* Fotoğraf: Aralık 2015'te Şırnak'ın Silopi ilçesinde vurulan ve cenazesi yedi gün boyunca alınamayan Taybet İnan.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Yrd. Doç. Dr. İlkay Yılmaz'ın Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 33. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
İstifaya zorlanmadan önce üniversitedeki görevim nedeniyle aldığım maaş aslında çok basit bir nedenden ötürü ödeniyordu: Bildiklerim yüzünden. Onca sene sadece devlet okullarında aldığım eğitim, yüksek lisans ve doktora dereceleri diğer meslektaşlarım gibi benim de ciddi bir bilgi birikimi oluşturmamı sağlamakla kalmadı, bilgiyi üreten bir bilim insanı olmamın koşullarını da sağladı. Elbette mesleğin en temel gereği olarak ikinci aşama bildiklerimizi öğrencilere aktarmaktır; fakat asıl önemlisi öğrencilere bilgiye ulaşmanın yollarını göstermektir. Bu da ancak eleştirel düşünce ile mümkündür. Eleştirel düşünce, kişide yaşadığınız topluma ve siyasal koşullara yönelik bir duyarlılık geliştirecektir. Bu duyarlılık kamusal meselelere yönelik düşünerek, söz söyleyerek, itiraz ederek, tartışarak yurttaşlık erdeminin gerçekleşmesine de hizmet edecektir. Dolayısıyla bilgi, sadece öğrenmeye ilişkin değildir; aynı zamanda konuşma ve paylaşma zorunluluğu ile beraber gelir. Yoksa ne kadar çok şey bilirseniz bilin kamuyla paylaşmıyorsanız, ortak iyinin oluşumuna katkı sunamıyorsanız, bir faydası yoktur…
Ben, 2. Abdülhamid Dönemi Güvenlik Politikaları üzerine yaptığım çalışmayla doktora derecemi aldıktan sonra, “Egemenlik, Şiddet, Güvenlik”, “Modern Devlet Teorileri”, “Türkiye’de Siyasal Hayat ve Kurumlar”, “Türkiye’nin Yönetim Tarihi” gibi dersler verdim. Çalışma alanım ve verdiğim dersler itibarıyla hem Osmanlı son dönemi hem Cumhuriyet dönemi tarihi hem de modern devlet ekseninde şiddet ve güvenlik teorileri üzerine yazılmış literatür ana çalışma konularım arasında bulunmaktadır. Bildiriyi imzalamamın en temel nedeni de, işte bu akademik çalışmalarım sırasında üniversitelerde, kütüphanelerde edindiğim bilgilere dayanmaktadır.
İddianamede Kürt sorunu diye ismini koyamadığınız ve 1980 sonrasından başlattığınız mesele aslında 1840lardan itibaren başlatılabilir. 1980 sonrası dönem, uzun soluklu bu mesele için sadece önemli kırılma noktalarından biridir. Daha sonra doğu vilayetleri ya da doğu anadolu olarak adlandırılan coğrafya neredeyse 150 yıldır bir şiddet coğrafyasıdır. Bugün geldiğimiz noktada şiddetin hala devam ettiğini görmekteyiz. Şiddetin bu kadar uzun süre devam etmesinin temel sebepleri arasında bütün bir meseleyi sıfır toplamlı oyun mantığına göre kurgulayan güvenlik algısının payı büyüktür. Ancak bu algının kırılmaya başlandığı, alternatif politika stratejilerini gördüğümüz bir dönem oldu: Çözüm süreci ya da Barış Süreci olarak adlandırılan ve 2009’da dönemin hükümeti eliyle başlatılan Demokratik Açılım. Türkiye siyasal hayatında ilk defa çatışma çözümüne yönelik müzakereye ve arabuluculuğa dayanan bir yöntemin uygulanmaya çalışıldığı bir dönem geçirdik. Bu süreç içinde Türkiye’de şiddetin ve ölümlerin azaldığı bir geçeklik olarak ortadadır. 7 Haziran 2015 sonrasında ise durumun değiştiği ve şiddetin artar biçimde vuku bulduğu hepimizin malumudur.
Söz konusu dönemde birçok il ve ilçede, mülki amirler tarafından süresi belirsiz şekilde sokağa çıkma yasakları ilan edilmişti. Bu dönemde yaşanan hak ihlallerine ilişkin, çok sayıda uluslararası ve ulusal kuruluş raporlar yayınlamışlardır. Örneğin Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) raporu, Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) Cizre ziyaretinin ardından 18 Eylül 2015’te kaleme aldığı rapor, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun (TİHK) 2015 yılına ilişkin faaliyet raporunda yer alan insan hakkı ihlallerine yönelik başvurular, Diyarbakır Barosu, Gündem Çocuk Derneği, İnsan Hakları Derneği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 14.12.2015-02.02.2016 tarihleri arasında 79 gün süren sokağa çıkma yasakları sırasında yaşananlara ilişkin, 31 Mart 2016 tarihli ortak Cizre Gözlem Raporu bunlar içinde benim okuyabildiklerimdi. Tüm bu raporlarda yazanları bilip, o görüntüleri izleyip yine de susmak bizim mesleğimiz açısından söz konusu olamazdı. İnsan, bildiklerinden sorumludur. Tüm bu raporlar gösteriyor ki devlet organları hem yurttaşların yaşamına kıymamak hem de başkalarının öldürülmemesi için gerekli önlemleri almak konusundaki yükümlülüklerini yerine getirememiştir. Kaldı ki 1990larda yaşanan işkence, zorla kaybettirme, köy boşaltma gibi olayların çoğunlukla cezasız kalmış olması; bu eylemlerin yeniden tekrarlanabileceği izlenimini uyandırmıştır.
Tüm bunlarla birlikte sanıyorum birçoğumuz en çok etkileyen hadiselerden biri, 19 Aralık'ta evinin bahçesinde vurulan 59 yaşındaki Taybet İnan’ın cenazesinin yedi gün evlerinin olduğu sokakta kalmasıdır. Taybet İnan’ın cenazesi için ancak 25 Aralık 2015 günü morga götürülme izni çıkmıştır. Ölü bedeni bahçede yatarken özellikle ailesinin cenazeyi görebiliyor fakat yanına gidemiyor oluşu zannediyorum sadece benim değil tüm toplumun vicdanında kapanmayacak bir yara bırakmıştır… Tüm bunlar güvenlik için yapılmıştır…
Barış Bildirisi’ni imzalamamın nedeni yukarıda bahsi geçen olaylar ve olgulardır. Kişi bir kere hakikati gördüyse, bilmiyor gibi yapamaz. Ocak 2016’da imzaladığım metin şiddetin son bulması için devlete yapılan bir çağrıdır. Vatandaşlık sorumluluğu ile devletten barış talep eden bir metindir. Barış bildirisi, barış istemine ilişkindir. Metinde şiddet çağrısı yapan veya şiddeti önceleyen, terörü yücelten ya da terör eylemlerine çağrıda bulunan herhangi bir ifade yoktur. Üstelik savcının iddia ettiği gibi teorik bir metin de değildir. Devleti eleştirmekle terör propagandası yapmak iddianamede sunulduğunun aksine aynı şeyler değildir. Barış bildirisi, propaganda metinlerinde görülen unsurları taşımamaktadır. Her şeyin ötesinde Barış Süreci’ne geri dönmeyi talep eden bu metnin suç unsuru olarak ele alınması, ceza hukukunun kanunilik ilkesini de zedelemektedir. Dün, Barış Süreci devam ederken suç olmayan barış talebine bu iddianameye göre bugün suç isnad edilmektedir.
Barış Bildirisi imzacılarından biri olarak iddianamede yer alan suçlamaların hiçbirini kabul etmiyorum. İfade hürriyeti çerçevesinde ele alınması gereken barış bildirisini terör propagandası ile eş tutmak; demokratik toplum düzenin temel ilkelerinden olan çoğulculuk, hoşgörü, açık fikirlilik ve en önemlisi misillemeye uğramadan muhalefet etme hakkını hiçe saymaktır. Yargının, ne kadar sert olursa olsun hatta aslında tam da sert olduğu için siyasi iradeye yönelik eleştiri yapma, muhalefet etme hakkını ifade hürriyeti çerçevesinde koruması beklenir. Şiddetin, ölümlerin durması ve barışın gelmesi için çağrı yapan bu bildiriyi imzaladığım için yargılanmam yasalarımızda, Anayasa'da ve uluslararası sözleşmelerde korunan ifade özgürlüğüne aykırıdır. Bu nedenle beraatimi talep ediyorum. (İY/BK)