"...Aşkın bir kanadı vardır, / delinir, / kan akar, / bir kanadı var, / zehir yeşili..."
İnsanlık aşkın hangi renklerde, kaç kanadını yaşamıştır bilinmez ama Sait Faik 1954 baharında, ömrünün son deminde yazdığı bu dizelerle o meçhul yelpazenin Türkçedeki uç renklerini kayda geçer. Onun hikayesi de, her daim aşık bir adamın, yaşamak sevince yaşamaktır diyen bir adamın, kan kırmızısı seven bir adamın aşkının giderek zehir yeşiline, kavun acısına çalmasının hikayesidir. İlk hikayelerinden başlayarak insana, tabiata, tekmil mahlukata ve İstanbul'a olan aşkını ilan etmiştir.
Bu 'küçük burjuva', bu 'hafif' temalarla örülü hikâyeleri dönemin irili ufaklı muharrirleri tarafından ara ara küçümsenmiştir. Bugün, modern insanın yalnızlığından; tapuda bütün insanların adına kayıtlı olan dünyanın, tabiatın talanından; hayvanlara yapılan eziyetten, zulümden; İstanbul'un artık İstanbul'a değil de herhangi bir şehre benzemeye başlamasından bahsetmeyen bir sohbet sohbetten sayılmıyor. Lafügüzaf deniyor.
"Sarhoştum. Hava elektrikler, şehir beni sarhoş ediyordu. İnsanlar beni bir mıknatıs hızıyla kendilerine çekiyorlardı. Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak istiyordum." diye yazmıştır ilk kitabı Semaver'de yer alan 1935 tarihli 'Şehri Unutan Adam' adlı hikâyesinde.
Onu tanıyanlar Sait Faik'in, dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak isteyen bu adamın, bu kucaklaşmayı başaramadığını, giderek yalnızlaştığını söylerler. Bu adamı yalnızlığın yarattığını söylerler. Yalnızlığın o dünyaya gelmeden önce de orada olduğunu ve o aramızdan ayrıldıktan sonra da burada kaldığını söylemezler. Kan kırmızısı sevmek isteyen herhangi bir insanın, yaşamaya kendisi bir ad koymak isteyen her insanın yalnızlıkla ölümüne kapışması gerektiğini söylemeyi unuturlar.
Sait Faik'in yalnızlık üzerine cümlelerine ölümüne dek bütün eserlerinde rastlanır. Ama bu cümlelerde bir teslimiyet yoktur, bir meydan okuma vardır, o insanı insana yasaklayan yalnızlığa kafa tutar:
"İnsana hiç bir şey çok değildir" der, "Her şeyin fakir elbiseleri gibi lime lime, nem almış sıvalar gibi parça parça döküldüğü zaman yalnız sen varsın insan... Hiç bir şey beni seni sevmekten alıkoyamaz." der ya da "İnsansız hiç bir şeyin güzelliği yok. Her şey onun sayesinde, onunla güzel." der. Bütün bu alıntılar ölümünden iki yıl önce, 1952'de yayınlanan 'Son Kuşlar' adlı kitabından.
Çağdaşları, dostları, Sait Faik'in çabuk sinirlenen bir insan olduğunu anlatırlar; hemencecik kızıverdiğini, bir müddet sonra öfkesinin nedensiz yatışıverdiğini. Yalnızlıkla kavgası da böyledir, kızar, söylenir, lanet eder ama yine insana sarılır: Hemen hemen bütün hikayelerinde ama özellikle son dönem hikayelerinde, açık ya da gizli, süreğen bir yalnızlık, bir kavun acısı tonu kendini hissettirir ama umutsuzlukla, teslimiyetle biten tek bir öyküsü yoktur.
Ancak öyle anlar vardır, öfkeden deliye dönüp kötü sözler söyler. O anlarda "öyle ki çocuklar bile çirkindir." Öyle anlarda Sait Faik "paltosunun içinde üşüyen benliğine içinden bir tükürüş tükürür", o anlarda "sandallar içinde bir sandal, denizler içinde bir deniz, insanlar içinde bir insan"dır Sait Faik, "köpekler konuşur, insanlar havlar" o anlarda, "yalnızlık dünyayı doldurur. Sevmek, bir insanı, sevmekle başlar her şey, orada her şey bir insanı sevmekle biter."
Artık yorulmuş olmanın, karaciğerine tebelleş olan sirozun ve eskisi gibi hayata karışamamanın da etkisiyle son öyküleri daha fantastik bir hal alır. Artık bize İstanbul'un başkenti Sirkeci'de, Galata'da, Burgaz'da, Beyoğlu'nda tanıdığı bir takım insanlardan, Beyoğlu gecelerinden, vapurlardan, balıkçılardan, iskelelerden, sandallardan, martılardan, balıklardan, yakamozlardan bahsetmez. Artık hikayeleri eskisi kadar yaşamaktan beslenmez.
Hatıralardan ve düşlerden beslenirler ama en çok düşlerden: Cebinden insan suretleri çıkarır artık; ona aşktan bahseden, insan hikayeleri anlatan insan suretleri. Üşümüş, yalnız, dilsiz sokak köpeklerine söylevler çeker; özgürlük söylevleri, insanoğlunu yaşamaya, kavga etmeye, yazmaya sevk eden gelecek güzel günler üzerine söylevler çeker. Kimsenin konuşmadığı yerde, kuşlar, böcekler, ağaçlar çiçekler, bahar konuşur. Arkasından ses eder: "Hişt, hişt!" der.
İşte o zaman, Sait Faik gülümser ve inanır. Gülümseriz ve inanırız: Sırf bunun için, insan cebinden insan suretleri çıkarabildiği için, karanlığın ortasında, patlak gözlü köpeklere aydınlık özgür günlerden bahsedilebildiği için, kimselerle konuşulamadığında tabiat dile geldiği için, hayat yaşamağa değerdir. Tek başına insanoğlu, aynı zamanda, kendisinin çoğuludur. Sait Faik bize kalabalık olduğumuzu hatırlatır. Kuşların, balıkların, yağmurun, güneşin, toprağın, baharın, rüzgarın bizden taraf olduğunu...
"Yazdıklarının hikaye olduğuna bakmayın, sıkı şairdir." demiştir Ece Ayhan onun için. "Yahu şu son günlerde Sait Faik'in hikayelerini okuyorum tekrar. Allah rahmet eylesin, ne büyük, ne gerçek şairmiş." diye yazar koca şair Nazım Hikmet gurbetten yazdığı mektuplardan birinde.
Kendisi de tarihsiz bir mektubunda, hikayelerinde şiir tadı bulan Çorumlu okurlarına yazdığı mütevazı cevapta "...Yazdığım şiirler var, hikayeye benziyor derler... Ben de hikaye gibi şiir yazacağım yerde şiir gibi hikayeyi -eğer hakikatten öyleyse- tercih ettim." der. Burada bize, hakikatten öyledirler, demek düşer. Hakikatten öyledirler çünkü.
Sait Faik hikayeleri okurken insanın gözleri dolar; elleri, yüreği büyür; başını alıp gitme isteği ve memleket sevgisi, hayatın orasında nefes almaktan duyulan onur ve utanç birbirine karışır, birbiriyle çatışır. Sait Faik hikayeleri okunup sonsuza dek kitaplığın tozlu raflarına terk edilmez. Onlar başucu kitaplarıdır. Yeniden ve yeniden okunurlar. Her seferinde farklı tatlar, hazlar alınarak.
Yalnızca günbatımında dalgaları boyadığı, ufku mis gibi kızarttığı, akşam karanlığını adaya çitlembik ağaçlarından seke seke indirdiği için şairane değildir Sait Faik hikayeleri. Hayır, yalnızca Türkçenin yüzölçümünü genişleterek yaptığı dile gelmez tasvirleri, nitelemeleri yüzünden, yalnızca onun kalemiyle kağıdın birleştiği yerde büyüyen, hepimizin Türkçeyi bir kez daha öğrendiğimiz, hepimizin gölgesinde serinlediğimiz o dallı budaklı, rüzgarlı, denizli, şiirli Türkçesi yüzünden şairane değildirler.
Baktığı, gördüğü ve yakaladığı şey yüzünden de şairanedirler. O kimsenin görmek istemediği, bakmadığı, görmemek için gözünü kapadığı, bir hışımla başını çevirdiği yerlere bakıyordu. O yerlerde ne vardır? Oralarda şiir vardır, kesif bir acının içine gizlenmiş, yüzyıllar süren bir haksızlıkla, kanıksanmış bir pespayelikle, can yakıcı bir gerçekle örtülmüş bir şiir vardır, el değmemiş bir pembelik, bir ilkbaharın ilk yaprağının kızoğlankız yeşili vardır.
O şiiri, o pembeliği, o yeşili severiz ama görülmek istenmeyen, başımızı hışımla çevirmemize neden olan onun üzerini örtendir. Çünkü o kesif acı, o haksızlık, o pespayelik, o gerçek canları yakar, planları bozar, hayatları altüst eder. Sait Faik'in şairaneliği buradan da gelir; cesaretinden, baktığı yerden, oradan çıkardığı şiirden, el değmemiş pembelikten, bir ilkbaharın ilk yaprağının kızoğlankız yeşilinden... Sait Faik'in bozulacak planı yoktu, o hiçbir şey olmamayı seçmişti.
"Çocukluğumda da, ilkgençliğimde de bir şey olmaya değil, olmamaya karar vermiştim. Sözümü tuttum gibime geliyor, siz istediğiniz kadar bana meşhursun deyin" der Sait Faik ölümünden bir yıl önce, 1 Haziran 1953 tarihli Varlık dergisinde yayınlanan röportajında. Sait Faik'i en iyi açıklayan şey bu kararmış gibi görünüyor.
Sait Faik, 1906 doğumlu, amcası bir milletvekili, babası büyük bir tüccar, Fransa'ya işletme tahsili için gönderilmiş bir genç olarak yeni kurulmuş cumhuriyette her şey olabileceği halde hiç bir şey olmamayı seçerken o zamanlar adını bilmediği bir şey olmayı da seçmişti.
Kendisine sunulan bütün ihtimalleri reddederek adını kendisinin ve zamanın koyduğu yepyeni bir ihtimal yarattı. Bu ihtimal onu Türkçenin, şiirin, insan olmanın ve onurun en üst katına yerleştirdi. Her büyük sanatçı gibi daha insanca, daha adil, daha özgür bir dünya umudunu, o alevi canlı tuttu.
Bundan 105 yıl önce, 18 Kasım 1906'da doğan Türkçenin bu büyük gizli şairinin 1950 küsurda, yağmurlu bir İstanbul gecesinde Süleymaniye'de insanlar havladığı köpekler konuştuğu için bir sokak köpeğine anlattığı kan kırmızısı düşleriyle bitirelim:
"...Ne yapalım? Günün birinde dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlardan ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissi ile çarpan yüreklerle dolu bir alemde yaşayacağımız düşünelim. Bir ahlakımız olacak ki, hiçbir kitap yazmadı. Bir ahlakımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ahlakımız..."
* Bedri Rahmi'nin ölümü üzerine kaleme aldığı "Sait İçin" başlıklı yazıyı newalaqasaba'dan okuyabilirsiniz.