı, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine verdiği isimsiz ihbar dilekçesinin ekinde de kullanmıştı.
İşte, Yargıtay’ın vakıf hukuku uyuşmazlıklarına bakmakla görevli olan 18. hukuk dairesinin içtihadı bu şekilde olduğu için 2013 yılında yapılan Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün isteği üzerine 2014 yılında tekrarlandığında tanığın uyulmasını talep ettiği bu içtihat doğrultusunda hareket edilmiş, vekaleten kullanılan oylar kabul edilmiştir.
Şimdi gelinen noktada ne oldu biliyor musunuz? Asliye hukuk mahkemesinde görülen iptal davasının istinaf kararında, “vakıflarda vekaleten oy kullanılması olanaklı ve geçerli değildir” denildi. Üstelik bu kararda Yargıtay’ın yine aynı dairesinin, yani 18. Hukuk Dairesi’nin 2016 tarihli yeni bir kararına dayanılmış. Buna göre demek ki Yargıtay 18. Hukuk Dairesi 2016 yılında görüş ve içtihat değiştirmiş, önceki içtihatını 180 derece değiştirmiş. Daha önceki istikrarlı ve yerleşik içtihadı, vakıflarda vekalet yoluyla oy kullanmak geçerlidir yönünde olan 18. Hukuk Dairesi, 2016’da tam tersi bir görüş ve içtihat noktasına gelmiş, vakıflarda vekalet yoluyla oy kullanılamaz demiştir.
Şimdi, bu duruma göre, 2014 yılında geçerli olan Yargıtay içtihadına uygun bir toplantı ve seçim yapan bizler, aynı dairenin 2,5 yıl sonra içtihat değiştireceğini düşünemedik, öngöremedik diye suçlanmış oluyoruz.
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi'in o kararı veren üyelerini de bizim vakfı ele geçirme eylemimize iştiraktan bile suçlayabilirsiniz.
Yanlış anlaşılmasın, Yargıtay’ın herhangi bir konuda görüş ve içtihat değiştirmesi gayet doğal, olağan bir durumdur. Doğal ve olağan olmayan, Yargıtay’ın bugün ak dediğine iki yıl sonra kara diyeceğini bilemedik, öngöremedik diye suçlanmaktır.
Sayın Heyet,
Yayın politikasının değiştirildiği iddiası bir fiil değil, bir değer yargısıdır. İddia makamının ve Cem Küçük, Hüseyin Gülerce, Latif Erdoğan, Rıza Zelyut, Alev Çoşkun, Namık Kemal Boya, Mehmet Faraç gibi kamuoyunda pek saygın(!) ve itibarlı(!) duruşları ve tavırları ile tanınan iddia tanıklarının sübjektif, belirli bir maksada yönelik değer yargılarıdır. Buna karşılık olarak Cumhuriyet gazetesini on yıllardır okur olarak takip eden binlerce, on binlerce okur ise yukarıda belirtilen tanıkların ve iddia makamının bu değer yargısını reddetmektedir. O kişileri temsilen Altan Öymen, Kani Beko ve Rıza Türmen isimleri savunma tanığı olarak gösterilmiş, son oturumda ikisi dinlenmiştir.
Yayın politikası değişikliğinin, böylesi bir iddianın bu mahkemede, bu yargılamanın konusu yapılması Cumhuriyet gazetesinin, burada yargılanan sanıkların değil, Türkiye’nin demokrasi ve basın özgürlüğü utancıdır.
Heyetiniz oy çokluğu ile tutukluluğun devamına karar verirken, taşıdığım sıfat dikkate alınarak denetim görev ve sorumluluğum olduğuna vurgu yapıyor. Yani gazetenin içeriğine, yayınına, haberlerine, yazılara ilişkin önceden bir denetim, kontrol görevim olduğu kanaatinde heyetiniz. Oysa ben sorgumda belirtmiştim. Dinlediğiniz diğer sanıklara, iddia tanıklarına, eski genel yayın yönetmenlerine de sordunuz. Hep aynı cevabı aldınız: Burası Cumhuriyet gazetesi… Burada editoryal bağımsızlık vardır…
Burada yönetim kurulu üyeleri, icra kurulu üyeleri yayınları, gazeteyi önceden denetleyip, kontrol etmez, edemez…
Manşetlere, hangi haberlerin yayınlanıp yayınlanmayacağına, ne şekilde yayınlanacağına, köşe yazarlarının yazılarına karışılmaz…
Ertesi gün çıkacak gazete önceden yönetim kurulunun bilgisine ve onayına sunulmaz…
Hep böyleydi; umuyor ve diliyorum ki bundan sonra da, gelecekte de böyle olur…
Sayın Heyet, meteoroloji dairesi düzenli olarak hava durumunu, yağışı, sisi, rüzgarın yönünü, kuvvetini açıklar; işi, görevi budur. Eğer işini düzgün yapmaz, eksik ve yanlış veriler, bilgiler yayınlarsa çok büyük felaketlere, yıkımlara, kayıplara neden olabilir. Savaşlarda, askeri operasyonlarda meteorolojinin verdiği, yayınladığı bilgilere göre planlama ve uygulamalar yapılır.
Hareket planları, operasyon zamanlamaları, konumlanmalar hep meteorolojik bilgilere göre düzenlenir. Muhtemel ki, terör örgütleri de meteorolojinin yayınladığı veri ve bilgilerden aynı şekilde yararlanıyordur. Şimdi, aklı başında hiç kimse, yayınlanan bu bilgilerden terör örgütleri, teröristler yararlanıyor diyerek meteoroloji dairesini, onun uzmanlarını, yöneticilerini terör örgütlerine yardım etmekle suçlamaya kalkışmaz.
Peki, gazeteler gerçeği, olanı yazınca, terör örgütleri bundan yararlanıyor, kendi propagandası için kullanıyor diye neden suçlanır?...
Ne yapmalı gazeteler ve gazeteciler?... Yalan mı yazmalı?... Gerçeği gizlemeli mi?...
Sayın Heyet, Cumhuriyet gazetesine yönelik bu operasyonun arkasındaki amaç açık ve nettir.
Siyasi iktidar, Cumhuriyet gazetesinin bağımsız ve özgür bir basın kuruluşu olarak yayıncılık yapmasından, iktidar güdümüne girmemesinden, gerçeklerin, siyasi otoritenin olmasını emrettiği gibi değil de aslında olduğu gibi olduğunu kamuoyuna aktarmasından fevkalade rahatsızdır. Bunun hesabı sorulmakta, bedeli ödetilmektedir. Cumhuriyet gazetesini kapatmanın, bu ülkenin en eski, kadim, uluslararası düzeyde tanınmış, güvenilir ve saygın bir gazetesini kapatmanın ulusal ve uluslararası zeminde yaratacağı tepki göze alınmamıştır. Bu nedenle gazetenin kapatılarak susturulması yerine gazeteden ayrılmış ama siyasi iktidara yaslanarak, bu gazeteyi tekrar ele geçirmek isteyen bazı kifayetsiz muhterislere devretmek daha iyi bir tercih olarak görülmüştür. Bu plan uygulamaya konulmuştur. Bu yargılamaya , bu davaya neden olan operasyonun, soruşturmanın arkasında yatan hesap budur.
Ama bilinsin ki bu hesap tutmamıştır… Tutmayacaktır…
Biliyoruz ki, siyasi iktidarın yancısı olmayı kabul ederek, onun desteği, yardımı ve lütfuyla Cumhuriyet gazetesi yönetimine dönecek olmayı hayal edenler vardır.
Böylesi bir zillete düşmüş olanlar, majestelerinin muhalefetini yapma taahhüdü karşılığında Cumhuriyet gazetesi yönetimini ele geçirmiş olsalardı dahi, o takdirde yayınlayacakları gazetenin yalnızca adı Cumhuriyet gazetesi olacaktır. Hiç kimse doksan dört yıllık kadim ve saygın bir gazetenin devamı olarak görmeyecektir bu şekilde ele geçirilmiş bir gazeteyi… Gazetenin adından daha çok çizgisi, içeriği, duruşu öne çıkartacaktır.
Sizler bilirsiniz ama bilmeyenler için söylüyorum. Zülfikar, Hz. Ali’nin kılıcının adıdır.
Mevlana’nın şu sözlerini nakletmek isterim:
“Tut ki Ali’den miras kaldı sana Zülfikar
Sende Ali’nin yüreği yoksa
Zülfikar neye yarar…”
Tut ki Cumhuriyet gazetesini ele geçirdiniz.
Son diyeceklerim şunlar:
Hakimliğin çok zor, sorumluluğu çok ağır bir meslek ve kutsal bir görev olduğu genel olarak kabul edilen bir kanaattir. Bundan ötürü birçok etik ilkeye tabidir. Bangalor Yargı Etiği ilkelerini, diğerlerini, yani sizin gayet iyi bildiğiniz mesleki etik ilkeleri anımsatacak değilim. Sadece, bundan 42 yıl önce verilmiş bir karardaki tanımlamaya değineceğim. Yargıtay (1). Hukuk Dairesinin verdiği bu kararın tarihini de, yılın son günü olduğu için gayet iyi ve net olarak anımsıyorum: 31 Aralık 1976
Kararda, hakimlerin görevine dair şöyle bir tanımlama yapılmış:
“Hakim; insana, gerçeğe, tabiata, olağana sırt çevirmeden, uyuşmazlığa insan kokusu taşıyan bir çözüm bulmak zorundadır.”
Sayın Heyet, bu yargılamada şu ana kadar bırakınız insana ve gerçeğe sırt çevrilmesini, yasaya ve hukuka bile sırt çevrildiği kanaatimi ifade etmek isterim. Bırakınız insan kokusu taşıyan bir çözümü, hakkaniyet ve adalet, ölçülülük ve insafın kırıntısına bile muhatap olamadık. En ağır tedbir olan tutuklama yoluyla peşinen cezalandırılmış olduk.
Şimdiye kadar olmadı… Olamadı… Artık benim için çok geç…
Ama belki başkalarına hukukun ve adaletin geç de olsa geri geleceğine, gelebildiğine dair bir umut ışığı yakılabilir. Şimdilik söylemek istediklerim bunlar. (EA/BK)