"Kibir, böbürlenme, gurur yanımıza yaklaşmayacak" cümlesi TV kanallarından kulaklarımıza doğru intikal ederken, arka tarafta II. Abdülhamid ve Fatih Sultan Mehmet'in resimleriyle Tayyip Erdoğan'ın resminin kolajlandığı bir pankart TT Arena tribünlerinden sallanıyordu. Buradaki ironiye elbette hepimiz aşinayız. Nihayetinde Başbakan'ın konuşmasında belirttiği gibi, tarihsel çizgisini Osmanlı İmparatorluğu'na bağlayan, "bu Osmanlı Bakiyesi topraklarda" cümlesini konuşmasının orta yerine yerleştirip, bu bakiye üzerinden "ecdada" yönelik açıklamalar yapan bir iktidar simgesinin "tevazusu" da, bizzat bulunduğu bu Nürnberg sahnesinde buram buram kibir kokuyor.
"Yaradılanı yaratandan ötürü sevme" büyüklüğünü gösterip, kendisi açısından makbul olmayan "yaratılmışlar"a da eh işte kabilinden hoşgörü gösteriyor, "mağrur olma padişahım senden büyük Allah var" sloganına eşses bir duruşla da kendini yerip, ne kadar haşmetli olduğunu cemil cümle alemle paylaşmaktan bir dakika durmuyor. Eskiden Şeyhülislamların fetvalarını "el- fakir", "el-hakir" diyerek imzalamasına benzer bu yapay tevazu, nihayetinde hakim otoritenin kendisini ahlaken de ne kadar yüce gördüğünün somut delili. Zenbilli Ali Efendi'nin pek de güzel söylediği gibi "fazla tevazu kibirdendir" ve bu kibir cümlelerin arasından taşıyor.
Bugün de pek güzel tebliği edildiği gibi, Uludere'de yaşanan olayın esas sorumluları, dış güçler ve "konuyu istismar etmek isteyen" Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ile elbette bir kısım medya. 97 gazetecinin tutuklu olduğu bu ülkede, Avrupa Parlamentosu'nun yayınladığı raporlardan, Avrupa İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg'in raporuna, oradan da Sınır Tanımayan Gazetecilerin hazırladığı basın özgürlüğü endeksine kadar her alanda basın özgürlüğünün tehdit ve baskı altında olduğu söylenip, basın hürriyeti bakımından Türkiye 179 ülke arasında ancak 148. sırada kendine yer bulabilirken, Başbakan'a göre daha hala bir öteki medya var ve bu "öteki" medya da bir takım olayları kaşıyor. (İnsani gelişmişlik endeksindeki sıralamanın vatandaşımızın gönül tellerini Eurovison'daki sıralama kadar titretmemesi ise şen şakraklığımızın parlak bir göstergesi.)
Dolayısıyla iktidarın zihninde, Uludere ile ilgili ilk tespit, olayın pek de öyle mühim bir şey olmadığı, siyaseten bu olayı kullanmak isteyen bir kısım "mihrakların" bu "tatsız" olayı büyüttüğü ve medyanın da bunu pompaladığı. Yaradılanı yaratandan ötürü sevme "büyüklüğünü" gösteren Başbakan, yanlış istihbarat sonucunda acele verilmiş bir kararla 34 insanın öldürülmesi olayına "hata" gözüyle bakıyor. Büyütülecek bir şey değil, neticede "her kürtaj bir Uludere'dir." Bir gün öce Ertuğrul Mavioğlu'nun pek güzel bağladığı gibi, devlet istenmeyen çocuklarını F-16 bombaları ile aldırmış ise, herhalde bunu bu kadar büyütmeye gerek yok.
Başbakan hızını alamıyor, bu "hata" sebebiyle özür bekleyen BDP'ye nekrofili diyor. Yani BDP'liler ölülerle cinsel ilişki kuran insanlar. O kabilden insanlar oldukları için de, yanına yöresine kibir, böbürlenme yanaşmayan ve pötikareli ceketinin altındaki göğsü insan sevgisinden şişmiş Başbakanımızın öfkesine maruz kalıyorlar.
Aynı Başbakan'a göre Türkiye'de bir kısım "küçük beyinliler" var, sanırım bunlar "darbeci, ahlaksız, ittihatçı gelenekten gelmiş, millete sırtını dönmüş ve kaleminden pislik akan zatları takip eden" insanlar ve yine Başbakan'ın tabiriyle "şerefli Türk askerine" laf etmeseler de, Başbakan'ın hamiyetiyle tasmalarından kurtardığı için demokratikleşmeyi öğrenmiş bir takım gazetecilere de göz ucuyla bakıyorlar. Öbürleri daha da vahim, onlar kafatasçı ve miting meydanlarından öğrendiğimiz kadarıyla eşref-ı mahlukat olan insanlarla birlikte gezmiyorlar.
Böylece Başbakan'ın sevgi dolu yüreğinden kabaran bakış açısını da net bir şekilde görüyoruz. Türkiye'nin ötekileri küçük beyinli, darbeci, Zerdüşt, nekrofil, kafatasçı bir takım hilkat garibeleri. Bu duygusallık elbette Başbakanımızla sınırlı kalmıyor, örnekler çok ama ilginç birkaç tanesini sayalım, TT Arena'nın açılış töreninde Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış'ın danışmanı Galatasaray taraftarına "şerefsiz, gerizekalılar" derken, o zaman AKP Grup Başkanvekili olan Suat Kılıç da protestoculara "idrakten mahrum sefil" demeyi uygun görmüştü. Fenerbahçe taraftarının terörist olduğunun iddia edilmesine kadar geçen süreçte ise, "kadın mıdır kız mıdır bilemem" ile bekaret kontrolü miting meydanlarından Dilşat'a uzanmış, HES protestocuları eşkıya sayılmış, Ahmet Şık'ın yazdığı kitap da bir nevi bomba olarak hafızamızda yer almıştı.
Türkiye'de AKP'li olmamanın, AKP dışında bir siyasi inanışa sahip olmanın sürekli bir şekilde "zihinsel bir bozukluk" veya "ahlaki bir yozlaşmışlık" olarak tanımlandığı totaliter bir rüzgar işte böyle bir söylemin içerisinde kendisine yer buluyor. "Parasız eğitim pankartı istiyoruz" pankartı açan genç kadınların örgüt üyesi ve Ogün Samast'ların "münferit" bulunduğu bu çağda milliyetçi, muhafazakar bir lisan, ipini koparmış bir hücum estetiği ile hepimizin üstüne çullanıyor.
Nefret söylemi üzerinde tekrar düşünmek lazım. Sadece "çok afedersiniz Rum" gibi örneklerden değil, siyasi ötekilerin bütününün özleri sebebiyle ahlaken ve zihinsel olarak bozuk olduğunu imleyen bir siyasi dilin nefret söylemi dışında nasıl değerlendirilebileceğini soruyoruz. Gerçekten de böyle kapsayıcı, elindeki üstün medya kudretiyle bütün evlere ve kanallara giren bir söylem demokratik, özgürlükçü, çoğulcu bir zihnin dudaklarında yer bulabilir mi? Kalbinde bu cümleleri gizleyen ve ötekini bu memlekette yaşayan düşman unsur olarak gören bir siyasi algılayış, insan hak ve hürriyetlerinin alanını genişletecek bir siyasi hareketin de mimarı olabilir mi?
Sorunun cevabı ne olursa olsun, iki tespiti birlikte yapalım.
Birincisi siyasetin TOKİ'leşmesi. Buna göre Van depremi, Uludere olayı, Metin Lokumcu, Özel Yetkili Mahkemelerin çelişkili kararları, sportif olaylar ve daha bir çok gelişme "siyasete alet edilmemeli."
Bu algıya göre muhalefetin yapmakla yükümlü olduğu tek şey, bu ülkede yaşanan tüm olumsuzluklar karşısında susarak, ağzını bile açmamak. Aksi halde depremi, ölüleri, futbolu siyasete alet etmeye çalışan bir takım "mihrak" olarak yargılanacaklar. İktidar bilinçli ve istekli olarak siyaset alanının sınır ve kurallarını belirliyor. Toplumsal olaylar siyaset dışı bırakılırken, bu alanlar hakkında yürütülen her türlü muhalefet de "maksatlı" ve "hükümeti yıpratma amacı taşıyan" bir siyasi eylem olarak lanse ediliyor. Bunun nesi kötüyse?
Demokratik ülkeler içinde "hükümeti yıpratma amacı taşımayan" bir muhalefet beklentisi olan tek hükümet AKP hükümeti. Bu mucizevi buluş, bir hükümetin güvenliği ve devamına odaklanmış bir obsesyonla büyüyüp, siyaset alanını siyasetin doğal alanının dışına çıkartıyor. Muhalefete düşen "proje üretmek" denilen bir olgu. O da temelde altyapı projelerine denk geliyor. Yani hükümet diyor ki, benimle siyasi bir parti gibi değil bir inşaat şirketi gibi yarış. Hükümetin en çok TOKİ projesi yapanın en başarılı siyasetçi olduğu yönünde kurduğu bir zihni iklim var ve bu da tüm Türkiye siyasetini gittikçe bir TOKİ projesi haline getiriyor.
Halbuki BDP, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) veya CHP, TOKİ projesi üretmekle yükümlü gayri menkul yatırım ortaklıkları değil. Bu partilerin bütünü, Türkiye'de bir tabanı temsil ediyor ve hepsi de tabanlarının hassasiyetleri noktasında itiraz hakkına sahip. Türkiye demokratik bir ülke olacaksa, muhalif partilerin muhalefet etme biçimlerini belirleyen bir iktidarın ağız tadına göre muhalefet yapan partilerle bu seviyeye ulaşmayacağız. Tam tersine, muhalefetin siyaset yapma biçimlerine saygı gösteren, dinleyen ve bu çok seslilik karşısında ağzını kapatan bir iktidarla bu aşamaya geçeceğiz.
İkinci tespit ise, Türkiye siyasetinin yeni ötekiler kümesinin oluşması. LAHASÜMÜT-E gitti, MUHASÜMÜT-E geldi. İktidarın kurduğu bir hegemon platform var. Sivil toplumu, medyası, partisi, teşkilatı, bu teşkilata bağımlı proxy örgütleri, sermayesi ve emeği ile toplumsal bir iktidar yapısı oluşturulmuş durumda. Bu iktidar yapısının bir tarih okuması, ideolojisi ve söylemi bulunuyor. Bu söylem de son derece candan ve istekli bir şekilde üretiliyor. Artık bu ülkenin "makbul vatandaşı" laik, Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk, Erkek (LAHASÜMÜT-E) değil, muhafazakar, Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk, Erkek (MUHASÜMÜT-E)
Bu kapsam dışında kalan tüm ötekilerin yaşam biçimi de sürekli ve sistemli bir aşağılama, tahkir, hakir görme ve baskı altında. Kadınların doğum şeçimlerinden, giyim şekillerine, erkeklerin politik inanışlarından, tuttukları takıma kadar giden bir uzamda rejimin "belirleyicileri" insanları sürekli "doğru yöne" doğru ittiriyorlar.
Bu söylem her ne kadar sesini çıkarmayan, gettolarında yaşayan, ortalıkta pek fazla görünmeyen gayri Müslimlere bir "sessizlik" ihsan eylese de nihayetinde Arat sesini çıkardığı zaman Başbakanın nasıl meydanlarda salvoya başladığı en güzel şekilde gördük. Muktedir gerekirse "100.000 Ermeniye hadi evinize gidin derim" diyebilecek tüm rezervleri de hep cebinde tutuyor.
İki tespit sonucunda Başbakanımızın İstanbul İl Kongresi konuşmasına bir daha dönelim. Nihayetinde hepimiz fırçayı yedik oturduk, ne kadar güzel. Toplumsal muhalefetin tüm unsurlarının birbirine karşı taşıdığı önyargılarla beslenen bu söylem kendine bir zemin buluyor. Uludere olayında MHP'liler BDP'lilere tam da Başbakanın gözleriyle bakarken, başka olaylarda da BDP'liler CHP'lilere, onlar MHP'lilere Başbakanın cümlelerindeki duyguyla bakıyor.
Birbirinin hakkını korumayı değil, birbirinin karşısında durmayı, ortak talep ve istekleri prensiple değil, kişiler üzerinden izah etmeyi maharet sayan bir muhalefet üslubu da eksik kaldığı demokratik bilincin bedellerini, siyasi akrabalarının tutuklanmasına yaşlı gözlerle bakarak, medyada sınıfın haylaz çocuğu muamelesi görerek, özel yetkili mahkemeler ve emniyetten oluşan yeni iktidar bloğunun tüm ekipmanı ile üstüne çullanmasına maruz kalarak yaşıyor.
Biber gazının sokakların doğal parfümü olduğu bu çağda, çevik kuvvetle yaşanan her karşılaşmada copun ağırlığını, solunum yollarının da yanmasını içimizde hissediyoruz. Farkındalar mı bilmiyorum ama, Cihan Kırmızıgül ile Berna'nın, Ahmet Şık ile Nedim Şener'in, Aziz Yıldırım ile Engin Alan'ın ve diğer bütün herkesin muhtaç olduğu adalet, muhalefetin birbirine düşman bakan gözlerindeki atalette saklı.
Sonuç niyetine şunu söyleyelim, ötekini nekrofili olmakla suçlayacak kadar ileri giden bir iktidar dilinden demokratikleşme beklemek, elma ağacından armut beklemek kadar mantık dışı. Bu şekilde ithamlara maruz kalan bir muhalefetle birlikte oturulan Anayasa masasından özgürlükçü, insan haklarına saygılı bir rejimin kurallarını çıkarmasını beklemek manasız.
Herhalde iktidar "nekrofili"lerin taleplerini dinleyecek değil, nekrofili olmakla itham edilenler de bunu unutmayacak. Bu yetmezmiş gibi üstümüzde Uludere'nin, Metin Lokumcu'nun, Dilşat'ın, Berna'nın ağırlığı hala devam ediyor. Zalimin türlü çeşit baskısına karşı mazlumların sesi bu kadar pesten çıkarken, Türkiye adına parlak bir gelecek bekleyen varsa, bize de "yalan dünya" dizisinin popüler deyişiyle Pollyanna yüreğinize sağlık demek kalıyor.
Ancak ne masal ne rüya, yine de bir noktayı imlemek lazım, zalimin en güçsüz olduğu an en büyük kudrete ulaştığını düşündüğü andır.
Mazlumlar biçareliğe itilip, korku duygusu kitlelere doğru yayılmaya başladıkça itiraz seslerini de daha gür duymaya başlayacağız. Umuyor ve bekliyoruz ki, bu ülke bir özel yetkili rejimin köşesine sıkıştığı anda, "ben de varım ve hak istiyorum" sesleri mahkeme önlerinden taşarak bu gökkubbeye ulaşacak ve o zaman birbirimize düşman gibi değil, adı, yeri, doğum tarihi değişik insanlar olarak görecek, herkesin adalet içerisinde yaşayacağı bir ülke talep edeceğiz. En azından şu kadarcık hayali de kuralım, 1984 dünyasında yaşamıyoruz ya! (GT/IC)