Gezi eylemleri boyunca Türk medyasının tutumu ülkenin uzun zamandır can çekişen Dördüncü Kuvvetini daha önce eşi görülmemiş bir biçimde aydınlığa kavuşturdu. Herhangi bir Türk gazeteciye gidin sorun, size nasıl yıllardır sektörün otosansürden ve medya bağımsızlığının olmayışından çektiğini anlatacaktır. Dava süreci ne kadar hatalarla dolu olduysa da, Ergenekon davalarının geçtiğimiz günlerde sonuçlanması da ordunun ve karanlık, derin devlet tahrikçilerinin geçmişte Türkiye medyası üzerinde ne kadar etkili olduğunu son derece doğru bir zamanda hatırlattı.
Ancak yine de, Gezi Parkı ertesi ortamda Türkiye basınının doğrudan ya da dolaylı hükümet baskısı altında kalarak hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir zamandan geçtiği görüşü hakim.
Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) Türkiye medyasındaki hakim kültüre aykırı davrandıkları için 22 gazetecinin kovulduğu, 37 gazetecinin de haber yapmaya kalkıştıkları için işten çıkarılmaya zorlandığı yönünde son günlerde yaptığı açıklama Türkiye’de medya emekçilerinin sektörü ele geçiren zımni otosansür kurallarını çiğneyerek nasıl bir bedel ödediklerini şok edici bir biçimde ortaya koydu. Türkiye’deki anaakım medyanın ezici çoğunluğu, boyun eğmedikleri takdirde işletmelerine doğrudan yaptırım uygulanmasından kaçınmak için ya da büyüyen ticari faaliyetlerinin diğer ayaklarında da menfaat sağlayabilmek için hükümeti destekleyici yayın yapan birkaç holding şirketinin elinde.
Bir yazarın ifadesiyle bu ‘kapitalist dayanışması’ndan nasibini almış gazetecilerden en önemlileri Sabah gazetesinin bağımsız ombudsmanı Yavuz Baydar ve Milliyet köşe yazarı, önde gelen yazar ve şair Can Dündar oldu. İşten çıkarılmaları son derece yankı uyandıran bu iki isim, hükümet şakşakçılığını iyice artıran Türk işadamlarının medya derebeyliklerinde muhalif ve hükümet karşıtı seslere tahammülün nasıl azaldığını apaçık ortaya serdi. Can Dündar’ın ifadelerine göre, Milliyet’teki kariyerinin fişini çeken kişinin editoryal bir maşa değil de Dev Demirören Grubu’nun kurucusu Erdoğan Demirören’in olması gözden kaçmamalı.
Çoğu sıkı denetim altındaki anaakım medyanın dışında çalıştıkları için hükümeti eleştiren tavırlarına rağmen işten kovulmaktan kurtulabilen gazeteciler ise yüksek rakamlı hakaret davalarıyla doğrudan baskıya uğrayabiliyorlar. Muazzam bir davacı olma yönünde nam salan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’de geniş yoruma açık hakaret kanunları sayesinde kendisini eleştirenlerin mahkemede peşine düşmesiyle tanınıyor. Türkiye gazeteci Erbil Tuşalp hakkındaki dönüm noktası niteliğinde hakaret davasıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde tarih yazmış olmasını hiçe sayan Erdoğan, son 12 ayda avukatları aracılığıyla romancı ve gazeteci Ahmet Altan, gazeteci Bekir Coşkun, yazar ve İslami düşünür İhsan Eliaçık, romancı ve köşe yazarı Perihan Mağden'e yasal işlem başlattı.
Bunun yanı sıra, Erdoğan’ın davacı tavırlarını yurtdışına taşıdığı görüşü dile getirilmekte. Erdoğan Temmuz sonunda The Times gazetesinde (Atatürkçü Düşünce Derneği’nin finans ettiği iddia edilen bir ilanı) ağır bir dille yazılan bir açık mektup nedeniyle gazeteyi dava açmakla tehdit etti. 30 ileri gelen aydın tarafından imzalanan mektup çarpıcı bir biçimde Erdoğan’ın yanlıları tarafından düzenlenen mitingi Nürnberg Mitingine benzetiyor, Erdoğan’ın yönetimini “diktatoryal” olarak niteliyor ve Gezi Parkı eylemcilerini ‘Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün tasarladığı gibi Laik bir Cumhuriyet olarak kalmasını isteyen gençler’ olarak tanımlıyordu.
Erdoğan gazeteyi “para için sayfasını kiraya vermekle” suçlayarak The Times’ın ahlakının bu açık mektubun yayınlanması için ödenen para kadar değeri olduğunu ima etti. Bu açıklama, Gezi Parkı eylemlerinin ilk günlerinde Türkiye’de anaakım medya patronlarının hükümetten menfaat elde etmek için açıkça gazetecilik ahlakından ödün verdikleri gülünç medya karartmasına bakıldığında oldukça ironik duruyor.
Erdoğan’ın görünürde bu ironiyi hiçe sayması medyanın rolü hakkındaki algısını çok net ortaya koyuyor. Erdoğan yanlılarının özellikle BBC’den Selin Girit ve CNN’den Christiane Amanpour’un içinde yer aldığı eylemleri eleştiren gazetecilere karşı karalama kampanyaları düzenlemesi, Erdoğan’ın muhafazakâr tabanında aykırı medya seslerine karşı artmakta olan antipatiyi Erdoğan’ın da bu yaz kullandığı hoyrat söylemle birlikte yansıtır nitelikte. Bu iki gazeteciye karşı başlatılan girişimin, Erdoğan yönetimi öncesi karanlık, istikrarsız Türkiye’de kol gezinen komplo teorileri ve ihanet söylemiyle ifade bulmasıysa endişe verici. Türkiye halkının bu denli paranoyak, dar fikirli bir zihniyete geri dönmesi, ülkenin demokratikleşme ve Kürt nüfusuyla barışma yolunda ilerlediği kavşak noktasında hayli kaygılandırıcı.
Bu uzlaşma bağlamında Türkiye’nin ilerleyişine dair en önemli potansiyel kilometre taşı, geniş bir ağa yayılan Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) davasında yatmaktadır. KCK soruşturması ilkin 1984’ten beri Türk ordusuyla silahlı mücadele sürdüren yasadışı Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) ‘şehir kanadını’ kırmak amacı gösterirken; giderek Kürt yanlısı siyasetçileri, aydınları, hukukçuları ve gazetecileri ele geçiren son derece politik bir cadı avına dönüştü. Avrupa’daki en büyük tek basın davası olduğu belirtilen soruşturmanın şu anda yalnızca bir ayağında 46 gazeteci yargılanmakta. Bu rakamın çoğunluğu Kürt ya da Kürt yanlısı basında yer alan bireylerden oluşuyor. Türkiye’nin acımasız Terörle Mücadele Kanunu’ndaki muğlak dil, bu tür soruşturmalara terör ya da şiddet eylemleriyle hiçbir bağlantısı olmayanları bulaştırmaya zemin hazırlıyor. Büşra Ersanlı gibi barış yanlısı olduğu aşikar olan akademisyenlerin üst düzey silahlı militanlarla aynı ağır cezalarla karşı karşıya kalmaları Türk yargı sisteminin yol açtığı gülünç sonuçlar hakkında çok ipucu veriyor.
Erdoğan’ın, AKP yönetiminin elinde Türkiye’deki terörle mücadele yasasının bu müthiş dengesizliğini gidermek için on yıldan fazla vakit vardı. Son yıllarda birkaç kez atılan reform adımlarının aksine bu ilgili hükümlere dair durum vahametini koruyor.
Türkiye’de hükümetin medya özgürlüğüne karşı bu boğucu uzlaşmazlık tavrı ülkedeki birçok farklı sahada da kendini gösteriyor. Yaz başında Gezi Parkı hareketini doğuran memnuniyetsizlik dalgasında bu durumun da etkisi olduğu şüphesiz. Türkiye giderek kutuplaşmaya sürüklenirken, Türk medyasında hükümeti ayıplamak yerine alkışlayanların geleceğinden endişe duymamak mümkün değil.
* Alev Yaman: Londra menşeili ifade özgürlüğü, göçmen çalışmaları ve hukukun üstünlüğü konularında uzmanlaşan kuruluşlarda çalışan olan bir insan hakları savunucusudur. Şu anda English PEN’de Türkiye araştırmacısı ve Uluslararası PEN’e danışmanlık görevlerini yürütüyor.