Fotoğraf: Gerd Altmann / Pixabay
Türkiye’nin uzun süredir bir numaralı gündemi ekonomi. Devletin açıkladığı resmi verilere göre enflasyon yıllık yüzde 11,76 seviyesinde. Yine TÜİK’in açıkladığı istatistiklere göre işsiz kişi oranı 3 milyon 826 bin kişi. Üstelik bu rakam koronavirüs dolaylı kapanmanın yaşandığı Mayıs ayına ait.
Verilere ilişkin eleştiriler sürerken diğer bir noktada döviz ve altında yükseliş söz konusu. Merkez Bankası’nın piyasaya dolar satmasıyla uzun süre 6,85 sevisinde tutulan dolar/TL kuru Kurban bayramı öncesinde yukarı yönlü tırmanışa geçti.
Dün (10 Temmuz) gün içinde 7,40’a kadar çıkarak yeni bir rekor kıran dolar kuru bugün 7,30’un altına inse de insanlar üzerindeki tedirginlik devam ediyor. Euro cephesinde ise durum biraz daha farklı. Doların fiyatının sabit tutulduğu dönem yükselen Euro 7 Ağustos’ta 8,66’ları gördükten sonra 8,54’lere kadar düştü.
Altın ise son bir senede iki kata yakın değer kazandı. Geçtiğimiz sene bugün 270 TL olan gram altın, bugün 465 TL seviyesinden işlem görüyor ki geçtiğimiz günlerde 487 liraları test etti.
Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden Barış Akademisyeni iktisatçı Dr. Gaye Yılmaz’la Türkiye ekonomisinin durumunu, Türkiye’nin neden bu duruma geldiğini, yapılması gerekenleri, IMF ihtimalini ve ülkenin ihtiyacı olan şeyleri konuştuk…
Sizce Türkiye ekonomisi şu an için ne durumda ve niçin bu durumda?
Türkiye’nin geldiği noktada hükümet şaha kalkmış bir ekonomiden bahsediyor. Kendi cephesinde hükümeti doğrulayacak veriler de var. Yüksek olmayan bir enflasyon. Bu halkın enflasyonundan bağımsız bir şey. Tabii biraz kalem oynatarak yapılan bir enflasyon hesaplaması.
Hükümetin gösterdiği istatistiklerin dışında ise bütçe açığı, dış borç baskısı, ithalat yapılamaması gibi etkiler var Türkiye’nin geldiği bu noktada. Dövizin yükselmesi üretim sektörünü ve dolayısıyla Türkiye’nin ekonomisini doğrudan etkiliyor.
Üretim açısından baktığımda benim karşımda ithalat yapmadan üretim yapamayacak bir ekonomi var. Bunun nedeni ham maddeden çok yarı mamul maddelerin ithal edilmesi gerekiyor, makinenin ithal edilmesi gerekiyor. Bunlar da ancak dövizle satın alınabilecek şeyler.
Dövizin durumu ortada. Türk Lirası karşısında bu kadar yükselmiş bir dövizle üretim yapan firmalar, üretim için gerekli olan ihtiyaçları için artık daha yüksek fiyat ödemek zorundalar.
Peki ihracat yapan için de durum aynı mı?
İhracat açısından yüksek döviz iyi bir şey ama iyilik kavramı da göreceli. Çünkü döviz sizin paranız karşısında bu kadar yükseldiğinde mallarınızı yurt dışına daha kolay satarsınız. İhracatı canlandıran bir durumdur dövizin yükselip ulusal paranın değer kaybetmesi. Ama bunun da ağır bir bedeli vardır firmalara. Aynı döviz karşılığında daha fazla mal vermek zorundasınızdır artık.
Daha çok ihracat yaparsınız ama paranız değer kaybettiği için 1000 dolar paraya 1 buzdolabı verirken artık 2 buzdolabı vermek zorunda kalırsınız. İşlem hacmi olarak sizin buzdolabı satışınız artmıştır. Bu sevinilecek bir şey ama buzdolabının fiyatı ucuzlamıştır. Bu da üzülmesi gereken bir şey. Bu aynı zamanda karlar üzerinde baskıdır.
Koronavirüs pandemisi etkilemedi mi ithalatı ve ihracatı?
Evet, girdi mallarının ithalatında döviz fiyatlarının dışında artık bir başka zorluk daha var. O da koronavirüsle ilgili. Türkiye istediği kadar ithalat yapamıyor artık. Çünkü satışı yapacak olan ülkelerde üretim ve iş hacimleri daralmış durumda. Sınır aşımları da zorlaşmış durumda.
Bütün bunları düşündüğümde Türkiye ekonomisi geçmişe oranla üretim ayağında oldukça sıkışık bir durumda.
Tekrar ekonominin geldiği duruma ve nedenlerine dönersek…
Bankaların üzerinde özellikle son üç aydır büyük bir baskı vardı ‘Faizlerinizi düşürün ve kredi musluklarını açın’ diye. Hükümet bunu emisyona giderek sağladı. Yani para bastılar. Basılan para topluma çok düşük faizlerle kredi olarak dağıtıldı. Bu kredilerle inşaat sektörü tekrar canlandırıldı. İnşaat sektöründe fiyatlar yükseldi. Sanki bir anda ekonomi canlanmış gibi oldu ama halbuki inşaat bir ekonominin can damarı, lokomotifi değildir. Ölü bir yatırımdır, kullanım değeri olarak bir fabrika gibi değildir. Fabrika gibi devamlı bir yatırım yapılmaz.
Ekonominin bu halde olmasının bir başka boyutu daha var. Pek çok ülkeye yabancı yatırımcı giderken Türkiye’ye artık gelmiyorlar. Hatta Türkiye’den kaçıyorlar. Bu durum ekonomiyi daha büyük bir darboğaza sokuyor.
Neden bize gelmiyorlar sorusu burada çok önemli. Bizim güvenilir bir hukuk sistemimiz yok çünkü. Yabancı yatırımcı korkuyor. İki sene sonra yatırımına el konmasından korkuyor, kayyumdan korkuyor. Herhangi bir uzlaşmazlıkta Türkiye hukukuna güven duymuyor.
Dolayısıyla Türkiye’nin güvenilir olmayan hukuku, para ve yatırım darboğazını sıkıştırıyor, daraltıyor. Ve Türkiye’yi içinden çıkılamaz bir duruma getiriyor.
Şu ana kadar anlattıklarım birleşince ekonomiyi nasıl gördüğümü de anlatmış oluyorum sanırım. Ben son derece karamsarım. Türkiye siyasi ilişkilerini özellikle Avrupa’yla düzeltmediği taktirde bu sıkışmışlığı aşması mümkün durmuyor. Türkiye’nin yeniden nefes alabilmesi için çok ciddi derecede bir sermayeye ihtiyaç var ve bu sermayenin bugünkü koşullarda gelme ihtimali yok.
Gazetelerde, televizyonlarda, sosyal medyada Türkiye ekonomisinin battığı konuşuluyor? Sizce de Türkiye ekonomisi battı mı?
Battı demek zor ama hızla çöküşe doğru gidiyor. Battı demek için moratoryum istenmesi lazım. Bütün borç ödemelerinin askıya aldığının ilan edilmesi lazım. Bunlar yok. Battı diyemiyorum ama çok hızlı bir şekilde çöküşe doğru gittiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Döviz ve altındaki yükseliş vatandaşa nasıl yansıyor?
Başlangıçta söylerken vatandaşın enflasyonuyla hükümetin enflasyonu aynı değil diyerek anlatmaya çalıştığım tam olarak buydu. Doğrudan fiyatlara yansıyor yükseliş. İmalat sanayi ithalatla çalışmak zorunda olduğu için döviz Türkiye’deki fiyatları ve fiyat artışlarını doğrudan ilgilendiren bir kalem.
Yani ‘Biz lüks mal almıyoruz ki, bizim vatandaşımız da yerli malı kullanıyor” diyeceğimiz bir durum yok ortada. Yerli malı dediğimiz olay yabancı malla üretiliyor. O yabancı malı almak için döviz ödemesi yapılıyor. Dolayısıyla imalat yerli koşullarda yapılsa bile mutlaka onun fiyatının içine dahil oluyor.
Bu yükselen fiyatlar karşısında deklare edilen enflasyon çok daha düşük olduğu için, asgari ücret ve ücret düzeyleri ilan edilen istatistikler üzerinden hesaplanıp uygulandığı için alım güçleri erimiş durumda.
Gerçek piyasada fiyatlar yüzde 30 artarken emekçilerin ücretlerine, kamu çalışanlarının maaşlarına zamlar yüzde 10’larla sınırlı tutulduğunda aradaki fark açık.
Hükümete sorsanız ben emekçimi enflasyon karşısında ezdirmedim diyor. Hangi enflasyon? Gerçek enflasyon karşında ezildikleri açık çünkü.
Peki işsizlik bu kötü ekonominin neresinde?
Gerçek işsizlik son derece yüksek. İşsizlik, devletin kendi makamlarının sadece iş arama başvurusu yapanlar üzerinden hesapladığı bir şey. Enflasyonda olduğu gibi aynı şey burada da yapılıyor.
İşsiz olduğu halde yıllarca iş arayıp bulamadığı için umudunu kaybetmiş olanlar var. İş bulma umudunu kaybettiği için artık iş ve işçi bulma kurumlarına başvurmayanlar var. Bu kişiler işsizlik içinde görünmüyorlar. O zaman devlet rahatlıkla işsizlik rakamlarını düşük açıklayabiliyor. Ama gerçek işsizler nerede? Verilerin içinde yok.
Diğer yandan kapanan şirket sayısı çok fazla. Özellikle esnaf çok zor durumda. Bunu basit semt merkezlerinde gözlemlemeniz de mümkün ama bunu sadece esnaf diyerek geçemezsiniz. Çünkü her birinde çalışan en az 5 ile 10 işçi vardır. Bu işçiler şu an işsiz.
İşsizlerin durumu şöyle kritik: Yeni iş bulabilmek için daha önceki ücretlerinin çok daha altında bir ücrete, daha önceki çalışma sürelerinden çok daha uzun sürelere razı oluyorlar. Çoğu insan hafta tatili bile olmadan çalışmayı kabul ediyor. Çünkü sıfır gelirden nispeten iyidir diye bakıyor. Oluşan işsiz yığınların durumu dolayısıyla çok vahim.
Hükümet şu ana kadar IMF söylentilerinin hepsini yalanladı. Hatta IMF’ye borç verdiklerini bile söylediler. Ama ekonomi bu durumdayken sizce hükümet IMF’nin kapısını çalar mı?
Türkiye’nin borçlanma primleri, risk primleri çok yükseldi. TL’nin değer kaybetmesi risk primlerinin artışına yol açtı. Bu da yurt dışından borçlanmanın maliyetleri üzerinde baskı kurdu. Yani Türkiye ister özel sektör ister devlet olsun yurt dışındaki özel bankalardan kredi alacaksa artık bunun faizi geçmiştekinden çok daha yüksek olacak. Şu an için hem devlet hem sektör için böyle bir handikap var.
Bana göre IMF çöküşü durduracak olan çözümdür. Bugüne kadar IMF ve Dünya Bankasını eleştiren bir öğretim üyesi olarak bunu söylüyorum. Çünkü IMF’den hükümetin yapacağı borçlanma herhalde 100 milyar dolar ve üstü olacaktır. Dolayısıyla bu borçlanmanın acı bir reçetesi olacak. Ama bir ekonomi kötüye giderken acı reçetenin bedelini ödemek var, bir de artık bundan sonrasında çöküşün durdurulduğu, bir şeylerin daha düzgün gidebileceğinin umudunun olduğu bir koşulda bedeli ödemek var. Bana sorarsanız ben ikinciyi tercih ederim. O nedenle Türkiye’nin bu durumdan çıkışı için en uygun olanının tekrar IMF’yle bir stand by anlaşması olabileceğini düşüncesindeyim. Benim gibi düşünen de epey bir iktisatçı var.
Hükümet böyle bir şeye ne zaman yanaşır?
Aslında sanki tek seçenek buymuş gibi bir görüntü var ama bu kararı alırlar mı bilemiyorum. Bunun tabii politik tarafı da var. Gerçi her politik kararını hükümet farklı bir dille kendi kitlesine açıklıyor. Bu konuda pek sıkıntısı yok ama neden direndiklerini anlamak çok kolay değil.
Merkez Bankası bu ekonomik krizin neresinde?
Merkez Bankası bu zamana kadar faiz indirimini ve döviz satışını birlikte yaptı. Şu anda döviz satışını durdurma yönünde bir eğilim var Türkiye’de. Döviz satışını durdurursa faizi arttırmaya zorunlu olarak gidecekler gibi.
Zaten eğer döviz artmasın isteniyorsa iki yolunuz vardır: Ya TL’nin faizini yükseltirsiniz ya da döviz satarsınız. Şimdiye kadar ikisi beraber yapıldı ve ekonomiye de bence en büyük zararı ikisinin birlikte yapılması verdi. Artık döviz de kalmadı. Artık devletin rezervleri bittiği için halkın döviz mevduatlarının kullanıldığı konuşuluyor. Devlet halkın mevduatlarını da kendi parası olarak gördüğü için rezervimiz 100 milyar diyebiliyor. Aslına bakarsanız böyle bir rezerv yok. Vatandaşın bankalardaki parasını kendi rezervi olarak tanımlıyor hükümet.
Tüm bu nedenlerle evet ben de faizlerin yükseleceğini düşünüyorum.
2001 krizinde Kemal Derviş gibi bir isim Ekonomi Bakanı yapıldı. O dönem çok hızlı bir toplanma yaşandı. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yine Kemal Derviş gibi sembol bir isim mi?
Derviş geldiğinde 15 günde 15 meşhur yasaya imza atmıştı ama isim aramaktan, bir kurtarıcı aramaktan çok Türkiye’nin radikal bir reçeteye ihtiyaç var. Kemal Derviş’in yaptığı buydu. Adı önemli değil. Bir başkası da yapabilirdi. Aynısı 94 krizi sırasında da yaşandı. 4 ay sürüncemede kalan kriz bir Nisan ayında alınan son derece radikal kararlarla aşıldı. Dolayısıyla o dirayet gerekiyor.
Ama bu radikal kararların alınmasının da bir karşılığı olması lazım. Hükümet durduk yerde neden kendi ayağına sıksın. Ya büyük bir para girişi olacaktır, onun için alacaktır bu radikal kararları ya IMF’ye bir stand by anlaşması yapar onun için alır. Ama mutlaka bir şey olması lazım.
Sadece ekonomiyi düzeltmek için değil. Türkiye yıllardır neredeyse her yıl seçime gidiyor. Şimdi bu konuştuğumuz her şey hükümetin yerini sağlamlamasıyla çok alakalı. Yani bir acı reçete, bir IMF’yle stand by anlaşması, acı reçetelerin bir günde aynı anda gündeme konması, radikal karaların alınması bu belki yeni iktidara gelmiş bir hükümetin atabileceği bir adım. Seçime çok az kalmış, her an seçimin konuşulduğu bir koşulda hükümetler kolay kolay böyle bir şeye girişmezler. Ama bilinmeli ki Türkiye şu an o radikal kararlara ihtiyaç duyuyor. (HA)